1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kuşburnu içer miyiz? *İkinci Kısım
Kuşburnu içer miyiz?  *İkinci Kısım

Kuşburnu içer miyiz? *İkinci Kısım

Kimsenin kendisiyle ilgili düşünmediği, kendisini en yakını görünen eşine bile açmadığı bir evrende, temel ihtiyaçları konuşmak ve hep diğerlerini çekiştirmek üzerinden giden diyaloglar belki de şu an bir ilişki sürdürmenin en kolay yolu olarak görünüyor.

A+A-

Pervin Yiğit
[email protected]

*Bu yazı, Uysallar dizisiyle ilgili spoiler içerdiği için, diziyi izlemeyenlerin okuması önerilmez.

** Yazının birinci kısmı şu linkten okunabilir: https://www.yeniduzen.com/kusburnu-icer-miyiz-birinci-kisim-151764h.htm

En son ne zaman mutluydunuz?

Birinci kısımda eksik kalan bazı noktaları tamamlamak açısından bu kısımda öncelikle Mert’in hayatına ve Oktay ile aralarında geçen konuşmalarına bakmak faydalı olacaktır. Mert’in varlığı sistemin ve özellikle ikili ilişkilerin post modern tezahürünü vermesi açısından göz ardı edilmemelidir. Mert’in karısıyla olan ilişkisini Oktay’a anlattığı şu replik bize adeta günümüz evliliklerinin sürmesindeki sırrı verir: “Biz Çiğdem ile ne yapıyoruz biliyor musun, işte eve ne alınacak, araba değişecek mi, çocuk hangi okula gidecek falan bunları konuşuyoruz. Ha bir de milletin ilişkisini konuşuyoruz, dedikodusunu yapıyoruz. Yani kendi ilişkimizden hiç bahsetmiyoruz, hep elalemin ilişkisinden bahsediyoruz, yıllardır böyle”.

Kimsenin kendisiyle ilgili düşünmediği, kendisini en yakını görünen eşine bile açmadığı bir evrende, temel ihtiyaçları konuşmak ve hep diğerlerini çekiştirmek üzerinden giden diyaloglar belki de şu an bir ilişki sürdürmenin en kolay yolu olarak görünüyor. İlişkideki her kriz anında yeni bir ev, araba almak, ya da bir çocuk daha yapmak o ilişkinin prangalarını gevşetiyor gibi görünse de, Mert değil Oktay gibi birazcık düşünmeyi seçen biri için günün sonunda yeni bir varoluşsal krizden başka bir şeye sebep olmuyor aslında. Sizi ilişkide tutan hissiyat mutluluk değil de alışkanlık olduğunda, o alışkanlığı sürdürmek onu bırakmaktan hep daha kolay oluyor; zaten şu anki dünyada da insan hep daha kolay olanı yapmıyor mu? Yeni bir düzen kurmak yerine, eski alıştığınız koşullarda devam etmek için, her gün aynı yoldan aynı ofise gitmek daha konforlu göründüğü için, yıllardır hayatınızda olan insandan ya da salondaki vazodan vazgeçemediğiniz için, yavaş yavaş ruhunuzun öldüğünü hissetmemek için, hep başkalarından, onların kötü evliliklerinden, asi çocuklarından, aldıkları evlerden, gittikleri tatillerden, sosyal medyadaki yansımalarından konuşmak daha kolay geliyor. En son ne zaman mutluydunuz sorusu akla gelecek gibi olduğunda, konforun ve güvende olmanın verdiği rahatlıkla başedemediği için genelde yeni bir objenin (tatil, ayakkabı, hobi) verdiği anlık rahatlama ile zihnin en derin yerlerinde bastırılıyor. Bunu dizide Nil’in estetik merakında, Oktay’ın punk sevdasında, beyaz yakalılarımızın haftasonu eğlence olarak gittiği seminerde, Anakara’nın popülerleştirilme çabasında izlerken, orada olan herkesin mutlu olduğuna kendisini ikna etmek için diğerlerine yaptığı abartılı ve yüzeysel davranışlarla bunu biz de hissettiğimizde, anlık olarak kendimize soruyoruz en son ne zaman mutluyduk diye.

