“Lefke’de bir Kıbrıslıtürk’ün hayatını kurtarmak isterken kendi hayatını kaybeden Omorfolu bir Kıbrıslırum’un hüzünlü hikayesi...”
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Bir zamanlar Lefke’de, bir Kıbrıslıtürk’ün hayatını kurtarmak isterken kendi hayatını kaybeden Omorfolu bir Kıbrıslırum’un hüzünlü hikayesini, çok değerli arkadaşımız, “I LOVE MORPHOU” (“OMORFO’YU SEVİYORUM”) sosyal medya grubu yöneticisi Hristalla Kart kaleme aldı...
Hristalla Kart’ın yazısını okurlarımız için özetle Türkçeleştirmeye çalıştık... Hristalla Kart arkadaşımız şöyle yazıyor:
*** Bu öykü, bir Kıbrıslırum’un, Omorfolu Hristos Dioridis’in bir Kıbrıslıtürk’ün hayatını kurtarmak isterken kendi hayatını nasıl feda ettiğini anlatıyor... İşte dünyamız bir zamanlar böyleydi, tertemizdi, milliyetçi nefretten yoksundu...
*** Ancak durunuz herşeyi baştan anlatalım. Bay Yangullis, bir süre önce bir şiir yayımlamıştı ve bu trajedinin öyküsünü aktarıyordu o şiir... O şiirden hareketle bu bilgileri alacağız... 1932 yılında Leymosun’da şair Kleanthis Savva, şöyle yazmıştı: “Büyük bir üzüntüyle iki Osmanlı’nın (Kıbrıslıtürkler’i kastediyor) ve bir polisin ölümlerine ilişkin bir şiir yazacağım. Bu, Lefke’de meydana gelmiş olan bir kazayla ilgilidir ve gelecekte tüm Kıbrıslılar’ın belleğinde kalsın diye bu şiiri yazacağım... Bu iki Osmanlı (Kıbrıslıtürk) Lefke’de yaşıyordu ve herkes onların nasıl öldüklerini duydu. Ayvaz, yardımcısı Derviş Ağa ile birlikte kuyuculuk yapıyordu, kanalizasyon için lağım çukurları kazmaktaydı... Polisin adı da Hristos idi ve M. Diyoridis diye imza atıyordu ancak Omorfo’da doğmuştu ve gerçek bir Omorfolu idi.” (“Diyoridis”in anlamı, Diyoriyoz yani Yorgoz köyünden demektir – S.U.)
*** Şairin yazdığına göre Hristos Mihalidis Diyoridis, 1889 yılında Omorfo’da dünyaya gelmişti. Babasının adı Mihalis Dioridis’di ve Diyoriyozlu (Yorgozlu) idi, annesinin adı Eleni idi. Dimitris ve Anastasia diye iki kardeşi vardı... Hristos 18 yaşına geldiği zaman polis olmuştu... 1922 yılında Hrisi Kolantis ile evlenmişti – Hrisi Kolantis, çok iyi tanıdığımız Andonis Kolandis’in kızkardeşi idi. Bu çiftin dört evlatları oldu. Kızları Helen, Hristofis Kuzis ile evlendi. Andonis, Mihail (Aigli Petridu ile evlendi) ve Hristos da oğlularıydı...
*** Şair, Hristos Diyoridis’le ilgili olarak şöyle yazıyor: “Hristos, 18 yaşında polis olmuş ve pek çok köy ve şehirde hizmet vemeye başlamıştı... Fakirlere yardım ediyordu ve kendisi de eğitim görmüştü... On sene önce Hrisi ile evlenerek kendi ailesini kurmuştu. İki oğlu ve bir kızı olmuştu ve eşi dördüncü çocuklarını bekliyordu... Şimdi bu kadın bu durumla nasıl başedecek?”
*** Kaza olduğu ve Hristos vefat ettiği zaman eşi Hrisi hamileydi son evlatlarına, kocası ölünce dünyaya gelen oğlularına kocasının adı olan Hristo’yu vermişlerdi. Bu çocuk da trajik biçimde henüz altı yaşındayken vefat edecekti...
