"Kuyuya atılan kafatasını, yanlış kuyuda aradıydılar..."
Tarih 21 Temmuz 2010. Kayıplar Komitesi'nin o günkü yetkilileri Kallis, Okan Oktay ve Murat Soysal'la birlikte Afanya'da okulun arkasındaki kuyuyu aramıştık ve araştırma yapmıştık...
Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:
“Yıllar önce Kayıplar Komitesi’nin kazı yaptığı ve içinde bir kafatası aradığı kuyuyla ilgili olarak yakın geçmişte yeni bir şeyler öğrenmiş bulunuyorum. İki kamyon gübre karşılığı alınıp Ercan’da yakalanan ve bir kuyuya atılan kafatasını, yanlış kuyuda aradıydılar…
Kayıplar Komitesi sanırım o kuyuyu kazmıştı ve bir şey bulamamıştı – o kuyu hala açıktır – sanırım kazı sonrası tam kapatılmadığı için, köylüler içine çöp atmaktadır.
Bir arkadaşım bana, “Kazı yapılırken gördüm, yanlış kuyuyu kazarlardı ama bu işlere bulaşmak istemedim” diye anlattı. “O kafatasının atıldığı kuyu, kazılan kuyudan yaklaşık 100 metre kadar uzaktadır…” dedi.
Eğer Kayıplar Komitesi o civardaki kuyuları araştırırsa, aranmakta olan bir “kayıp” Kıbrıslırum’a ait kafatası bulunacaktır. Sözkonusu kuyu, kapalı bir kuyudur, şiroyla biraz kazılırsa, kuyunun ağzı bulunacaktır.”
Bu okurumuza verdiği bilgiler için çok teşekkürler.
Bir “kayıp” Kıbrıslırum’a ait kafatasının hikayesini, bundan yaklaşık on yıl kadar önce bu sayfalarda yayımlamıştık ve hatta bir Kıbrıslırum okurumuzla birlikte Afanya’ya giderek kafatasının atılmış olabileceği kuyuyu Kayıplar Komitesi’ne göstermiştik. 21 Temmuz 2010’da Kayıplar Komitesi yetkilileriyle Afanya’ya yapmış olduğumuz bu ziyaretle ilgili olarak, o günlerde özetle şöyle yazmıştık:
“… Kıbrıslıtürk şahide teşekkür ediyoruz, onu Abohor’a bırakıp yolumuza devam ediyoruz. İstikamet: Afanya... Yanımızda bir de Kıbrıslırum şahit var.
Afanya’daki (Gaziler) iki kamyon gübre karşılığı bir tıp öğrencisi için toplu mezardan çıkarılan kafatasının hikayesini yıllar önce bu sayfalarda kaleme almıştım. Bu öyküyü tekrar hatırlatayım:
İstanbul’da tıp okuyan Afanyalı (Gaziköy) tıp talebesi bir kız, bir gün babasından bir kafatası istemiş. Babası da Afanya’daki (Gaziköy) köy kahvesine giderek buradaki şirocuyu bulmuş...
“Kızım doktor olacak, profesörleri ödev verdi, bir insan kafatası üzerinde çalışacak. Bana bir kafatası bulabilin?” demiş.
Şirocu da, “İki kamyon gübre verirsan, istediğin kafatası olsun” demiş.
Böylece kızın babasıyla şirocu anlaşmışlar. İki kamyon gübre karşılığı bir kafatası...
Şirocu derhal 1974’te öldürülüp kilisenin arkasında bir dere yatağına gömülen çok sayıda Kıbrıslırum’un bulunduğu toplu mezara gitmiş. Onları kendisi gömmüş olduğu için, yerlerini biliyormuş zaten. Toplu mezarı açıp içinden bir kafatası almış ve anlaştığı adama götürmüş. Karşılığında iki kamyon gübreyi almış. Tıp öğrencisi Afanyalı kızcağız da babası kendisine kafatasını bulduğu için çok mutlu olmuş. İstanbul’a okuluna döneceği zaman kafatasını el çantasına koyup Ercan Devlet Havaalanı’na gitmiş. Tüm bu olayların 1995 yılında ya da o civarlarda meydana geldiği sanılıyor. Kız el çantasını “scan”dan geçirirken, görevli polisin ağzı açık kalmış çünkü “röntgen cihazı”nda kafatasını el çantasında görmüş. Kıza “Bu ne?” demiş. Kız da, “O benim ödevimdir, babam o kafatası için tam iki kamyon gübre verdi, sakın almayın kafatasını!” demiş.
