Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, Aliye Ummanel ve ‘EV’ “Ev” bir hayattır… Ve oyuncu ile seyirci arasındaki ‘dayatma’!
Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, Aliye Ummanel ve ‘EV’ “Ev” bir hayattır… Ve oyuncu ile seyirci arasındaki ‘dayatma’!
Cenk MUTLUYAKALI
Kıbrıs trajedisinin yarım asırlık geçmişinde “ev” dediğin sıradan bir “barınak” değildir.
EV, tarihsel süreçte sığınaktır, korkudur, terk ediştir, özlemdir, kaçıştır, bilinmezdir.
EV, anılardır, çocukluktur, acıdır, doğum ve ölümdür, bellektir ve hasrettir ev.
Evet, “Bir ev ev değildir sadece, bir hayattır…”
EV, ganimettir aynı zamanda…
EV, müzakere masasında pazarlıktır.
EV, yarındır, acılı yurtlarda bilinmezdir.
Sahnede “EV”
Yazar - Yönetmen Aliye Ummanel, yeni kuşak sanatçı dostları ile birlikte Kıbrıs Türk tiyatro hareketine bir karakter değişimi yaşatıyor.
Sahnede “rol” yapmadan adeta yaşıyor oyuncu, kendi özgürlüğünü ve özgünlüğünü hissettiriyor.
Oyuncu ile seyirci ve oyun ile seyir arasındaki ilişki “dayatma” içermiyor.
Ya da bu dayatma, giderek silikleşiyor.
Aliye Ummanel ve Lefkoşa Belediye Tiyatrosu, içimizde filizlenen hatta ormanlaşan öyküleri, yeni metotlarla, seyircisini hem şaşırtan hem de sahnenin içerisine çeken bir üslupla sahneliyor.
Evrensel dil, yerelle bütünleşerek tutkulu bir yolculuğa çıkıyor.
Tiyatromuzdaki (belki Lefkoşa Belediye Tiyatrosu diyeceğim ama zaten ‘tiyatromuz’ da bu) temel değişimi en yalın şöyle özetlerim: “Abartısız, duygulu ve daha yaratıcı.”
“KAYIP” oyunundan sonra bu kez “EV”de hissediyoruz bu yeni karakteri.
“Savaş savaştır, göç de göç”
“EV” yine Kıbrıs ülkesinin dramını anlatıyor.
Tıpkı “KAYIP” oyununda olduğu gibi ağır bir hüznün içerisine ustaca serpiştirilmiş gülümseten diyaloglar, an’lar üzerinden kısa spotlarla ilerleyen kurgu, izleyiciyi öyküye bağlı tutan dengeli bir gerilim ve giderek yükselen bir tansiyon var.
Yazar, oyunun finalinde ustalığını yine ortaya koyuyor ve hep düşüneceğiniz bir soru asıyor belleğinize, gözlerinizdeki ıslaklıkla uğurluyor sizi “EV”den eve…
Kıbrıs’ta geçiş noktalarının açılmasının ardından “evlerimiz” odağında yaşananlardan yola çıkan oyun, göçmenlik sorununa yoğunlaşıyor ve bizleri bir kez daha savaşın gerçeği ile yüzleştiriyor.
“Evini” görmek için torunu ile birlikte kuzeye, doğup büyüdüğü köye gelen büyükanne, kaçmak zorunda bırakıldığı evin yeni sakinleri ana-kızla yüzleşiyor.
Bu buluşmada, savaş sonrası denizin ötesinden adaya gelen komşu da var.
Tarihin farklı süreçlerinde, aynı “ev”in kokusu üzerine sinmiş insanlar kendileri ve geçmişleri, aslında savaşla hesaplaşıyor.
“Kim bu eve ait” ?
“Evlerini geri isterler mi” endişesi ile başlayan ve “Bu ev kime ait” ya da “Kim bu eve ait” sorularına yanıt arayan bir politik dram.
Aliye Ummanel, hepimize çok tanıdık bu süreci “diplomatik” dilden (mümkün olduğunca) uzaklaşarak, dört kadının duygu patlamaları arasında son derece yalın bir anlatımla ortaya koyuyor.