*** Hristos Diyoridis, 25 sene boyunca polislik etti ve kariyeri boyunca Kıbrıs’ın çeşitli kentlerinde ve köylerinde hizmet verdi. En son atandığı yer, Pedulla köyü idi... 25 Temmuz tarihinde, bir başka dava için Lefke’deyken, Mustafa adlı bir kişi polis karakoluna gelerek yardım için çığlıklar atıyordu çünkü kendisi için bir lağım çukuru kazan usta kayıp çukura düşmüştü... Bu ustanın adı Ayvaz idi ve eski, dolu kuyuyu, yeni bir kuyuya bağlamaya çalışmıştı... Hristos Diyoridis çukura geldiği zaman yalnızca Ayvaz’ın başı görünüyordu lağım çukurunda... Hristos eğilerek onu yukarıya çekmeye çalıştı ancak eğildiği zaman bayıldı... Mustafa ona ipi tutması için sesleniyordu ama ondan ses çıkmıyordu. Bu arada Ayvaz da tümüyle lağım çukuruna gömülmüş ve kaybolmuştu içinde. Ayvaz’ın işçisi olan Derviş Ağa gelip onları yukarıya çekmeye çalışırken, çıkan dumanları soluyup öldü... O sırada artık hiç kimse bu lağım çukuruna girmeye cesaret edemedi...
*** Daha sonra madende çalışmakta olan iki İngiliz gelerek Ayvaz’ı oradan çıkardılar, Hristos ve Derviş’i ise Hasan adlı bir diğer Kıbrıslıtürk, bulundukları yerden çıkardı. Onları inceleyen doktor, herkesin boğularak öldüğünü söyledi. “Yüz kişi bile inmiş olsaydı bu çukura, kanalizasyondaki zehirli gazlardan ötürü hiçbiri de hayatta kalmayacaktı” dedi hekim...
*** İki Kıbrıslıtürk’ü Lefke’de defnettiler ve Hristos’un naaşını da Omorfo’ya götürdüler... “Birisi Hristos’u arabasına aldı ve bir saat süren bir yolculukla, onu kendi köyüne geri götürdü... Onunla birlikte Hristos’un eşi ve çocukları da vardı, iki de polis eşlik ediyordu kendisine...”
*** Mülazim olan (üsteğmen) Bay Apostolos, Lefkoşa’dan bir trompetçi getirtti ve ayrıca 12 polis görevlisi de silahlarıyla cenazeye eşlik ettiler, onu anmak için atış yaptılar... Cenaze töreni Omorfo’da Ayyorgi Kilisesinde yapılmıştı. Burada gene Omorfolular’ın dayanışması görülüyordu – cenaze geçerken tüm dükkanlar ve kahvehaneler kaptılıyordu ve gerek akrabalar, gerekse onu hiç tanımayanlar da cenaze törenine katılıyordu...
*** “Onu Ayyorgi Kilisesi’ne götürdüler, cenaze töreni orada yapıldı, oradan da mezarlığa götürdüler... Tüm Omorfolular dükkanlarını kapatıp cenazeyi takip ettiler... Ona minnet duyuyorlardı çünkü o iyi bir insandı ve insanlara çok iyilik etmişti...”
*** “Çocuklar ağladılar, anneler ve babalar ağladılar, 2 bin kişilik bir kalabalık katılmıştı onun cenaze törenine... Ona saygılarını gösterdiler ve veda ettiler, hem akrabalar, hem de onu hiç tanımayan yabancılar... Tabutunda cam bir açıklık vardı ve buradan onun yüzünü görebiliyorlardı... Nihayetinde tabutunu mezara koydular ve onu defnettiler, arkadaşları, akrabaları ve yabancılar onun için ağlıyordu...”
*** Hristos geçmişte de bir su kuyusuna düşen bir başka kişiyi kurtarmıştı ve şair bundan da söz ediyor... “O kadar iyi kalpli bir insandı ki, başkalarına yardım etmeye çalışıyordu ve böylece bir diğer şahsı da bir su kuyusundan kurtarmıştı... Çok derin bir su kuyusu değildi bu ancak Lefke’deki lağım çukuru, bundan çok daha farklıydı...”
