1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. LARNAKA İLE YAKIN ÇEVRESİNE BİR ZİYARET
LARNAKA İLE YAKIN ÇEVRESİNE BİR ZİYARET

LARNAKA İLE YAKIN ÇEVRESİNE BİR ZİYARET

Osmanlı döneminden başlayarak Kıbrıs’taki deniz nakliyat şirketleri başta olmak üzere yabancı konsolosluklara, askeri birliklere, ticari aktivitelere, hatta turizm faaliyetlerine bile ev sahipliği yapmış olan Larnaka kentinin tarihi geçmişimizde ayr

A+A-

 

 

Tuncer Bağışkan

 

Osmanlı döneminden başlayarak Kıbrıs’taki deniz nakliyat şirketleri başta olmak üzere yabancı konsolosluklara, askeri birliklere, ticari aktivitelere, hatta turizm faaliyetlerine bile ev sahipliği yapmış olan Larnaka kentinin tarihi geçmişimizde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kitium adıyla başlayıp İskele adıyla devam eden tarihi serüveni, Osmanlı ile İngiliz Sömürge dönemlerinden geçerek günümüze kadar gelmiştir. Adanın Osmanlı idaresine girdiği 1571 yılından hemen sonra Mağusa limanının ticari amaçlarla kullanılası yasaklanırken, onun yerine Larnaka’nın bir ticaret merkezi olarak gelişmesi teşvik edilmiştir. Avrupalılar, doğudaki etkinliklerini Osmanlı İdaresi’nin ikinci yarısında Larnaka üzerinden sürdürdüklerinden, limanı, yerli ve yabancı ticaret ile yolcu gemilerinin uğrak yeriydi.

Genellikle İskele adıyla bildiğimiz Larnaka kenti, değişik dönemlere ait kültürel varlıklarının yanı sıra, Osmanlı dönemine ait yapılarıyla da dikkat çekici kentlerimiz arasında yer almaktadır. Yıllar önce Giovanni Mariti, Sir Harry Luke ve Basil Stewart gibi yabancı yazarları celbeden tarihi güzelliklerini büyük oranda koruduğu izlenimi edinilmektedir.

 

ANILARIMDA İSKELE

İskeleyi ilkin 1950’li yılların ikinci yarısında tanıma olanağı bulmuş ve bu tanışıklığımız Kıbrıs Cumhuriyeti sürecinin kesintiye uğradığı 1963 yılına kadar devam etmişti. Genellikle o yılların yaz aylarında Meluşalı yeğenlerim Cemal ile Hüseyin Osman Karaoğluları’nın X 750 plaka numaralı Moris Minor arabasıyla Babutsa mahallesinin güneydoğu kumsalındaki denizine ailece gidip yıkanırdık. 1971 yılında ise oradaki kumsalda kurulu olan İstanbul plajındaki tek odalı galiflerden birinde eşimle bir hafta süreli bir tatil geçirmiştik. Bu kumsalın kaplumbağaların yumurtlama alanı olduğunu ise, bir gece gittiğimiz sinema dönüşünde, kumsaldaki yumurtalarından yeni çıkan yavru kaplumbağaların denize ulaşmak için adeta yarış yaptıklarını gördükten sonra öğrenme olanağımız olmuştu. Bu nedenle her İskele’ye gidişimde çocukluk ile gençlik anılarımı süsleyen Babutsa Mahallesi’nin daracık sokaklarını, kalenin güney cephesinden başlayıp güneye doğru uzanan deniz sahilini ve şu anda yerinde olmasa bile İstanbul Plajı ile çevresini dolaşmaktan zevk aldığımı belirtmeden edemeyeceğim.

2002 yılında kaleme almaya başladığım “Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Devri Eserleri” kitabına giren Larnaka’daki eski eserlerin fotoğraf çekimlerine, Kıbrıs’ın kuzeyi ile güneyinin geçişlere açıldığı 23 Nisan.2003 tarihinden hemen sonra başlamıştım. O sıralarda iki gün süreyle İskele ile yakın çevresinde bulunan Osmanlı dönemine ait eski eserleri ziyaret edip fotoğraflarını çekmiştim. Böylesi bir giriş yaptıktan sonra, şimdi de kent ile yakın çevresinde bulunan Osmanlı eserlerinin tarihi geçmişini anlatmaya başlayabilirim demektir.

