Kuzey Kıbrıs’ta “Türk İşgaline Son!”
Elenleştirilmiş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türk toplumu üzerinde yaratmaya çalıştığı en güçlü, tehlikeli ve hatta en zararlı hegemonik propaganda aygıtı Kuzey’in Türkiye Ordusu tarafından 1974’de işgal edildiği ve şu anda da Kıbrıslı Türklerin işgal altındaki topraklarda yaşıyor olduğu iddiası ve ısrarıdır. Bu iddiayı ve bakış açısını “BİLİMSEL GERÇEKLİK” mertebesine yükseltmek, Elenleştirilmiş Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temel varoluş sebeplerinden biridir.
Üzücü olan, Kıbrıs Türk toplumunun azımsanamayacak bir kısmı (belki de %30’u), bu Rum devleti propagandasının yarattığı “BİLİMSEL GERÇEKLİĞİ” çok veya az bir biçimde zihninde, kalbinde veya ruhunda bir nebze de olsa içselleştirmiş olmalarıdır. Kıbrıs Türk toplumunun belli bir kesimi bu zihin kontrol propaganda mekanizmasını kendi rızası ile içselleştirdiği için buna hegemonyaya dayalı en zararlı propaganda aygıtı diyorum.
Hegemonya kavramı Gramscinin yöneten sınıfların alt sınıfları nasıl kültür eğitim ve sanat ile rızaya dayalı bir manipülasyon ve tahakküme tabi tuttuğunu açıklamak için kullandığı bir kavramdır. Rum çoğunluğun şiddetle gasp ettiği ve de tek taraflı ele geçirdiği 1960 ortaklık Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm vasıf ve araçlarını kullanarak uluslararası arenada ve yerelde Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci pozisyonunda olduğu propagandasını başarıyla yaymaya çalışıyor.
Birincisi Türkiye hükumetlerinin KKTC hükumetleri ile olan asimetrik ilişkisi işgal ilişkisi değil de fakto olarak var olan ama tanınmayan bir devletin kendi Patron devleti ile arasında yaşadığı asimetrik güç ve tek taraflı bağımlılık ilişkileridir. KKTC içindeki gazetecilerin bazıları patron devlet ile tanınmayan devletin arasındaki asimetriye bakarak Türkiye’nin Kıbrıs’ın Kuzey’inde de işgalci bir konumda olduğuna feveran etmeye çok meraklıdırlar. Bunun en bilinen örneği Şener Levent’in gazetesi Avrupa’dır. Ancak konu sadece Şener Levent ile de kalmıyor, birden fazla gazete, sendika veya aydın insanlar da buna patron devletin vesayet rejimi değil de işgali diyorlar. Onların bakış açısına göre işgal olabilir (20 Temmuz sabahı neden Kıbrıslı Türklerin Türk askerlerine koştuğu gerçeğini de işgal ile açıklasınlar) ancak dediğim gibi şu anda büyüyen “de facto var olup tanınmayan devletler” literatüründe KKTC-Türkiye ilişkileri daha çok tanınmayan devlet ile patron devlet arasındaki ilişkiye çok daha fazla benziyor.
Dolayısı ile buradaki işgal Rumlar’ın bahsettiği ve bizim de 1974 Barış Harekâtı dediğimiz adayı ikiye bölen ve Rumların Güney’de, Türklerin de Kuzey’de yaşamasını sağlayan 20 Temmuz ve 14 Ağustos askeri harekâtlarıdır.
15 Temmuz Faşist Yunan Darbesine mütakabiliyet olarak yapılmış olsa da neden bu olay Rum tarafı ve tüm diğer ülkeler tarafından işgal olarak kınanıyormuş?
BM’nin yer yüzünde ilahi adaletin tecellisi olMAdığını Amerika’nın Irak işgalinden biliyoruz ama neden Türkiye kınanıyor ona bakalım.
Rum tezinin sunduğu en güçlü arguman Garanti Antlaşmasına göre müdahale ancak 1960 Cumhuriyeti’ni yeniden tesis etmekle sınırlıydı. Doğrudur böyle bir madde vardır. Bu fikre göre Türkiye bunun aksini yapıp, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü tesis etmek yerine adayı ikiye bölüp Kuzey’ini yani yüzde 37’sini işgal etmiş oldu.