Polis olaya derhal el koymuş, şirocu ve kızın babası Meriç (Mora) karakoluna çağrılmış, kafatasına da el konmuş...
Şimdi yanımızda bulunan Kıbrıslırum şahit, bu öykünün devamını bazı Afanyalı Kıbrıslıtürkler’den öğrendiğini anlatıyor bize. Bazı Afanyalı Kıbrıslıtürkler’in iddiasına göre, polis bu kafatasını Afanya’da okulda görevli bir öğretmene vermiş, “Al bunu da yoket, başımıza bela oldu” demişmiş.
Öğretmen de bu kafatasını alarak okulun arka bahçesindeki bir kuyuya atmış...
Kıbrıslırum şahit ve Kayıplar Komitesi yetkilileriyle okulun arka bahçesine gidiyoruz... Telli alanın dışındayız çünkü kuyunun bu civarda bir yerde olduğu söyleniyor. Derken, Kallis dikkatimizi çekiyor ve bizi çağırıyor. Okulun arkasındaki değirmenin kuyusuna işaret ediyor. “Kayıp” kafatasının atıldığı söylenen kuyu bu mu acaba?
Kuyunun ağzı açık ama biraz aşağıya doğru baktığınızda, içinin toprakla doldurulmuş olduğu anlaşılıyor. Eğer bu alanda başka kuyu yoksa, demek ki Afanyalı bazı Kıbrıslıtürkler’in sözünü ettiği kafatasının atıldığı söylenen kuyu bu olabilir. Bu konuda Kayıplar Komitesi’nin kendi araştırmasını yürüterek bu alanda başka kuyu bulunup bulunmadığına bakması gerekecek...
Lefkoşa’ya geri dönüyoruz... Bir gün sonra da Sihari’ye (Kaynakköy) gideceğiz ama bunu da bir başka yazımıza bırakalım...”
(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler… Sevgül Uludağ - 26 Temmuz 2010)
Devam edecek...
BİR FİLM…
“Kayıplarla Yaşayabilmek: Snijeg”
Koray Soylu
Snijeg, Aida Begic’in ilk uzun metrajı ve filmografindeki en ses getirmiş yapım olarak Bosna Hersek ve yakın geçmişinin savaş, yıkım ve kayıplarını merkezine alıyor. Yugoslavya’nın yıkılışını takiben, 1990’ların başından ortalarına değin süren ve Balkanları kaosa sürükleyen iç savaşın hatıraları ve travmalarının bıraktığı tortuları odağına yerleştiren Aida Begic, hikâyesi için kendine bir Bosna köyünü seçiyor. Köye bir deney odasıymışçasına yaklaşan yönetmen; köy, köy yaşamı, köyde yaşayanlar ve onların girift ilişkileri üzerinden bir savaş sonrası örgütlenmenin, hayatta kalmaya çalışmanın, yoklukları her an enselerinde onları takip eden kadınların varoluş mücadelelerini anlatma derdine düşüyor.
