Kuzey Kıbrıs Kahvehanesi
Kuzey Kıbrıs Kahvehanesi
Tufan Erhürman
Ahmet Hamdi’nin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Şehzadebaşı’ndaki kıraathaneyi anlattığı bölümü her okuduğumda, Kıbrıs’ın kuzeyindeki kahvehaneler, hatta biraz daha ileri gideyim, Kıbrıs’ın kuzeyinin büyükçe bir kahvehane gibi olduğu gelir aklıma.
Son derece ilginç bir yerdir bu kıraathane. Her şeyden ve herkesten önce sahibi ilginçtir. Hatta o kadar ilginçtir ki, Tanpınar onun “acayibi yaşanabilecek tek diyar gibi” seçtiğini söyler. Kıraathane sahibi İstanbul’un hemen hemen yarısını tanır ve onun bir kişiyle dost olması için bir kere karşılaşması yeterlidir. Bu adamın bir başka özelliği de ömründe bir gün bile, bırakın ciddi olmayı, ciddi görünme zahmetine katlanmamış olmasıdır.
Samimiyet bu kıraathanede yalnızca oranın sahibinin özelliği değildir: “Herkes bir defa rast geldiğiyle ertesi gün senli benli olurdu. Hiç kimsenin öbüründen saklı bir sırrı yoktu. Kirli veya temiz bütün çamaşırlar ortada idi. Herkes onları istediği gibi evirip çevirir, koklar, münasip bulduğunu etrafına ehemmiyetle gösterirdi”.
Samimiyet o kadar ileri boyuttaydı ki, kim ve hangi sosyal statüye sahip olursa olsun, herkesin bir lakabı (Tanpınar’a göre hususi adı) ve hayatından büyük bir dikkatle seçilmiş, görülür görülmez hatırlanan ve herkese hatırlatılan, adeta onun kim olduğunu anlatan bir iki hikayesi vardı.
Kahvehanedeki hayatın en dikkat çekici yanlarından biri de orada yapılan konuşmalardı. Tanpınar’ın kahramanlarından biri olan Doktor, oradaki konuşmalardan ve bu konuşmalar sayesinde öğrendiklerinden son derece hoşnuttu. “Bu kadar aydın bir kalabalığı nerede bulabilirim” diye soruyordu. Ona göre, hepsi ihtisas sahibi olan bu insanların tümü memleket meselelerinin içindeydi ve sade bu meselelerle yaşıyorlardı. Herhangi bir gazetede bu kahvehanede bulduğu kadar havadis bulması imkansızdı.
Oysa başkahraman Hayri İrdal Doktorla aynı görüşte değildir. Ona göre, “Doktorun memleket meseleleri ve aydın konuşmalar dediği şey hakikatte alelade dedikoduydu”. Kaldı ki İrdal’a göre, kahvehanedeki konuşmacılar da anlattıklarının içeriğinden çok anlatma tarzına odaklanmış durumdaydılar. “En sıhhatli vaka bile söyleniş tarzı için anlatılırdı. Burada konuşma yalnız kendisi için, konuşanların kabiliyeti içindi ve daha ziyade sevilmiş bir eserin, yahut oyunun tekrarına benzerdi ve sohbet bir ortaoyunu gibi evvelden tayin edilmiş şartlarla devam ederdi”.
Kahvehanedeki konuşma ortamının en ilginç yanlarından biri de yeni ve özellikle de ciddi fikirlere tahammülsüzlüktü. “Hakikaten yeni bir fikir veya meselesi olanların sözü ilk defalar sadece nezaket ve biraz da tecessüs yüzünden dinlenirdi ve daima uyanık olan muhit muhayyilesi onu şakaya en müsait yanından yakalayana, yahut kendi seviyesine indirene kadar öyle kalırdı. Bütün ciddi şeyler böyleydi. Bir kere alelade çapkınlığa, Karagöz şakasına, pederasti hikayesine veya ortaoyunu taklidine indirildikten sonra kabul edilirdi”.