*** “Bir polis olarak görevini yerine getiriyordu ve kendi hayatını düşünmeden yapıyordu bunu... İyi bir insandı ve bu iyiliğinden ötürü kendi hayatını kaybetti...”
*** Şair devamla, “Eğer başka birisi olsaydı bu durumda, “Başka Türkler yardım etsin bu Türk’e, bana ne?” diyebilirdi. Ancak o bunu söylemedi. O, bir Hristiyan olarak, bir Türk’ün hayatını kurtarmaya karar verdi ve onu kurtarmaya çalışırken, kendi hayatını kaybetti” diye yazıyor...
*** Gerçekten de bu son derece etkileyici bir öyküdür... Anısı sonsuza dek yaşasın... Şiir, Konstantinos Yiangullis’in koleksiyonundandır...
(“I LOVE MORPHOU” sosyal medya grubu yöneticisi Hristalla Kart’ın yazısını Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
BASINDAN GÜNCEL...
“Varlık Vergisi nedir, kimler etkilendi, neden tartışılıyor?”
Burak Abatay & Günce Akpamuk
İstanbul'da yaşayan Yahudi tüccar Leon Bahar, 1942'de İstanbul Valiliği'ne yazdığı mektupta, "Para ve servetten evvel vatanın selametini düşünen ve Türklüğün yapıcılığına inanmış bir ferdim" diyordu Varlık Vergisi'ne muhalefetini anlatacak zarif bir mektuba başlarken.
Bahar, o yıl Türkiye'de Varlık Vergisi'nin uygulandığı binlerce gayrimüslimden biriydi.
"Vücudumdaki kan, verginin kıymetine tekabül ederse feda olsun. Yeter ki bugüne kadar lekesiz yaşamışken arkama vatan vergisinden kaçmış hain damgası vurulmasın" diyordu mektubunda.
Yaşadığı ülkeye kendisini "yabancılaştırdığını" düşündüğü verginin yeniden hesaplanmasını istiyordu yetkililerden.
Son dönem Kulüp dizisiyle yeniden gündeme gelen Varlık Vergisi, tam 79 yıl önce 11 Kasım 1942'de TBMM'de kabul edildi ve bir gün sonra 12 Kasım 1942'de yürürlüğe girdi.
Ne amaçlandı?
Kanunla, İkinci Dünya Savaşı döneminde olağanüstü kazanç ve servete sahip olan kişilerden bir defaya mahsus olmak üzere vergi alınmasını öngörülüyordu.
TC Başbakanı Şükrü Saracoğlu, TBMM'de yaptığı bir konuşmada verginin amacının "piyasadaki para arzını azaltmak, fiyat artışlarının önüne geçmek ve Türk parasını kıymetlendirmek" olduğunu söyledi.
Vergi miktarlarının belirlenmesi ve toplanması amacıyla her ilde kurulan vergi tespit komisyonlarında şehrin en yetkili mülkiye ve mal memurları yer alıyordu.
Kanunda vergi oranı ile ilgili doğrudan bir ifade yer almazken, vergi miktarı ile ilgili tespit ve takdir hakkı da bu komisyonlara bırakılıyordu. Vergilerin tahsili için verilen süre ise 15 gündü.
Dönemin İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte, Varlık Vergisi uygulamasından vazgeçilmesinden yıllar sonra yazdığı "Varlık Vergisi Faciası" isimli kitabında, pek çok gayrimüslimden servetlerinin ve gelirlerinin çok üstünde bir vergi talep edildiğini yazacaktı.
15 günlük süre zarfında gayrimüslimlerin bir kısmının vergiyi ödeyemediğini kaleme alan Ökte, bir kısmının ise malı mülkü olmasına rağmen, vergi tutarını ödemek için yeterince nakit parası olmadığı yönündeki beyanlarını aktarıyordu. Bu kişiler gayrimenkullerini satışa koyduklarını söylüyor ve bu yüzden de devletten ek süre talep ediyordu.