 

LARNAKA KALESİ

 

 

Larnaka deniz sahilindeki Hurmacıklar yolunun güney ucunda bulunan Larnaka Kalesi, Kıbrıs’a gelen yabancı bandralı gemileri top atışlarıyla selamlama işlevini yıllar önce yitirmiş olsa bile, tüm ihtişamıyla ayakta durmaya devam etmektedir. Mevcut kale, Lüzinyan dönemine ait eski bir kalenin kalıntıları üzerine kesme taştan yapılmış bir Osmanlı devri yapısıdır. Kaleye girişi sağlayan Osmanlı Liman İdare Binası’nın lentosuda kaleyi yaptıran I. Sultan Ahmet’in Lalası Ferhat Paşa’dan övgüyle sözeden 1605/06 tarihli yazıt, lentonun üst başındaki niş içerisindeyse Sultan Abdülmecid’in tuğrası yer almaktadır. Kale 1624 yılında Rumeli Beylerbeyi Mehmet Paşa zamanında yeniden elden geçirilmiştir.

1760-1967 yılları arasında Kıbrıs’ta bulunan rahip Giovanni Mariti, kentin asayişi ile limanı kontrol etmek amacıyla kalede bir Dizdar başkanlığında Yeniçerilerden oluşan bir muhafız birliği bulunduğunu kaydetmiştir. Yabancı gemiler limana yanaşmak istediklerinde top atışlarıyla kaleyi selamlarlardı. Kaledeki askerler ise, gemilerin demirlemelerine izin verebilmek için durumu derhal Lefkoşa’ya bildirip talimat isterlerdi. Lefkoşa’dan olumlu bir yanıt alınması halinde, kaleden top atılmak suretiyle gemiler selamlanır, gemiler de bu selama ayni sayıda top atışı ile karşılık verdikten sonra gerekli muameleye başlanırdı.

         Osmanlı döneminde yapılan iki katlı gümrük binasının üst katındaki odalarda M.S IV-VII. Yüzyıllara ait Erken Hıristiyanlık devri sergilemeleri, M.S XI-XVI. yüzyıllara ait Bizanz duvar resimlerini yansıtan fotoğraflar ve M.S XII-XVIII. Yüzyıllara ait Sgraffito tekniğinde cilalı kaplar, metal tencereler, silahlar, miğferler, kılıçlar ve bir Osmanlı odası sergilemesi bulunmaktadır.

 

LARNAKA CAMİ-İ KEBİR (ULU CAMİ)

 

Larnaka Kalesi’nin hemen gerisindeki Ulu Cami (Cami-i Kebir), adına yaraşır bir şekilde tüm ihtişamıyla ayakta durmaya devam etmektedir. Aslında Osmanlı dönemi öncesinde Latinler tarafından “Kutsal Haç Kilisesi” adıyla inşa edilip kullanılan bir ibadet yeriydi. Ancak Sultan II. Mahmut dönemine rastlayan 1835/36 yılında Hanefi mezhebinden Seyit Elhaç Mehmet Ağa tarafından camiye çevrilmiş ve ayni adla oluşturulan vakfa kaydedilmiştir. Minaresi 1996 yılında vuku bulan yersarsıntısında kötü bir şekilde kaydığından restorasyonu çok uzun bir süre almıştır. İskele ziyaretim sırasında Caminin bodrumuna da görme olanağı bulmuştum. Bodrumda, yakın geçmişimizde Larnakalıların cenazelerini taşıyan ahşaptan yapılmış atlı cenaze arabası ile çeşitli mezarlıklara ait olduğuna inandığım Osmanlı dönemine ait mermerden yapılmış mezar taşları korunmaktaydı. Bu caminin o sıralarda Güney Kıbrıs’ta yaşayan müslümanların her türlü ihtiyaçlarını yerine getirmek amacıyla Libya’dan sağlanan finansmanla işlevini sürdürdüğünü oradaki görevlilerden Mısırlı Abdül Kalim Ahmet Hoca ile Şeyh Muhammet Havasi’den öğrenmiştim.