Tanpınar’ın anlattığı bu kıraathane benzemiyor mu buradaki kahvehanelere, meyhanelere, ciğercilere falan. Bunların sahipleri de Şehzadebaşı’ndaki kıraathanenin sahibi gibi adada yaşayanların (en az) yarısını tanıyan, onların bütün kirli ve temiz çarşaflarını bilen, acayibi yaşanabilecek tek diyar olarak seçen insanlar değiller mi? Oraların müdavimlerinin bir çoğunun da bir lakabı, diğer müdavimlerce bilinen ve kendisini tanımlamakta kullanılan bir iki hikayesi yok mu? Oralarda memleket meseleleri konuşuluyor, hatta memleket kurtarılıyor edasıyla anlatılanlar aslında alelade dedikodudan başka bir şey mi? Ortaya atılan her yeni ve ciddi görüş vasatın seviyesine çekilene kadar dalgaya alınmıyor mu?
Hatta Tanpınar’ın Doktoru gibi oralara sözde sosyolojik araştırma yapmak için gidenler bile, yine aynen Doktor gibi bir yandan memleketteki tembellikten (ülkemiz özelinde söylersek özellikle de kamu görevlilerinin tembelliğinden) dem vurup şikayetçi olurken aslında oralarda pinekleyerek tembelliğin daniskasını yapmıyorlar mı?
Dahası var. Hikayenin bir yerinde kıraathanenin müdavimlerinden birinin daha sonra vekil olmasıyla ilgili olarak şunları söyler Tanpınar: “Yıllardan sonra bu kahvehanede tanıdıklarımızdan birini bir vekil sandalyesinde gördük. Korkulacak derecede muvaffakiyetli bir politika adamı olmuştu. Fakat bu acayip kahvede onu tanıyanlar kendisine hala aynı gözle bakıyorlar, adı söylenince aynı şeyleri hatırlıyorlar, aynı hükümleri tekrarlıyorlardı”. Bu kısımda anlatılanlar nasıl da benziyor “Don Kardeşliği ve Haset” başlıklı yazıda anlatmaya çalıştıklarıma!
Okuyucu da aynı fikirde midir bilmiyorum ama ben ciddi benzerlikler buluyorum Şehzadebaşı’ndaki kıraathaneyle bizim ülkedeki kahvehaneler, meyhaneler ve ciğerciler arasında. Hatta bir kez daha itiraf etmeliyim ki daha ileri gidiyorum ve bütün ülkeyi, devlet organlarıyla, daireleriyle, siyasal partileriyle, sendikalarıyla ve dernekleriyle birlikte aynen böyle bir kıraathaneye benzetiyorum.
Bu durumda herhalde umudun ancak böyle bir ortama yabancı olanda ya da bu ortama eleştirel gözle bakmayı becerebilende olduğu düşünülür değil mi? Gelin görün ki Tanpınar, romanın yukarıya aktardığım kısımlarında okuyucuda kıraathaneye eleştirel bir gözle baktığı izlenimini yaratan Hayri İrdal’a şunları söyletir: “Yavaş yavaş bu hayata ben de alıştım. Uysal kalabalık insana başta kendisi olmak üzere her şeyi unutturuyordu. İşimden çıkar çıkmaz bir soluk oraya uğruyor, daha ilk adımda, sanki bir başkası oluyor, günlük üzüntülerden uzak, yalnız şakadan bir aleme giriyordum”.
Hülasa pek fena bir kıraathanedir Tanpınar’ın anlattığı. Oraya yabancı olanların bile bir süre sonra alıştığı, atmosferde dolaşan virüsten nasibini alarak eleştirel aklı ve gözü kaybettiği, uyum sağladığı, dışa kapalı, içeriye girmek isteyenleri içine aldıktan sonra kapılarının otomatik olarak hızla kapandığı bir mekandır.
Bu mekana giriş kolaydır; ama galiba Şehzadebaşı’ndaki kıraathaneye bir kez girenin oradan çıkışı yoktur!
(Not: Bu yazıdaki alıntılar için bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul, YKY, 2001, s. 125-131).