1960 ortaklık cumhuriyetini ilk ortadan kaldıran kimdir? Enosisci ve 13 maddeyi dayatmaya çalışarak etnik çatışmayı körükleyen ve de bizim liderliği geri dönme hususunda “güvenliğinizi sağlayamam” diyen Makarios değil miydi?
1960 eşit ortaklık üzerine kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ilk öldürüp Rum çoğunluğunun diktatörlüğüne dönüştüren Makarioscular (AKEL de Makarios’u destekledi), Türkiye ordusunun gelip de 1960 Cumhuriyeti’ne yeniden döndürmesini mi bekliyorlardı?
Türkiye ordusu Makarios’un ihlal edip kendi elleriyle öldürdüğü eşit ortaklık üzerine kurulu 1960 Kıbrıs Cumhuriyet’ini neden yeniden tesis etsin ki? 1960-1963 ve de 1963-1974 arasında Kıbrıslı Türklere yaptıklarını yeniden yapsınlar diye mi?
Türk ordusu halihazırda kendi arasında çoktan bölünmüş bir adayı ve de bölünmüş iki toplumu Kuzey ve Güney diye iki ayrı coğrafi bölgeye ayırarak sadece Türklere değil Rumlara da çatışmasızlık sürecini yaşatmıştır. 1963 ve 1974 arası üç beş köy hariç, tüm karışık kentlerde yoğun bir kavga ve iç çatışma mevcuttu. Türklerin Kuzey’e Rumların da Güney’e sabitlenmesi ve de sınırın çekilmesi iki çatışan toplum arasında barış değilse bile ateşkes halini getirmiştir. Tekrar ediyorum 1974 askeri harekâtlarında canını kaybeden tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, canını kaybeden ve de yerinden göç etmek zorunda kalan Rumların çektikleri acıları da vatan severlerimizin kalplerini açmaları gerektiğini savunuyorum.
Konumuza dönecek olursak, buradaki esas kafa karışıklığı mavi bayraklı takım olan Rum tarafının hem yerelde, hem de dünya arenasında oynadığı İKİ ŞAPKALILIK oyunudur. Gündelik yaşamda arzu ettiği gibi de-fakto olarak yarattığı ve bu yaratımda da Rum Çoğunluğunun egemen olup Kıbrıslı Türklerin de zoraki olarak AZINLIĞA düşürüldüğü TEK YANLI 1964 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden sonuna kadar nemalanmasıdır. İşine gelmediğinde de kendi bozduğu ve ortadan kaldırdığı EŞİT ORTAKLIĞA dayalı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın maddelerine sahip çıkarken, kendisini EŞİT ORTAKLIĞA dayalı 1960 Cumhuriyeti’nin devamıyMIŞ gibi de göstereBİLMEsidir.
Örneğin Hristotodulides Mustafa Alkan’a TV programında işgalden dert yakınırken üzerinden bir de “mülk haklarına saygılı olmalıyız” diyor. EŞİT ORTAKLIĞA dayalı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden nasıl zorla atıldığımızı, “ortaklık haklarımızın” Rum siyasi liderliği tarafından SAYGI duyulması gerektiğinden hiç ama hiç bahsetmiyor ama. Elbette herkes kendi ulusal çıkarı doğrultusundaki Kıbrıs Sorunu’ndan bahsediyor ve böyle de olmaya devam edecek.
Uzun lafın kısası, Rum siyasi liderliği duruma ve konjonktüre göre bukalemun gibi renk değiştiren ve iki farklı şapkayı farklı kombinasyonlarla kullanıp dünya sahnesinin önünde dans edeBİLME yetisine sahiptir. Karşında duran rakibi iyi tanıyıp gözlerimizi dört açmamız elzemdir. Bu Kıbrıs Cumhuriyet’i denen çift karakterli kardeşimiz, 1964 KARAKTERİ ile her gün bize ambargo uygulayıp bizi boğmaya çalışıyor, hem de bir yandan da “biz 1960 eşit ortaklı Cumhuriyeti’yik gardaş, biz sizi severik, sizin de hakkınız var burda canım benim, ah o eski günler gardaşcım ne severdik biz bir birimizi” deyerek bizim “Kıbrıslı milliyetçisi” kesimin aydınlarının kalplerine ve ruhlarına hitap edebiliyorlar! Kötülüğün doğasının ve ne olduğunu iyi bilip gözlerimizi ona açmayı tercih edersek, Rum tarafının göz göre göre ve çok uzun zamandır yaptığı bu kötülükleri görmememiz elde değil.