Snijeg, merkezine aldığı köyü neredeyse tamamen kadınlardan oluşturarak savaşın getirdiği en bariz kayba, erkeklerin ölümlerine vurgu yapıyor. Köyde erkek olarak yalnızca, henüz çocuk olan Ali ve köyün en yaşlısının kalması, hayatta olan erkekler üzerinden de tüm ergin ve genç erkeklerin kayıplarının altını çizerken bir anlamda da bu ücra köyün geleceksizliğini, adeta ölümü bekleyen pasifliğini gözler önüne seriyor. Öte yandan Snijeg, bu savaş sonrası – bir nevi erkekler sonrası- köyü, pasifliğine ve onu sarmalayan geçmişin travmatik birikintilerine rağmen hayatta kalmaya çalışan, yok edilmeye çalışılsa da ayakta kalmayı başarabilmiş bir imaj olarak kurguluyor. Öyle ki, kadınlar sıkı bir örgütlenme ve dayanışmayla hem ekonomik hem de kültürel sahnede var oluyor, savaş öncesi hayatlarının karakteristik kodlarının yaşam pratikleri uygulamaya devam ediyor. Filmin başrölünde yer alan Alma sabah ezanına uyanarak kalkıyor, abdest alıyor ve ibadetine katılıyor. Film boyunca karşımıza çıkan bu düzen, sıradan bir detay olmaktan öte, o köyle ve Bosnalı müslümanların ortak deneyim ve hafızasıyla ilişkili daha derin ve örtülü bir varoluş sembolüne dönüşüyor.
Öte taraftan Begic, kadınların erkeksiz yalnızlıkta (Bu betimlemeyi erkeksiz var olamayan kadınlar anlamında kullanmıyorum. Bahsettiğim erkeksiz yalnızlık; film boyunca bizatihi kadınlar tarafından dile getirilen oğul, baba, eş, erkek kardeş özlemini kastederek, sürekli hatırlanan bir erkek yokluğuna ithafen kullandığım bir betimleme.) bir arada kalabilme kabiliyetlerinin hakkını verirken, bir yandan da o köyü -tıpkı o köy ve Bosnalların olduğu gibi- her bir kadının ayrı bir hikâyesi olduğunu göstermek için kullanıyor Böylelikle kadınları aynı geçmişin ve deneyimin öznelerinden, farklı hayallerin ve gelecek planlarının sahiplerine evriltiyor. Bu anlamda Begic, Alma gibi, üzerinde ikamet ettikleri toprak parçasının ortak hafızasının getirdiği kudsiyete ve köyünü bir onur mücadelesinin simgesine dönüştürerek var oluşunu onun var oluşuna bağlayan bir duruşa da, Sabrina gibi kurtuluşu köyünü terk etmekte bulan ve o köyün geçmişinden soyut, gelenekleri umrunda olmayan karşı bir kutba da yer veriyor. Ancak, tüm bunlar, her bir kadının ayrı travmatik geçmişi ve acılarıyla nasıl mücadele ettikleri kadınları birbirlerinden hiçbir zaman tamamiyle başka yönlere savurmuyor, aksine, acıların yakınlığı ve herkesçe paylaşılabilir olması, onları birbirine bağlayan ve bir arada tutan ortak paydaları olmaya devam ediyor.
Öyle ki; köyün dışarıdan, o toprak parçasına ‘yabancı ve erkek’ kimselerce satın alınarak geçmişinden koparılmak istenmesi (bir anlamda kültürel bir katliama girişilme çabası) karşısında kadınlar kayıpların ve hafızaların ortaklığı etrafında bir araya gelerek taviz vermez bir duruş sergiliyor. Bu, Begic’in insanların her birinin öznelliklerini ve farklılıklarını göz ardı etmezken, tüm bunları aşan ortak toprak parçası ve geçmişin kudsiyetini vurgu yaptığı bir kahramanlık öyküsüne dönüşüyor. Kadınlar, erkek sonrası bir anaerkil örgütlenmede, cinsiyetleri aşan ortak paydaların etrafında onursal var oluşun ve kimliklerini muhafaza etmenin vaaz edildiği, katılımcı ve kapsayıcı bir söylemselliğin araçları hâline dönüşüyor ve kayıplarımızın ayırıcı olmaktan öte birleştirici bir unsur olarak var oluşları nasıl da mümkün kılabildiğini örnekliyor.
(FİLM HAFIZASI – Koray SOYLU – 21.2.2019)