Dizide Mert ile ilgili diğer önemli konu da attığı tweetin ne olduğu bize gösterilmeden hissettiklerinin verilmesiydi.  Aynı durum, son zamanların popüler “Gibi” dizisinde “Sokak Röportajı” bölümünde de karşımıza çıktı. İçeriğini hiç öğrenemediğimiz, Gibi’de röportajı veren karakterin “hemen hepimizin kendi aramızda gündelik olarak konuştuğumuz, ev içerisinde alelade gündelik şeyler” olarak tanımladığı röportaj ve Mert’in Oktay’a bile söylemediği sadece sarhoşken attığını ve küfür içermediğini bildiğimiz tweeti yüzünden iki karakterin de bedel ödemesi bana Kafka’nın Dava romanını hatırlattı. Romanda suç işlediğini bilmeyen bir adamın  yargılanacağını okuyoruz ama kitap bittiğinde adam idam edilmesine rağmen suçun ne olduğunu öğrenemiyoruz. Aynı şekilde hem Uysallar’da hem de Gibi’de karakterlerin suçlarının ne olduğundan öte, suçu belirleyen iktidarın gücünü sorgulamak için Kafkaesk bir gönderme var. Çünkü suç, tarihsel siyasal ve sosyal bağlamda anlamlandırılan, iktidar tarafından belirlenen bir kavramdır. Kısacası neyin suç olup kimin suçlu olduğu, yaşadığı toplumdan bağımsız bir şekilde anlaşılamaz; bunu en trajik şekilde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Nürnberg duruşmalarında deneyimledik ve hala bugün yapılan soykırım ve mülteci tartışmalarında ya da genel olarak savaş suçlarında bu tartışmaları yaşıyoruz. Bu sebeple önemli olan Mert’in tweetinin ne olduğu değildir, günümüz koşullarında herhangi bir cümlenin suç teşkil etmesi ve bunun bedelini ödememek, işini, hayatını hatta saygınlığını kaybetmemek için Mert’in çırpınışlarıyla beraber aslında bireyselliğini kaybetmesi ve sürünün bir parçası olmasıdır. Konu bizi yine aynı ikileme sürükler; özgür olmakla normlara uyan ideal birey olma çelişkisinde yine kayboluruz; hem de bu kez sadece 280 karakterle sınırlı olan içeriğini bile bilmediğimiz bir tweetin içerisinde...

“Cehennem Başkalarıdır”. J. P. Sartre

Yazının ilk kısmında bahsettiğim gibi, senaristin finalde Jean Paul Sartre’ın “Çıkış Yok” oyununa gönderme yaptığını düşündüğüm için diziyi ve bilhassa finalini varoluşçu felsefe açısından yorumlamak dizide gösterilen günümüz insanlarının görünmeyen motivasyonlarını anlamamız açısından gereklidir. 

Dizi, Uysallar ailesinin örnek cezaevi hücresinde birbirleriyle yüzleşmek zorunda bırakılmasıyla son bulur; dürüstçe birbirlerine itirafta bulunup bulunmayacakları ise seyirciye bırakılmıştır. Bir anlamda her bir birey, diğer bilinçleri bir cehennem olarak görerek, sırf orada başkaları olduğu için kendi kurduğu sahte kişiliği ile yüzleşmek zorunda kalarak dizi bitmiştir.

20. yüzyıl’ın en değerli düşünürlerinden Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” cümlesi, ilk bakışta insanların sosyal ortamda birbirlerine rahatsızlık vermeleri üzerinden okunsa da, Sartre’ın yaşam felsefesi bağlamında düşündüğümüzde daha derin bir anlama sahiptir. Sartre’ın bu cümleyle demek istediği gerçek cehennemin insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi olduğudur; diğer insanlar ise bu süreçte bir araç olduğu için, bireyin cehennemi olarak tanımlanır. İnsanların sizin cehenneminiz olması size verdikleri zarar yüzünden değil, sizin kendinizi bulma ve kendinizle yüzleşme sürecinizde sizi buna mecbur bırakmasındandır. Cümlenin geçtiği tiyatro oyununda Sartre, tam da Uysalların’ın finalindeki gibi bir hücrede üç kişinin ölümden sonra cehennemde buluşmalarını anlatır. İçerisinde ayna olmayan ve ışıkların da kapanmadığı hücrede bu üç kişi, vicdanları, bireysellikleri ve buna ulaşmak için araç olarak kullandıkları diğer kişilerle başbaşa kalmışlardır. Uysallar ailesinin diğer kişilere gösterdikleri personaları ile toplumun içerisinde herhangi bir suçları olmadığı gibi, bu üç kişinin de aslında birbirine karşı işledikleri bir suçları yoktur ve herkes masum rolünü oynamaktadır. Oyunda çok geçmeden herkes suçlu olduğu için odaya yerleştirildiğini anlayınca suçlarının bedelini nasıl ödeyeceklerini düşünmeye başlarlar. İşte bu noktada bedel, diğer insanların varlığı üzerinden şekillenir. Dizide de karakterlerimizin toplumda var oldukları maskeleriyle aslında bir suçları olmadığı açıktır, fakat herkesin birbirinden gizlediği büyük sırları vardır ve bu sırların açığa çıkması yıllardır özenle inşa ettikleri “ideal” karakterlerini yıkacak güçtedir. Nil, kocasını aldattığının ortaya çıkmamasını ister, Oktay ailesini terk etmeye çalışmış olduğunun, Olcay ise ölen karısının bakıcısı ile karısı yaşarken birlikte olduğunun bilinmemesini ister. Tüm bu gerçekler, yarattıkları karakterlerinin aslında tam tersini istediklerini diğerlerine gösterecek güçtedir. Zorla bir hücreye kapatıldıktan sonra da, oradan çıkmanın tek yolu birbirlerine bunları itiraf etmek olduğu için, esas cehennemleri diğerlerinin varlığı, onlara itirafta bulunmaları böylece de kendi benlikleri ile barışmaları olarak ortaya çıkar.

Bu noktada diğer kişilerin varlığı bireyi kendisiyle yüzleştirmesi açısından hayati bir öneme sahiptir çünkü dizide de beklenen bireyin itirafta bulunurken kendisiyle hesaplaşması ve kendisinin aslında “kim” olmak istediğini anlamasıdır. Bireyin kendisini nasıl gördüğü ve karşıya nasıl göstermek istediği ikilemi de burada anlamlandırılması gerekir. Oktay’ın dışarıya yansıttığı iyi eş ve baba karakterinin altında gizlenen punkçı ve ailesini terketme ihtimali olan kararsız adam karakteri ikileminde hangisinin gerçek olduğu belki de Oktay tarafından bile bilinmemektedir. Aynanın olmadığı bir hücrede, Oktay dışarıya yansıttığı yüzünü ya da benliğini sadece diğerleri aracılığı ile görebilecek, diğerlerinin varlığını kendisini anlamak için bir araç olarak kullanmak zorunda kalacaktır. Ayna metaforu Sartre’ın oyununda da vurgulanır ve aynasız bir ortamda bireyin kendisini başkalarına gösterdiği şekilde görememesi acı veren bir durum olarak belirir.

Birey, dışarıya/ötekine/topluma cesur bir birey olduğuna dair bir imaj çizdiyse, aynadan kendisini bir başkasının gözünden gördüğü için artık kendisini cesaretli olarak tanımlamaya başlayabilir. Dizi özelinde konuşursak, birey kendisini her anlamda ideal bir eş, ebeveyn, toplumun standartlarına göre  başarılı biri olarak konumlandırıp o role bürünürse, artık kendisini bu sıfatlarla tanımlar. Doğru ya da yanlış, başkalarına kendinizle ilgili anlattığınız hikaye sizin kendinizi tanımlama şeklininizi de belirler. İnsanlar özellikle post modern dünyada kendi benliklerini yarattıkları hikayeler aracılığı ile kurar, bu sebeple de karşısındaki insanların kendileri ile ilgili gördükleri imaj bu hikayelerde kurgulanan imajdır. Daha açıkça belirtirsek, hikayemizde kendimizi nasıl kurgularsak, diğer insanlar bizi öyle tanımladığı için artık o kişi oluruz/ o kişi olduğumuza dair yaptığımız rolü daha çok benimseriz. İşte böylesi bir gerçeklikte, aynanın eksikliği diğer kişileri daha da önemli kılar; onların gözleri artık ayna görevini üstlenir ve bireyi itiraf sürecine götürür. Diğerleri bireye ayna tutarak kendisini gösterir ve kendisiyle yüzleşmesini sağlar.

