“Lefke’den büyük bir dostluk öyküsü...”
Çok değerli arkadaşımız Hristalla Kart, yöneticisi olduğu sosyal medya grubu “I LOVE MORPHOU” yani “OMORFO’YU SEVİYORUM” grubunda, Lefke’de yaşanmış büyük bir dostluk öyküsünü kaleme almış... Değerli arkadaşımız Bumin Bezmen’in babası Şevket Derviş ile Omorfo’nun tanınan eczacılarından Nassos İsaya arasındaki bu dostluk öyküsünü Bumin Bezmen kaleme alarak Hristalla’ya vermiş... Hristalla, bu konuda şöyle yazıyor:
LEFKE’DEN BÜYÜK BİR DOSTLUK ÖYKÜSÜ...
“Bu etkileyici öykü, Lefke’den bir Kıbrıslıtürk ile bir Kıbrıslırum arasındaki derin dostluğun öyküsüdür. Bu öykü bize yalnızca barış içerisinde birlikte yaşamın olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda milliyetçi nefretten uzak gerçek bir sivil toplumun bulunduğuna da işaret ediyor.
Bu öyküyü bizimle gerçek bir Kıbrıslı olan, bu ülkeyi çok seven ve bu ülkenin özgürlüğünü görmek isteyen bir insan paylaştı. O, Lefke’den arkadaşımız Bumin Bezmen’dir ve bize babası Şevket Derviş ile çok iyi bilinen eczacı Nassos İsaya’nın dostluğunun onları nasıl birleştirmiş olduğunu anlatıyor... Bumin Bezmen’in İngilizce olarak kaleme almış olduğu bu öyküyü ben çevirdim... Bumin Bezmen şöyle yazıyor:
“BABAM ŞEVKET DERVİŞ İLE NASSOS İSAYA’NIN DOSTLUĞU...”
“Babam, 1948 yılında Larnaka’daki Amerikan Akademisi’nden mezun olduktan sonra Lefke Belediyesi’nde katip olarak göreve başlamıştı. Sonra annem Vedia Alifaik Müderris ile evlendi ve Lefke’de yaşamaya başladı. O günlerde Lefke Kıbrıs’ta nüfusu en kalabalık kentlerden biriydi, bunun nedeni Kıbrıs Maden Şirketi CMC’nin bu bölgedeki faaliyetleriydi ve burası Kıbrıslıtürkler’in, Kıbrıslırumlar’ın Ermeniler’in, İngilizler’in ve Amerikalılar’ın yaşadığı kozmopolit bir yerdi...
Lefke’deki tek eczacı Bay Athanassis yani Bay Nassos idi, onun kardeşi Diomidis ise tek hekim idi... (Bay Diomidis 1974’te darbe olduğu zaman Lefke’ye Kıbrıslırum askerler girdiğinde, Lefke’deki Kıbrıslıtürkler’e yardım etmişti...)
Babam işten sonra her gün Bay Nassos’un eczanesine gidiyor, orada birşeyler içiyor ve Nassos’la sohbet ediyorlardı. Çok iyi dost olmuşlardı, o kadar ki birbirlerine “Gardaş” diye hitap etmekteydiler... Bu dostluk yıllarca devam etti, ta ki EOKA ve TMT düşmanlıklarını başlatıncaya kadar... Lefkeli Kıbrıslırumlar, göç etmeye zorlanmışlardı, tıpkı başka karma köyle3rden Kıbrıslıtürkler’in köylerini terketmeye zorlandıkları gibi...
Bay Nassos ve ailesi göçmen olmuşlar ve Omorfo’ya yerleşmişlerdi, babam ise İngiltere’ye göç etmişti...
Günlerden bir gün, 2003 yılında barikatlar açıldıktan sonra annemle evimizin balkonunda oturuyorduk ki bir araba evimizin önünde durdu ve içinden iyi giyimli bir adam aşağıya indi. Bize el salladı ve bizim bu evin sahipleri olup olmadığımızı sordu. Ona evet diyerek onu davet ettim. Bize adının Stelyos olduğunu ve Bay Nassos’un oğlu olduğunu söyledi, Bay Şevket yani babam ve ailesini aramaktaydı. Biz de kendimizi ona tanıttık ve babamın seneler önce Londra’da vefat etmiş olduğunu anlattık kendisine... Babamı neden aradığını sorduk ona...
Öykünün devamını bie şöyle anlattı: Lefke’den kovulduktan ve Omorfo’ya gittikten sonra mali durumları çok kötüleşmiş... Babam bu durumu ve çektikleri acıyı öğrenince, onlara para göndermiş ve Londra’ya gelmeleri için bir de davetiye göndermiş. Bay Nassos babamın bu iyiliğini hiçbir zaman unutmamış ve ölmeden önce oğluna gelip bizi bulması ve teşekkür etmesini vasiyet etmiş...