 

ZUHURİ TEKKESİ        

 

Larnaka’nın ticaret merkezinde bulunan Zuhuri Tekkesi dahilinde bulunan cami ile türbe 1860 yılında inşa edilmiştir. Cami ile türbenin yapılışıyla ilgili bir rivayet günümüze kadar gelmiştir. Rivayete göre caminin temellerinin kazılması sırasında, hiç bozulmamış durumda kefene sarılı bir ceset bulunmuş. Bunun bir veliye veya şehide ait olup olmadığı İstanbul’a sorulmuşsa da hakkında herhangi bir kayıt bulunmamış. Bu nedenle ona “Yerden çıkma” anlamından türetilen “Zuhuri Dede” (“Zuhuri Baba”) adı verilmiş. Bu nedenle cami inşa edilirken bitişiğine onun için bir de türbe yapılıp oraya defnedilmiş. O günden sonra burası Zuhuri Tekkesi olarak anılır olmuş. Cami ile türbenin güney bitişiğinde bulunan iki katlı yapı, önceleri Zuhuri Medresesi ile sibyan okulu olarak kullanılmıştır. İlkin Hüseyin Mecid Efendi’nin Evkaf-ı Humayun Nazırı olduğu 1865 yılında inşa edilmiş, daha sonraki yıllarda ise geliştirilmiştir.

Cami ile türbe 1989 yılında restore edilirken, Tekkenin çevresindeki dükkanların ise 1986 yılında yürürlüğe konan beş yıllık bir proje çerçevesinde restore edildiği bilgileri edinilmektedir.

 

TÜRABİ DEDE TEKKESİ

 

Lefkoşa-Larnaka anayolu üzerinde antik bir mezarlık alanında yer alan Türabi Dede Tekkesi büyük oranda yıkılmış olup sadece bir benzin istasyonu yanında bulunduğu kaydedilen türbesi günümüze kadar gelmiştir. İskele’yi ziyaret ettiğim o günlerde yandaki benzincinin uyarı ve yönlendirmesiyle yer altıdaki mezarın fotoğrafını çekmiştim. XIX. Yüzyılda Türkler tarafından Hasan Efendi Türabi Tekkesi adıyla bilinirken, Rumlar tarafından da Ay. Therapon adıyla bilinmekteydi. Bu nedenle burasının Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar tarafından ortaklaşa kutsal sayıldığı öğrenilmektedir.

1760-1767 yılları arasında Kıbrıs’ta bulunan Giovanni Mariti, tekkede görev yapan dervişler ile Abdalların gerçekleştirdikleri ayinleri detaylarına kadar kaydetmiştir. Mariti, tekkede görev yapan dervişlerin genellikle nazik olduklarını belirtmiş olmasına karşın, ahlaklarına ilişkin olarak şu bilgileri vermiştir:“Dönme ve kasılma ve kulağa korkunç gelen hayvani bağırmalardan oluşan dini eksersizleri güneş batımından üç saat sonra gerçekleşir. Bu arada bir tanesi devamlı bir şekilde Allah çağırarak zil veya davul çalar; sonunda ağızlarından korkunç köpükler gelerek yorgunluktan halsiz düşerler: Müslümanlar işte bu noktada santonların (Zındıkların) Tanrı ve Muhammed’le konuştuğuna kanaat getirirler. Kendilerine geldikten sonra bir ziyafet yaparak gençler ve kadınlarla çok çirkin bir şekilde ilişkiye girerler. Bu dervişler (santonlar) genellikle Müslüman kardeşleri tarafından pek saygıyla karşılanmazlar.”