Ancak bu süre verilmediği gibi, kanunda mükerrer olmadıkça vergilerle ilgili itirazların da yapılamayacağı belirtiliyordu. Mükerrer vergi itirazlarında ise miktarca çok olan alınıyordu.
Leon Bahar'ın hayatı, gazeteci ve yazar Nurten Yalçın Erüs'ün 2019 yılında yayımladığı "Şair, Edip, Dürüst Tüccar Leon Bahar'ı Takdimimdir" isimli biyografik romanla kamuoyuna yansıdı.
Kitapta Erüs, Leon Bahar'ın kızlarına da seslendiği, karısı Jenny'e yazdığı mektuplara ve çeşitli devlet görevlilerine gönderdiği dilekçelere yer veriyor.
Erüs kitabında dönemin politikasına da ışık tutarak, Başbakan Saraçoğlu'nun vergi hakkındaki kararlılığına yer veren gazete haberlerini de şu satırlarla aktarıyor:
"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır."
Nitekim öyle de oluyor ve Leon Bahar gibi vergisini ödeyemeyen çok sayıda gayrimüslim Erzurum'un Aşkale ve Eskişehir'in Sivrihisar ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderiliyordu.
Babasız büyümek
Trenlerle çalışma kamplarına götürülen gayrimüslimler Aşkale'de sert kış koşullarında kar küremek, yol süpürmek; Sivrihisar'da ise yol inşaatlarında taş kırmak gibi çeşitli işlerde çalıştırılıyordu.
Çeşitli kaynaklara göre çalışma kamplarına binden fazla kişi götürüldüğü tahmin ediliyor.
BBC Türkçe'ye konuşan "Aşkale Yolcuları - Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları" kitabının yazarı Rıdvan Akar, bir kaynağa göre 21, başka bir kaynağa göre ise 25 kişinin çalışma kamplarında yaşlılığa, üzüntüye veya koşullara dayanamayıp hayatını kaybettiğini söylüyor.
Erüs'ün kitabında yer alan dilekçelerden birisinde Leon Bahar, "Sayın Bakan, her saniyesi vatan için harcanması gereken değerli vaktinizden çaldığımın bilincindeyim" diye seslendiği bir bakana çaresizce, "İyice kuvvetsiz kaldığım bu ücra köyde bir yandan da içimde açılan yaralarla baş etmeye çalışıyorum" diyor.
Çocuklarına ve ailesine duyduğu hasreti dilekçesinde şöyle sürdürüyor Leon Bahar:
"Benden medet uman, 'baba' diye ağlayan yavrularımın yakarışlarını duyar gibiyim."
Şimdi İsrail'de yaşayan Leon Bahar'ın kızı Suzan Keer ise babasının kampta rahatsızlandığını ve kamp dönüşünün ardından kısa sayılabilecek bir süre içerisinde de hayatını kaybettiğini dile getiriyor. Keer, bu sebeple babasız büyüdüğünden, küçük yaşı itibarıyla da çok sıkıntılar yaşadığından bahsediyor.
Sermaye el mi değiştirdi?
Sermayenin gayrimüslimlerin elinden alınarak Müslüman Türklere verildiği yönünde yaygın bir kanı da o yıllardan beri kamuoyunun gündeminde.
Nitekim 10 Kasım 1943 günü CHP grup toplantısında konuşan Başbakan Saracoğlu da, bu kanının güçlenmesine "piyasaya hakim olan gayri Türk unsurları, vergi sayesinde bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline verecekleri" yönündeki sözleriyle olanak tanıyordu.
Akar da toplanan vergilerin yüzde 72'sinin gayrimüslimlerden tahsil edildiğini ifade ederek şunları söylüyor:
"Varlık Vergisi uygulamalarıyla birlikte sermaye güçlü bir şekilde, ticaret burjuvazisi içerisinde önemli bir yere sahip olan gayrimüslimlerden Müslümanlara geçti, sermaye el değiştirdi."