“Başkalarının çerçevelerine kendi fotoğraflarımızı koymak gibi” bir yaşanmışlığı, hepimize hissettiriyor.
Kıbrıs’ın “göçmenlik” öykülerinde hep Kıbrıslılar vardır ya, belki ilk kez bu kadar çarpıcı bir vurguda, Türkiye’den gelen göçmeni de kucağına alıyor oyun, “Bana niye sormuyorsunuz? Savaşı yaşamasam, burada doğmasam da, bu adada benim de bir öyküm var” dedirtiyor.
Ev sahibine yöneltilen “Kolay bulabildiniz mi yolu” sorusunu yeniden anlamlandıran, “Kimin misafir kimin ev sahibi olduğu” ikilemi üzerinden herkesi düşündüren, “Bu ev kime ait” ya da “Kim bu eve ait” sorularıyla sizi baş başa bıraksa da, aslında bu soruların yanıtını da ‘inceden’ veren bir sunum var.
Yazar, bu soruyu kendi dünyasında yanıtlamış bence…
Bunu hissettiriyor.
Hiç hissetmesem bu yanıtı, oyunun yarattığı etki belki çok daha yükselecek belleğimde…
Oyuncular iyi seçilmiş
Her oyunun bir “parlayanı” vardır mutlaka, “EV” için bu isim güneyden gelen göçmen ailenin genç kızı rolündeki Melihat Melis Beşe.
Sahnedeki gerilimi ve tansiyonu adeta o yönetiyor ve bir işaret fişeği görevi görüyor “Ev”de.
Büyükanne rolünde Deniz Çakır, bir deneyim abidesi olarak elbette öne çıkıyor.
Yazar-Yönetmen Aliye Ummanel, rol dağıtımını çok başarılı yapmış.
Anne rolündeki Kıymet Karabiber’in bugüne kadar izlediğim en başarılı performansı, çok doğal, samimi oynuyor.
Hatice Tezcan, sahnede üzerine fazlasıyla yapışan o “şımarık-küstah” halleriyle, onca eskittiği yüzüne rağmen içimizi titreten isim oluyor.
Asu Demircioğlu’na ayrı bir parantez açmak şart.
Bir kere bu öyküdeki en zor rolün sahibi, “Türkiyeli göçmen” …
Sahnede, seyircinin “ön yargısı”na karşı da özel bir efora ihtiyaç duyan belki de tek oyuncu…
Hem çok başarılı, hem de kolundaki kırık ya da çatlakla, yani öyküye ek bir acıyla, bir eli askıda, ayakta alkışlanacak bir performans sergiliyor.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Ev” resmi ezberi biraz daha ezmeliydi
Kıbrıslı Rumlar, evlerine (geri) dönmek istiyor.
Kıbrıslı Türkler istemiyor.
Yaygın kanaat bu…
Oyundaki anlatı da...
Peki niye?
Bu sorunun oyundaki yanıtı şu: “Korkularımız var. Öldük… Acılar çektik… Burada doğduk… Burada büyüdük…”
İyi de tek yanıt bu mu?
Ya da en gerçekçi yanıt bu mu?
Toplumsal tabanda böylesi bir yanıt, bir başına yeterli karşılığı bulmadığı gibi çok da “cılız” kalıyor.
Oyunla ilgili eleştirim işte burada başlıyor.
“Ev”de samimi bir itirafı da bekledim, durdum doğrusu.
“Ev”in toplumsal ezberi biraz daha fazla “ezip geçmesini”, savunma mekanizmalarımızın yarattığı örtüyü kaldırmasını isterdim.
- “Biz geriye dönmek istemiyoruz, çünkü, geri dönecek eşdeğerde bir varlığımız yok! Çünkü biz bıraktığımızdan kat be kat fazlasını bulduk. Hatta biz bırakmadıklarımızı da bulduk.”
Oyunda “iması” dahi olmayınca bunun, biraz “eksik” kalkıyorum koltuğumdan.
En önemlisi de, Kıbrıs’ı hiç bilmeyen bir seyircinin bu gerçekten mahrum bırakılmasının önemli bir eksiklik olduğunu düşünüyorum.