 

TUZLA CAMİSİ

 

Larnaka’nın kuzeybatısında bulunan Tuzla Camisinin minaresi çok uzaklardan göründüğünden onu bulmakta zorlanmıyorum. Çok iyi korunmuş durumda günümüze geldiği her halinden belli oluyordu. Cami inşa edilmeden önce burada üç apsitli bir orta çağ kilisesi vardı. Bu kilise, Kıbrıs’ın Osmanlı İdaresi’ne girmesiyle birlikte minare, mihrap, mimber ve son cemaat yeri eklenmek suretiyle camiye çevrilir. Daha sonra ise 14 Mart 1823 tarihinde kurulanSilahtar Mehmet Ağa bin Mustafa Ağa Vakfı’na bağlanır. Son yıllarda mevcut yapının doğu ile güneydoğu bitişiğinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda saptanan temel kalıntılarından, ortaçağda buraya yapılan kilise yapısının da üç apsitli başka bir bazilikal yapı üzerine inşa edildiği belirlenmiştir. İç mekandaki sıvaların altında ise, kilise olarak kullanıldığı döneme ait bazı freskler saptanmıştır.

Caminin karşısındaki meydanda Tuzlalı Hacı Hamit (Abdülhamit) Bey’in 1897-1918 yılları arasında yaptırıp vakfettiği meydan çeşmelerinin son örneği yer almaktadır. Çok iyi durumda günümüze gelen çeşmeler arasında yer almaktadır. (Fotoğraf 6) Hayırseverliğiyle tanınan Hacı Hamit bey’in kurduğu vakıf aracılığıyla Akaça, İpsillat, Akurso, Ornuta ve Litrangomi gibi camilerin yapımına mali katkı sağladığı bilgileri edinilmektedir. Vasiyeti üzerine 18 Şubat 1918 tarihinde Hala Sultan Tekkesi mezarlığına defnedildiği biliniyor olmasına karşın, mezarlıktaki yerini ne yazık belirlememiz şimdilik mümkün olamamıştır.

 

HALA SULTAN TEKKESİ

 

Kıbrıs’ta Arap akınlarına bağlanan kutsal yerlerin başında gelen Hala Sultan Tekkesi, Larnaka kasabasının güneyindeki “Alyki” ile “Memlaha” adlarıyla da bilinen mevkide yer almaktadır.

Buradaki mezar ile türbenin, Arap akınlarının ilk başladığı M.S 647 veya M.S 649 yılının ilkbaharında Kıbrıs’a ikinci eşi Ubada bin al-Samit ile birlikte geldikten sonra burada katırdan düşüp boynu kırılmak suretiyle şehit olduğuna inanılan Peygamberin sütannesi Ummü Süleym’ın kız kardeşi (yani Hz. Peygamberin teyzesi) Hala Sultan’a (Ümmü Haram’a) ait olduğu yaygın olarak bilinmektedir. Bu nedenle İslâm alemi için kutsal sayılan Kabe ile Mekke’deki Hz.Muhammed’in mezarından sonra üçüncü sırada yer alan önemli bir ziyaret yeri özelliği taşımaktadır.

Anlatıldığına göre, kurulduğu tarihten sonra burası herkesten uzak bir hayat yaşayan dervişler tarafından yönetilmiş. Müslümanlar tarafından kutsal bir makam sayıldığından, Kıbrıs’ta Osmanlı idaresinden başlayarak I. Dünya Harbi’nin patlak verdiği 1914 yılına kadar Larnaka açıklarından geçen Osmanlı bandıralı gemiler bayraklarını indirirler ve top atışlarıyla Hala Sultan’ı selamlarlardı. Çok önemli bir ziyaret yeri olması nedeniyle Kıbrıs’a gelenler tekkeyi ziyaret etmeden adadan ayrılmazlardı

Hala Sultan Tekkesi’nin iki toplumlu UNOPS projesi çerçevesinde restore edildiğini ve restorasyon projesinin arkeolog-mühendis Edward tarafından üstlenildiğini 2002 yılında duymuştum. O sıradaki restorasyon çalışmalarının niye yavaş yürütüldüğünü ancak orasını ziyaretimde öğrenme olanağı buldum. Meğer çalışmalar sırasında bahçenin kuzeybatısında arkeolojik dönemlere tarihlenen bazı yapılar açığa çıkmış. Bu nedenle tekkenin restorasyonuna başlanmadan önce arkeolojik kazının itinayla yapılması gündeme gelmiş. Hayli zaman aldığını bildiğim bu kazılar sonrasında tekkenin, Klasik, Hellenistik ve Roma Dönemine ait bir yerleşim yerinin üzerine inşa edildiği belirginlik kazanmış. Zaten bu alanın eskiden beri Orta-Geç Tunç Dönemlerine (M.Ö 1900-1050) tarihlenen bir mezarlık alanının üzerine kurulu olduğunu ve Yunan tanrıçası Artemis Paralia’ya ait M.Ö IV. yüzyıl tapınağının da bu civarlarda bulunduğunu biliyordum. Tekkedeki son arkeolojik kazılarda açığa çıkan iki evin temelleriyle duvarlarının koruma altına alınıp ziyarete açılması ise benim için memnuniyet verici bir gelişme olmuştur.