Rum tarafı kötülük yapma yetkisini de jure olarak maalesef 1964 yılında 186 no. lu BM kararı ile almıştır. BM sağolsun tüm ada adına böyle bir yetkiyi Rum siyasi liderliğine vererek, Rwanda ve başka yerde yaptığı gibi etnik temizliğe seyirci kalmanın yanında, bir de Rum siyasi liderliğini Kıbrıslı Türkleri daha da çok ezme yönünde cesaretlendirmiştir. Denktaş’ın toplum lideri olarak ağladığı karardır 186 no.lu karar ve Kıbrıslı Türklerin sesini ve soluğunu tüm dünyadan keserek (derin dondurucuya veya buzdolabına Annan Planı sonrası dönemde de konduk doğru ama ilk ve esasen 1964 yılında konduk), Rumlara BM ve uluslararası arenada imtiyazlı üstünlüğü vermiştir.
Benim bakış açım istediği kadar 186 No lu yasal olarak karar verilsin. 1964 yılında karar alınırken EŞİT ORTAKLIK üzerine kurulu 1960 Cumhuriyet’ı zorla bozulmuş ve Kıbrıslı Türkler nezdinde herhangi bir MEŞRU’luğu kalmamıştır. Karar yasal olabilir ama MEŞRU DEĞİLDİR. Rum tarafı 186 no lu kararın yani 1964 yılında kazandığı imtiyazının üzerine basarak 1974’ü yasal olmayan bir işgal gibi gösterme yetisine haiz. Onlara göre 1974 Barış Harekâtı yasal olmayabilir ama aşağıda da anlatacağım üzere Barış Harekâtı birçok açıdan MEŞRU’dur.
Neden mi? Birincisi 1960 Cumhuriyeti iki toplumlu Federasyon olarak kurulurken, ortaklardan biri (azınlık), çoğunluk tarafından ortaklıktan atılmış ve Anayasa’nın değiştirililemez maddeleri çiğnenmiştir. Liberal teorisyen John Locke da hayat, özgürlük ve mülk haklarını gasp eden bir rejime karşı başkaldırının meşru olduğu söylemektedir ta ki o çiğnenen haklar geri verilsin.
Öyleyse Türk ordusunun 20 Temmuz ve 14 Ağustos askeri harekâtları nasıl bir işgaldir?
İkincisi Türk ordusu 1974 yılında 1960 Cumhuriyeti’ni işgal etmedi, Kıbrıslı Türkler’i zorla ve dayatmayla azınlık statüsüne düşüren Makarios ve onun TEK YANLI 1964 Kıbrıs Cumhuriyeti rejimine mütakabiliyet uyguladı ve 1974 ile oyunun kuralları değişti. Buna göre artık 1977 ve 1979 Antlaşmaları ile bulunacak çözüm iki toplumlu olan 1960 Cumhuriyet’ine dönüş değil İKİ BÖLGELİ (kuzey ve güney) ve SİYASİ EŞİTLİĞİN uygulandığı yeni bir FEDERASYON sistemi olacaktı!
Öyleyse bu nasıl bir işgaldir?
BM nezdinde hazırlanan Annan Planı denilen plan Türk Ordusunun 20 Temmuz ve 14 Ağustoz harekatları ile tamamladığı YENİ DURUMUN ÜZERİNE kurulu bir plandı. Kıbrıslı Türklerin Yüzde 65’inin evet dediği, Kıbrıslı Rumların yüzde 76’sının hayır dediği Annan Planı.
BM’nin iki bölgeli iki toplumlu siyasi eşitliğe dayalı diye parametre olarak ilan ettiği ilkelerin ortaya çıkmasını sağlayan 20 Temmuz ve 14 Ağustos askeri harekâtları nasıl bir işgaldir?
İlginç biçimde BM ve Rum Tarafı Türk Ordusuna işgalci diyor ama Türk Ordusu’nun 74 harekatı ile getirdiği yeni prensipleri de bir taraftan tanıyıp iki toplum nezdinde ve de tüm dünya gözü önünde de referanduma koyuyorlar.