Uysallar ailesinin de cezası, o kapalı hücrede birbirlerine mahkum olmaları ve bugüne kadar rol yaptıkları diğerlerini yüzleşme aracı olarak kabul etmeleridir. Bu kez de Nil’in üzerinden gidelim; Nil’in yazdığı hikayede üniversiteden sonra çalışma hayatında yer edinmeyi tercih etmeden, aile hayatına gömülen, orta yaş krizinden çıkmak için estetik operasyonlardan medet uman bir kadın var; hayatına dair istediği tek değişiklik kırışıklarının olmaması. Nil’in hikayesinde görünen karakter bu iken, gerçekliğinde eşini aldatan/aldatmak üzere olan, bir şirkette çalışıyor taklidi yapıp bekar bir kadın olarak kendini tanıttığı arkadaş çevresinde tamamen farklı bir hayat yaşayan kadın var. Bunlardan hangisinin gerçek olduğu Oktay’ın ikili karakteri gibi Nil için de bir muammadır, kendi sözleriyle Nil araftadır: “çünkü aslında benim derdim ne biliyor musun; bu bedenle bu akıl aynı yerde değil, aynı mekanda değil, aynı zamanda değil. Ne zaman ayrıldılar birbirlerinden ben bunu bile bilmiyorum, ama işte ikisinin de apayrı dünyaları var, bambaşka hayatları var. Onun için de işte, ya bu akıl birine aşık oluyor, öbürü ondan nefret ediyor, ya da ne bileyim biri kavga ediyor, öbürü barışıyor. Biri affediyor, diğeri asla, biri sürekli konuşuyor, öteki sürekli susuyor. Ben işte bu ikisinin arasında gide gele gide gele, ya araf işte araf”.

İşte bu haldeyken, Nil kapalı bir odada kendi yazdığı hikayeyi bilen ve onun ne düşündüğünü, ne istediğini umursamayan ailesi ile yüzleşmek zorunda kalır. Zaten aile olmak da bunu gerektirir; sevgi ile kurulan birlikteliğin, sorumluluklar arttıkça görev halini alan eylemlerin ortaklığında bulunmayı gerektirir, isteyerek değil mecburiyet olarak yapılan aktivitelerle artık sizden bağımsız olarak orada duran aile kurumunu sürdürmek için kendinizden vazgeçmenizi gerektirir. Çünkü toplumun genel kabulü bu şekildedir ve sosyal hayattaki normlar ideal olmak isteyen herkesi aynı kalıba sokar. Finaldeki kapalı odada, Nil eski yazdığı hikayeyi bırakıp artık kendisiyle yüzleşecek mi, diğerlerinin gözündeki nesne olmak yerine yeniden özne olacak mı diye göremesek de, sonuca değil burada bahsettiğim ikileme odaklanmak daha yerinde olacaktır. Olması beklenen ya da istenen yüzleşme neden orada kapalı kalan ve “aile” olan insanlar için bir sorun teşkil eder? Birinci kısımda detaylı anlattığım gibi, insanlar maskeleri ile yaşadığı için. Kendinden bile vazgeçen anneyi oynamak toplumun doğrusu olduğu için, Nil’in maskesi fedakar annedir; insanlar korkak olduklarında kahramanı, köle olduklarında özgürü oynarlar, burada belirleyici olan bireyin düşleri ve arzuları değil, size dayatılan kalıplardır.

“Hiç kimse bana benden söz etmiyor, ben kendim, bazen kendimi bulmakta zorluk çekiyorum” J. P. Sartre

Sartre’a göre insanlar “her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleri ile çevrili yaşar; başına gelen herşeyi onlar aracılığı ile görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır”. İşte burada bireyin yalnızken olan hali ile toplumda var olan halinin arasına büyük bir duvar örülür. BEN ve KENDİM birbirinden çok farklı kavramlardır ve ancak biz yalnız kaldığımızda bu ikisi aynılaşır. Başka biri ya da birileriyle olduğumuz anda diğerlerine gösterdiğimiz yüzümüz onlara sunduğumuz “ben”imizdir; “kendi”miz değil. Kısacası sosyalleşirken, diğer kişiler bize sıfatlar yüklerken ve bizi artık bunlarla tanımlamaya başlarken bizim gerçekliğimizi öldürürler; tabii ki bunu bizim yarattığımız hikayeye dayanarak yaparlar ama suçluya değil de sonuca odaklandığımızda, elimizde kalan sonuç kendiliğimizi kaybettiğimizdir.

Bilince sahip yegane varlık olarak insanın elinde iki seçenek var; hayatı bir hikaye anlatıyormuş gibi yaşamak ve o hayatı gerçekten yaşamak. İkisinin aynı anda olması mümkün değil; daha doğrusu mümkün olsa bile en fazla dizideki koşullarda gerçekleşebiliyor. Hayatı yaşamayı seçtiğinizde özgürlüğünüzden ödün vermeden, varlığınızın sürekli bir oluşum ve değişim içerisinde olduğunu kabul ederek sizin dışınızdaki herkesten bağımsız bir şekilde hayatınızı tasarlar, her günü aynı şekilde değil, bilinciniz sizi yönlendirdiği şekilde yaşarsınız. İkinci seçenekte ise kendi hayatınızı bir başkasının hikayesiymiş gibi anlatırken yaşarsınız, bir başka deyişle sizin dışınızdaki insanların sizi tanımlamasına izin verirsiniz. Toplumdaki normlara uymak, ailenizin istediği şekilde yaşamak, “doğru” olduğu için belirli şekillerde davranmak hem bireyselliğinizi öldürür, hem de sizi köle yapar üstelik tüm bunları siz fark etmeden gerçekleştirir.