Böylece aradan geçen 57 sene sonra barikatların açılmasını fırsat bilerek Lefke’ye gelmiş ve babasının son arzusunu yerine getirmişti, yani bize teşekkür etmişti... Tüm bunları bize anlatırken gözyaşları içerisindeydi, annem de gözyaşları içindeydi... Arabasına gidip bir buket çiçek çıkardı, anneme sarıldı ve bu çiçekleri ona verdi... Hepimiz de aynı zamanda hem üzgün, hem de mutluyduk...
O günden sonra bir kardeşim daha oldu, adı da Stelyos. Biz de birbirimize “Gardaş” dedik ve bu kardeşliğimizin arasına kimsecikler giremez...”
Hristalla devamla şöyle yazıyor: “Böylesi etkileyici bir öyküyü bizimle paylaştığın için çok teşekkürler Bumin... İyi olmanı dileriz... Fotoğrafta Nassos İsaya görülüyor. Üstteki resimde Omorfo’da geçmişteki eczanesi, alttaki resimde Lefke’deki eczanesi ve Lefke’de bu eczanenin bulunduğu sokak – bu sokağın adı eczacı Nassos İsaya’nın soyadını taşıyordu yani İsaya Sokağı idi bu sokak...” (Fotoğraf, “I LOVE MORPHOU” grubundan alınmıştır...)
“Şimdi Kim Kaldı İmroz’da? Mutlular Adasından Yasak Bölgeye: Gökçeada...”
Ege’nin küçük ama Türkiye’nin en büyük adası İmroz/Gökçeada, resmi görevliler hariç tamamı Rum nüfusu, kendi kendine yeten tarım, süngercilik, hayvancılığı ve anakaraya uzaklığıyla bir vakitler neredeyse kapalı bir dünyadır. Ahalisi yoksulluklarına rağmen çocuklarının eğitimine büyük önem verir, coşkulu panayırlar, ayinler ve buluşmalarla belirginleşen adaya has kültür ve geleneklerine düşkündür ve yüzyıllardan beri adanın ev sahipliği yaptığı irili ufaklı yüzlerce manastırın ve yetiştirdiği nice ruhbanın gösterdiği gibi dindardır. Yaklaşık 500 sene Osmanlı idaresinde kalan ada, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Güçlerinin komuta merkezi olur ve adadan ilk göç
dalgası da bu olayın sonrasında gerçekleşir. Daha sonra Lozan Antlaşması’yla yerel katılıma dayalı özel bir yönetim şekli oluşturulması hükmüyle Türkiye Cumhuriyeti’ne katılır. Ancak bu hükmün gereği hiçbir zaman yerine getirilmez ve İmroz, yeni adıyla Gökçeada, özellikle Kıbrıs meselesiyle birlikte Türk-Yunan geriliminin tam ortasına yerleşir. Artık İmroz, Azra Erhat’ın ifadesiyle “ilkçağ metinlerinde boyuna övülen ama dünyanın neresinde bulunduğu pek belli olmayan Mutlular Adası” değil, “Eritme Programı”nın devrede olduğu, açık cezaevi, devlet üretme çiftliği, yatılı öğretmen okulu ve jandarma er eğitim taburunun intikaliyle birlikte istimlakler, yerinden etmeler,- tehdit, tecavüz ve cinayetler ile zorunlu iskân politikalarının meşum damgasını vurduğu bir operasyon sahası, Sevgi Soysal’ın ifadesiyle “ortası dikenli tellerle bölünüvermiş bir özgürlük”ün yaşandığı bir “yasak bölge”dir.
Gazeteci ve yazar Serdar Korucu’nun hazırladığı “Şimdi Kim Kaldı İmroz’da,” 2020 sonbaharı ile 2022 yılı başına kadar Türkiye ve Yunanistan’daki dört yerde – İmroz/Gökçeada, İstanbul, Selanik ve Atina’da; konuşulan dört dilde – Türkçe, Rumca, İngilizce, Fransızca; 1960’lardan itibaren adada yaşananların, “ahalinin gidişinin” tanığı olan 28 İmrozlu görüşmeciyle yapılan mülakatlardan oluşuyor. Bu mülakatlarla okur hem İmroz’daki ‘eski’ hayatı hem de giden ve kalan İmrozluların arada kalmışlığını tecrübe ederken, gerek devlet politikalarının ‘operasyon sahası’ndaki etkisini gerekse de dönemin basınına tahrif edilerek yansımış ve genel kamuoyunun algısını belirlemiş bazı vakaları bizzat yaşayanlarından dinleyebiliyor. Bugün yeniden üretilmiş ‘otantik’ kimliğiyle turistik bir merkeze dönüşen Gökçeada’nın hâlâ yaşamakta direnen geçmişini, kültürünü ve umudunu hatırlamak için…
“Olan olmuş, ne olur?” denilmesin. Unutulmasın. Tarih olsun, diye...