Araştırmacı Rıfat Bali ise bu tespite "kısmen" katıldığını aktarıyor ve şöyle konuşuyor:
"Birçok Türk Müslüman sanayici Varlık Vergisi sırasında yok pahasına satılan gayrimenkulleri satın alarak büyümeye başladı. Ancak 1950'den itibaren Türkiye'de kalmış olan gayrimüslimler yeni liberal ekonomi rejiminin altında kaybettikleri servetleri yeniden oluşturabildiler."
'Yok pahasına'
Ankara'ya yazdığı mektubunda Leon Bahar, yaklaşık 30 bin lira ederindeki mal ve mülkünün, "yok pahasına 11 bin liraya satıldığından, daha doğrusu el konulduğundan" bahsediyordu.
Varlık Vergisi'nin tahsilatında yapılan "keyfi uygulamalar" ise vergiyle alakalı başka bir tartışmaya konu.
Konu hakkında çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Ayhan Aktar, bu "keyfiyetle" ilgili Aşkale'ye birinci kafilede gönderilen, genç bir kereste tüccarı olan Parseh Gevrekyan'ın hikayesini anlatıyor.
Parseh Gevrekyan, sinema yıldızı Cahide Sonku'nun da sevgilisi. Sonku'nun da büyük aşkından sık sık bahsettiğini belirten Aktar, "Gevrekyan'dan 150 bin lira gibi acayip bir vergi isteniyor. O zaman Gevrekyan buna karşılık, 'Kerestenin kamyonu 25 lira. Kaç kamyon kereste satmalıyım ki bu vergiyi ödeyeyim?" diyor.
Aktar'a göre bu maliye bürokrasisisin erkeksi bir öç alma hikayesinden başka bir şey değil:
"Bir nevi, amiyane tabirle 'Var mı bizim mahallenin kızına sulanmak?' diyorlar."
O günün gazete başlıklarını hatırlatan Akar ise, "Yahudi bir tüccarın işhanı satıldığında, bu basına "En sonunda 'x' işhanı da millileştirildi" gibi başlıklarla yansıdı" diye ekliyor.
'İtiraz mümkün değildi'
Akar, kanunun ilan edildiği üzere herhangi bir ayrımcılığı içermediğini söylüyor ancak durumun fiiliyatta daha farklı olduğunu belirtiyor:
"Yasanın Meclis'ten çıkmasıyla beraber bu bir kapital ve varlık vergisiydi. Bu vergi tipi sadece Türkiye'de değil; Almanya ve İngiltere'de de uygulandı. İlhamını buradan aldığını varsayan bu yasa, ancak fiili olarak gayrimüslimlere karşı uygulandı. Vergi uygulamalarının eşitlik gibi unsurları vardır. Fiiliyattan hariç yazılı kanunun anti-demokratik yanı ise itiraz hakkı mümkün değildi."
Ayhan Aktar, bir daha yaşanmaması açısından Varlık Vergisi ve Aşkale'yi hatırlamanın önemli olduğunun altını çiziyor.
Türkiye'deki gayrimüslimlerin bu meseleleri her zaman yüreklerinde hissettiğini vurgulayan Aktar, ancak halkın büyük çoğunluğunun bu durumdan haberdar olmadığını söylüyor.
Keer'in sesi babası hakkında konuşurken hala titriyor. Üzüntüsü ve acısı dün gibi hissediliyor.
"Size bir tek şey söyleyeceğim" diyor ve şöyle devam ediyor Keer:
"Bir insan bir memlekette yaşıyorsa, o lisanı konuşuyorsa, kendini o millete adapte olmuş şekilde hissediyorsa o önemlidir. Ben kendimi nasıl Türk hissediyorsam, Türkiye de beni aynı şekilde kendisine ait hissetmeli. İsrail'e yerleşmemim sebebi de bu. Kocam Amerikalı idi. Amerika'ya da yerleşebilirdim kolaylıkla. Ama bir ülkede ikincil bir vatandaş olmak istemiyordum. Ben istediğimi konuşmalıyım. Burada konuşabiliyorum. Ama Türkiye'de neden konuşamayayım?"
(BBC - Burak Abatay & Günce Akpamuk – 11.11.2021)