Öyleyse bu hem BM, hem de Rum tarafı açısından nasıl bir işgaldir?
1974 Barış Harekâtı biz Kıbrıs’ta Türklere Makarios tarafından çalınan ve gaspedilen siyasi eşitliğimizi (ortaklığımızı) ve de iki bölgelilik esasına dayalı bir yeni federasyonu hayal edebilmeyi hediye etmiştir. Bu hayali de, BM’in bizzat kendisi, Annan Planı ve öncesinde çıkan birçok planı onaylayarak kabul etmiştir.
Peki o zaman BM nezdinde Türk ordusu nasıl işgalcidir?!
Tüm bu siyasi çelişkileri rağmen Rum tarafı niye ısrarla mütemadiyen ve her fırsatta “Türk ordusu işgalcidir, bizim Kıbrıslı Türklerle bir sorunumuz yok ancak Kuzey Türk ordusunun işgali altındadır” diye söyleyip duruyorlar.
Bir an, kuzeydeki Türk işgalının gerçek olduğunu ve de bunun 2 + 2 eşittir dört gibi bilimsel bir veri gibi içselleştirdiğinizi veya yarım seviyede içselleştirmiş olduğunuzu düşünün veya varsayın.
İçinde olduğunuz ve eviniz olan bu işgal altında olan toprak parçasında sizce hiç güneş doğabilir mi?
Çözüm olana kadar da işgalin üzerinde oturan Kıbrıslı Türkler olarak kendi kendinizi suçlu ve kötü hissetmekten başka elinizden ne gelir? Zira ikincidir, Rum tarafı çözümden kaçıyor ancak Kuzey’in işgal edildiği tezinden hiç sapmıyor. İşgali bırakın KKTCyi bırakın, Kıbrıslı Türkler’in yaşadığı bölgeye “Kuzey Kıbrıs” denmesine dahi Rum Devlet’inin tahammülü yok. Bu zihniyetin hegemonik olduğu bir Rum toplumu, işgalin parçası olan iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı bir Federasyon’a nasıl evet desin?
Hal böyleyken işgal altındaki topraklarda yaşayan Kıbrıslı Türkler hiç bu toprakları verimli hale getirebilir mi? İşgal altındaki topraklarda yapılan herhangi bir şey düzgün olabilir mi?
İşgal altındaki topraklarda gerçekten çiçekler açıp güzel kokular yayabilir mi?
Devleti sahte, üniversitesi sahte, ve hastanesi sahte olan işgal topraklarında herhangi bir iyilik ve güzellik yapmak mümkün olabilir mi? Kısacası işgal altındaki topraklarda insan sevgisi hiç yeşerebilir mi?
Kısacası 1964 Rum Devleti kara propagandası sadece Rumlara değil Rum partiler aracılığıyla Kıbrıslı Türklerin bir kısmını (özellikle alternatif sol) Eflatun’un mağrasına tıkıp o mağaranın içinde suçluluğu (bilinçdışı veya üstü) içselleştirdiği için başı öne eğik ve de ezik bir biçimde gelecekte bir gün çözüm ile “kurtuluşlarının” geleceğini zannetmeye devam etmelerini sağlamaya çalışıcaktır. Annan Plan’ı ve Crans Montana’da olduğu gibi Rum tarafı son dakika golünü veya kazığını atıp, Platon’un mağrasında “barış ateşi” yakan güzel umutlu insanlarımızı defaatle hayal kırıklığına uğratmaya devam edecektir.
Ne de olsa, Rum tarafının Türk Ordusu’na karşı sıcak savaşla kazanabileceği ve elde edebileceği herhangi bir zafer şansı yok. Ama Kıbrıslı Türklerin zihinlerini, kalpleri ve ruhlarını ele geçirirlerse işte o zaman küçük de olsa bir zafercik kazanma şansları olabilir.
Bunu gören ve farkında olan insanlara çok önemli görevler düşüyor. Kesinlikle Rum tarafının bu TOKSİK kara propagandasına maruz kalmış ve yarı içselleştirmiş insanlara karşı “Rumcu”, “Rum sever” veya benzeri bir yafta yapıştırılmaMAlıdır. Bu insanlar bizim insanlarımız ve hepsini tek tek iyilikle güzellikle kazanmak bizim birincil vatani görevimiz ve borcumuzdur.