SERDAR KORUCU’NUN RÖPORTAJINDAN BÖLÜMLER...
Kitabın yazarı Serdar Korucu, geçtiğimiz günlerde “Nehna” sitesine verdiği bir röportajda, konunun ayrıntılarına giriyor... Bu röportajdan bazı soru ve yanıtlar şöyle:
SORU: Bu dönemde uygulanan eritme programı, aynı zamanda bir varlık transferi. Çok düşük meblağlar karşılığı devlet Rumların topraklarını istimlak ediyor. Toplumsal cinsiyet yönü de var. Açık cezaevinde getirilen mahkumlar, özellikle adadaki kadınların güvenliğini ciddi anlamda tehdit ediyor. Fakat ben bu programın sebep olduğu ekolojik yıkımı sormak istiyorum. Zeytinliklerin yok edilmesi ve hayvan nüfusunun azalması, bu eritme programında nasıl bir yer tutuyor?
SERDAR KORUCU: Bu yıkımın öncelikli nedeni ada kültürüne uzak kesimlerin İmroz’a getirilmesi. Tüm anlatılarda da bu öne çıkıyor. İlk getirilenler Karadeniz’den oluyor. Sonra başka bölgelerden gelenler de, getirilenler de var. Kürtler adanın sakinleri haline dönüşecekler zaman içinde. Neredeyse tüm sonradan gelenler adanın iklimine, ekolojisine uzaklar. Yine İmrozlularla da konuştuğumuz gibi, adaya mesela Girit göçmenleri gelmiş olsa böyle bir “uyumsuzluk” hali yaşanmayabilirdi. Bu karar neden ve nasıl alındı, bilmek mümkün değil. Özellikle zorla getirilenlerin durumu zor. 1957’de Cumhuriyet gazetesi için Karadeniz’den getirilenlerle konuşan Ömer Sami Coşar, bölgedekilerin “Zeytin ağacı dikelim dedik. Bütün adada tutarken, nedense bizimkiler tutmadı. Balıkçılık yapalım dedik. Alet bulamadık” dediklerini aktarıyor. Bu da onların çaresizliğini gösteriyor. Ada onları, onlar adayı zorluyor. Sonuçsa, gittikçe kuraklaşan, kaynakları olması gerektiği gibi kullanılmayan bir ada ile doğayla uyum içinde yaşamayan bir kitle oluyor. Bu süreçte bazı gelenekler de tarihe karışıyor. Mesela adada eskiden her ailede domuz oluyormuş ve Noel’de kesiliyormuş. Bu da adanın Rum nüfusunun azalmasıyla ortadan kalkıyor.
SORU: 60’ların yıkımı henüz tamir edilememişken, 1974’teki Kıbrıs çıkarması geliyor. 74’ün İmroz’daki Rum nüfusu üzerindeki etkisi neydi?
SERDAR KORUCU: Akdeniz’deki bir adada yaşanan gerilim nasıl oldu da Ege’nin kuzeyinde Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindeki bu adayı etkiledi, işte bu hala konuştuğum tüm İmrozluların aklının almadığı, alamadığı soru işareti. 1960’ların ortasından itibaren askerileşen bu adada Yorgo Ksinos’un da anlatımıyla 1974’e kadar Rum nüfusu yarıya düşmüştü, buna rağmen hayat devam ediyordu. Üstelik mesut da denilebilecek bir hayat vardı. Cezaevine rağmen, askeri karargahların kurulmasına rağmen adada yaşanabiliyordu. Fakat 1974’te adada bazı “önlemler” alınıyor. İlk olarak ada Rumlarının elinden silahları alınıp adadaki Türklere dağıtıldığı sözlü anlatılarda yerini alıyor. Ayrıca adanın tüm Rum ileri gelenleri toplanıp kilisenin avlusuna kapatılıyor. Birkaç gün orada tutuluyorlar fakat bu durum adada “ilk önce onlar kesilecek” endişesinin doğmasına neden oluyor.
SORU: Kitaptaki anlatılarda 1980’lerde başlayan Turgut Özal dönemi yeniden bir rahatlama dönemi olarak anlatılıyor. Özal’ın adaya yönelik politikaları nasıldı?