Fakat insan olmak, düşünme, seçme ve harekete geçme özgürlüğüne sahip olmayı gerektirir. Doğru olan birden fazla olasılığa sahip hayatlarımızda bu özgürlüklerimizle yaşayacağımız hayatı inşa etmemiz iken, çoğunluğa göre doğru olana saplanınca hayatımızın sahibi değil de Uysallardaki gibi toplumun ve sistemin köleleri oluyoruz. İnsan olmanızın amacı kendini gerçekleştirmek iken, sizin amacınız “ideal” olanı gerçekleştirmek oluyor; sonra gelsin zanaxlar gitsin botoxlar. Dizideki tüm karakterler bu çıkmaz içerisinde kendilerini kaybetmiş köleler olarak beliriyor; hikayelerine bakınca her şey çok olması gerektiği gibi, olasıklıların içerisinden belki de en iyisi ama insanı en iyinin mutlu ettiğini kim söyledi ki?

Mutsuz ama olması gerekeni yaşamanın bir de sorumluluk almama açısından yararı ya da rahatlığı var diyelim. Nil’in ailesi yüzünden bugüne kadar kendisi için bir şey yapmadığını vurgulaması, Oktay’ın sis yüzünden kaçamaması, komşu kadının yaşadığı ilişki yüzünden eve hapsolması gibi detaylar aslında onların farklı bir hayat istemelerine rağmen hep başka faktörlerden dolayı orada devam ettiklerini gösteriyor. Sanki içerisinde bulundukları koşulları en başından kendileri yaratmamış, sanki doğdukları an o hayata fırlatılmışlar gibi bir sanrıyla kendi hikayelerini yazamamaları böylece sorumluluktan kaçarken psikolojilerini rahatlatmalarına, bir yandan da insanlıklarını kaybettiklerinin farkında olmamalarına sebep oluyor. Onlar görünmeyen zincirlerle oldukları yerlere daha çok bağlanırken, başkaları; Moloz ve Denizler gibi, hayatın dayattığı her şeye, etrafı saran tüm sise karşı gelerek kendilerini yaratabiliyorlar. Bir yanda Uysal ailesi gibi ideal olarak kendini göstermeye çalışırken hiç bir şey olmanın ötesine geçemeyen insanlar var, bir yanda da kendi gerçekliğinde kendi hikayesini kendisi için yazan, etrafındaki farklılıklara ve başkalarının var oluşuna saygı gösteren Molozlar var. Dizinin başında Havva’nın elmayı yediği sahnede sunulan çelişki gibi, ideal olan Uysal ailesinin hayatı cennet olarak görünürken cehennem olarak bir kapalı odada bitiyor, fakat istenmeyen ama gerçek olan Molozların hayatı özgürlüğün, samimiyetin ya da dünyadaki cennetin içerisinde sonlanıyor. Evet, cehennem ölümden sonraki evrende değil, cennet sandığınız  dünyanızda, uyandığınızda taktığınız maskede, istemeden gittiğiniz iş yerinde, gençliğinizde söz verdiğiniz aileyi bir ömür sürdürmeye çalışma amacınızda, değişmesin diye ugraştığınız hayat standartlarınızda, ağız tadınızda, alışkanlıklarınızda ve aldığınız her nefeste. Cennet görünümlü bir hayatta Uysallar gibi köle olmakla, gerçek cenneti yaşayan Molozlar’ın ikileminde anlam bulmaya çalışan bizlerin belki de kulak vermesi gereken Milton’un sözleridir: “Cennette köle olacağıma, cehennemde kral olurum”.

 


Kaynakça:

                Jean Paul Sartre, No Exit, and three other plays (United States: Vintage Books, 1989).

                Jean-Paul Sartre’dan aktaran William L.Randall, Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler: Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme (İstanbul: Ayrıntı, 1999).

                John Milton, Paradise Lost (London, 1667).

Bu haber toplam 3476 defa okunmuştur
Gaile 492. Sayısı

Gaile 492. Sayısı