Elbette Kıbrıs’ın mülkiyet sorununun tiyatro sahnesinde çözümünü beklemek, yarım asırlık bu çıkmazın siyasi analizini de yazardan istemek haksızlık olur, biliyorum.
O itiraf olmalıydı!
Kıbrıs’ın tarihsel geçmişinde istila, fetih, sömürgecilik, savaşla hep göçmenlik vardır.
Göçmenlik gerçeği oyunda çok iyi anlatılmış.
Ama “EV” özelinde “mülkiyet hakkı”, biraz fazla duygulara indirgenmiş.
İlla ki "ev"ini istemek (dönmek) değil mesele, çünkü bir de "hak talebi” var.
O "hak" ortadan kalkarsa, şu kör olası dünyada, güçlü olan güçsüzü ezer, sonra der ki, “Benim de anılarım var…”
Ne diyor oyun, “Bir ev ev değildir sadece, bir hayattır…”
Peki bu kadar kolay “alınan, satılan, peşkeş çekilen” ev değil de hayatlar mı o durumda?
“EV”deki duygu dili çok içten, samimi olabilir.
Ancak “neden geriye dönmek istemediğimiz”in oyuna hiç konu olmayan, adanın kuzeyinde herkesin bildiği “sır” gibi fısıldanan yönü de önemlidir.
“Biz geriye dönmek istemiyoruz, çünkü çok öldük, çok korktuk” gibi “acılar” arasına (biraz da korku siyaseti ile) gizlenen bu fısıltı, “espri” konusu dahi yapılmıyor oyunda.
Evet, acılar vardır ancak geri dönmek istemiyorsak, üzerine konduğumuz zenginliğin terk edilmeyecek kadar cazip olması, çoğunlukla “adaletsizlikle” bölüşülmesi de bu başarılı eserde kendine yer bulmalıydı kanımca.
Kıbrıslı Türkler’den sayıca çok daha fazla ölü ve kayıp veren, savaşın ‘kaybedeni’ bilinen Kıbrıslı Rumlar geriye dönmekten korkmazken, bu duygunun nasıl olur da Kıbrıslı Türkler üzerinde daha baskın ya da bunca belirleyici etkisi olabilir ki?
Çünkü içine "kendi fotoğraflarımızı" yerleştirdiğimiz çerçeve, geride bıraktığımızdan (kimi hiç bırakmadığımızdan) çok daha yaldızlı, pahalı, güzeldir.
Bir küçük eleştiri de dünyayı kasıp kavuran “mülteci” dramına…
“Ev”in içine iliştirilen “mülteci” mesajı biraz zorlama, biraz eğreti kaldı galiba, hatta çok anlaşılmadı.
Dünyanın tüm dertlerini, bir oyuna sığdırmak mümkün olmuyor ki…
Ve son eleştirim, teknik uygulamayla ilgili…
“Ev”deki yüzleşme süreci, güneyden gelen ailenin “mevsim şartları”ndan kaynaklanan zorunluluğu ile yükseliyor.
Yağmuru, şimşeği, gök gürültüsünü, hani o insanı ürküten ve gerilime eşlik eden atmosferi çok daha iyi yaşamak isterdim.
“Dışarıda çok yağmur var” denmese, anlamayacaktım…
Ses, efekt, ışık daha etkin kullanılabilirdi. ( ki teknik altyapı imkanları mutlaka ki sınırlı, belki de mevcut imkanlarla harikalar yarattı dostlar…)
‘EV’ izlenmeli
“EV” umarım ki çok uzun haftalar sahnelenecek kadar önemli bir izleyici potansiyeline sahip olur.
Mutlaka izlenmeli, üzerinde düşünülmeli, bu sorgu çok daha ileriye taşınmalıdır.
“Ev”in Türkiye’de sahnelenmesi ayrıca önemlidir çünkü bu koca coğrafya Kıbrıs’ın gerçeğinden halen çok uzaktır.
Ayrıca, “Kayıp”taki gibi güneye de taşınmalıdır; iyi bir tanıtımla Lefkoşa’nın yanı sıra Limasol ve Larnaka’da da kapalı gişe oynar…
Tebrikler, “Ev”e tüm emek verenlere, en fazla da Aliye Ummanel’e.