 

EBU BEKİR PAŞA SU KEMERLERİ

 

Osmanlı döneminde nüfusu gün geçtikçe artan Larnaka kenti, yeraltı suları tuzlu olduğundan her geçen gün daha da susuzluk çekmekteydi. Larnakalı fakir insanlar ise, iki saat uzaklıktaki su kaynağından sağladıkları suyu sırtlarında kente taşıyarak su gereksinimlerini karşılarlardı. Bu nedenle 1746-1748 yılları arasında Kıbrıs’ta Üç Tuğralı Paşalık görevinde bulunan Ebu Bekir Paşa, Larnaka’nın su ihtiyacını gidermek için, kendi parasıyla sıra kuyular, köprüler, kanallar, çeşmeler ve diğer su tesisleri yaptırmaya başlamıştı. Ebu Bekir Paşa Larnaka kentinin yaklaşık 6 mil uzağındaki Arpera su kaynağından Larnaka ile Salines’e (Tuzla’ya) su akıtabilmek için ilkin su kaynağının çıkışındaki bazı yerlere çok sayıda kuyu kazdırmış ve bunların altlarını tünellerle birbirine bağlatmıştı. Suyolunun çukur yerler ile vadilerden geçirilmesi için de üç ayrı yere su köprüleri yapılmıştır. Arpera Deresi yanında olan ilk su köprüsü 50 kemerli, şimdilerde harabe durumunda olan ikinci köprü 12 kemerli ve o günlerde ziyaret etme olanağı bulduğum üçüncü köprü ise eski Çiftlik Paşa Köyünün vadisine kurulmuş olup 31 (veya 33) kemerlidir.

 Ebu Bekir Paşa’nın görevden alındığı Mart 1748 tarihinde inşaat tamamlanmadığından, adadan ayrılmadan önce, başlatılan inşaatın tamamlanması için zamanın saray Dragomanı Christophakis’e yeterince para bırakmıştı. Ancak yerine yeni gelen paşanın işi takip etmemesi, Dragoman’ın da inşaatı devam ettirmemesi nedeniyle başlatılan faaliyetler yarım kalmıştı. Bunun üzerine iki yıl sonra Ebu Bekir Paşa’nın Kıbrıs’a kendi adına vekil olarak gönderdiği İsmail Efendi’nin gayretleriyle inşaat Aralık 1750 tarihinde tamamlanmış ve bu arada inşaatı tamamlamayan Dragoman Christophakis, Kıbrıs valisi Haci Baki tarafından öldürülmüştür.

1879 yılında bu su kemerlerini gören Sir Samuel Baker bu konuda bilgiler vermiştir. 1750 yılında kemerleri ziyaret eden Drummond da onlar hakkında bilgiler aktarırken, kemerleri yaptıran Ebu Bekir Paşa’dan da övgüyle söz etmiştir. Bir yabancı olan Purchel ise, Ebubekir Paşa’nın yaptığı su vakfiyesini şu şekilde övmüştür: “XVIII. asrın karanlığında, Ebu Bekir Paşa’nın (1746-1748) valilik dönemi, geceleyen gemicilere yol gösteren bir fener gibi parlamaktadır”

Son olarak Sir Harry Charles Luke’nin su kemerlerine ilişkin söylediklerini de aktararak bugünkü yazımızı bu şekilde sonlandırmış olalım: “Bekir Paşa’nın su kemerleri ve dükkânlar Vakfiyesi, Koca Bekir Paşa diye de anılan bu şerefli Paşa’nın umum halka hizmet aşkının güzel bir örneğidir. Bu büyük paşa hala şükranla anılmaktadır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 3199 defa okunmuştur