SERDAR KORUCU: Özal’ın Menderes gibi yeni bir dönem başlattığını söylemek gerek. Turgut Özal’ın 1985’te daha önce Türkiye tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmiş olan Başepiskopos Yakovos ile görüşmesi bir milat oluyor. Bu temas sonrası İakovos adaya, doğduğu topraklarına dönebiliyor. Bunun dünyanın dört bir yanındaki İmrozluları yeniden adaya getirmedeki rolü büyük.
SORU: Tüm süreçlerin boyunca adada öldürülen Rumlar var. Bu şiddet İmroz’daki hayatı nasıl etkiliyor?
SERDAR KORUCU: Bu cinayetlerde yine sıklıkla tartışma konusu olan cezasızlık işliyor. Mira Metropoliti Hrisostomos Kalaycı’nın kitapta yer alan bir sözü var, “Unutmayın kötülük her yere yetişir, her yere ulaşır” diyor. Gerçekten de cezasızlığın beslediği kötülük adanın dört bir yanına ulaşıyor. Azra Erhat’ın 1960’lardaki seyahatinde ilkçağ metinlerinde övülen “Mutluluk Adası” olarak işaret ettiği bu ada, Sevgi Soysal’ın 1970’te yayımlanan Yürümek’inde yer aldığı gibi bir yasak bölgeye dönüşürken cinayetlere de kapı aralanıyor. Çok azının faili bulunuyor. Bu aşamada kitapta yer alan Nikos Dolduris’in sorusu aklıma geliyor soruna yanıt olarak: “Bir adada failler nasıl bulunamaz ki?”
SORU: 1980’lere gelindiğinde adadaki 7 bin Rum’dan geriye 300 kişilik bir nüfusun kaldığına vurgu yapılıyor kitapta. Rumlar adadan özellikle 60’lar ve 70’lerde göç ediyorlar. Fakat Yunanistan ve İstanbul gibi beklenen güzergahların aksine, Güney Afrika, Mısır veya Avustralya gibi farklı yerlere göç edildiği anlatılıyor. Neden buralar tercih edilmiş?
SERDAR KORUCU: En önemli neden vize alabilmek. Yurtdışında hangi ülke kolay vize veriyorsa, üstüne toplumun bir parçası önceden oraya gitmişse o rota öne çıkıyor. Bu güzergahlar içinde en ilgimi çeken yer Mısır. Ermeniler gibi, Rumlar için de bu ülkenin farklı bir yeri var. Mısır’da Osmanlı döneminden bu yana toplumun bir kesimi bulunuyor, bu nedenle göç sürecinde de tercih ediliyor. Güney Afrika, Mısır’dan sonraki en iyi tercih. Fakat bu ikisi dışındaki Afrika ülkelerine gidişin nedeni tamamen ekonomik. Çünkü ülkelerin dengesizliği ve tehlikeleri göze alınırsa iyi para kazanabilme şansı bulunuyor. Bu nedenle çoğunlukla kısa süreli para kazanma şansı olarak görülüyor. Yine anlatılara göre, 1960’lardan, 1970’lerden çok daha önce Avustralya’ya göç yaşandığı için bu ülke de tercih ediliyor.
SORU: Sanırım göç bahsinde Yunanistan’a özel bir parantez açmak gerekiyor, zira adalıların neredeyse hiçbiri -Yunanistan’da yaşıyor olsalar bile- bu ülkeyle özel bir bağ kuramamış. Bunun sebepleri nelerdi?
SERDAR KIRICI: Yunanistan’a kırgınlık var. Bu açık. İmroz meselesi elbette Türkiye’de 1960 darbesi sonrasında kurulan güvenlik temalı politikanın açtığı bir yara. Bir toplumun, bir kültürün yok edilmeye çalışılması. Fakat İmrozlularının eleştirilerinin hedefinde Yunanistan da bulunuyor. Pavlos Stamatidis “Türkiye vatandaşlıktan çıkarttı, Yunanistan vatandaşlık vermedi. Biz kimin vatandaşıyız?” diye soruyor anlatısında. Gerçekten de uzun yıllar boyunca Atina yönetimi İmrozlulara vatandaşlık vermiyor. Arafta kalıyorlar. Gitmekle, kalmak arasında bir yerdeler. Kendi durumlarını bugünkü mültecilerle kıyaslıyor İmrozlular. Mültecilere, sığınmacılara verilen hakların kendilerine tanınmadığını söylüyorlar.
Röportajın tamamını şu link’ten okuyabilirsiniz: