1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Lefkoşa’da bir tenekeci dükkanı…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Lefkoşa’da bir tenekeci dükkanı…

A+A-

ESKİ FOTOĞRAFLARDA KIBRIS…

 

f3-026.jpg

 

Bu fotoğrafı Anastasios Mihalidis, “Lefkoşa’nın geçmiş yılları”  sosyal medya sayfasında paylaştı – oldukça anlamlı bir fotoğraf… Lefkoşa’da bir tenekeci dükkanını gösteriyor…

Tenekeci, bir Kıbrıslıermeni: adı – Manuk Tolvetiyan… Dükkanının tabellası, Türkçe ve Rumca olarak iki dilde yazılmış… “Burada bıçak yapılır, makas ve islim onarılır – Tenekeci Dükkanı” diye yazıyor tabelada… Fotoğrafı incelediğimizde saçlar, bakraçlar, çiçek sulamak için tenekeden süzgeçler, tenekeden kürecikler ve tenekeyle yapılan alet edavatlar görülebiliyor…

Aslında Kıbrıslıermeniler, Kıbrıs’ın ana toplumlarından olan Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar arasında barış elçileri, barış köprüleri olabilirlerdi ancak bu şansı hiçbir zaman elde edemediler…

Kıbrıslıermeniler, Kıbrıslımaronitler ve Kıbrıslılatinler’in yanısıra önemli azınlık toplumlarındandılar ama diğerlerinden bir farkları vardı – evet, barış elçisi, barış köprüsü olabilirlerdi bu fırsat kendilerine verilebilmiş olsaydı, koşullar farklı olsaydı çünkü hem Türkçe’yi, hem Rumca’yı konuşabiliyorlar, her iki toplumun da karakteristik özelliklerini, her iki toplumun da davranışlarını çok daha derinden kavrayabiliyorlardı… Özellikle Kıbrıslıermeniler, her iki dili de konuştukları için iki ana toplum arasında bir barış köprüsü oluşturabilirlerdi… Bu fırsatı yakalayamadılar çünkü 1963 olayları ardından gitmek durumunda bırakıldılar, evlerini terk ettiler…

1915’te Anadolu topraklarında yaşadıkları soykırım günleri ardından Kıbrıs’a geldikleri zaman, Lefkoşa’nın özellikle Viktorya Sokağı bölgesine ve Köşklüçiftlik semtine yerleşmişler, buralarda yaşamlarını kurmuşlar, Ledra Palas civarında hisarın üstünde, Zahra Sokağı’nda da evlerini, yuvalarını, yaşamlarını kurmuşlardı – bunun nedeni Anadolu’dan gelen Ermeniler’in Rumca bilmeyişi ancak çok iyi Türkçe konuşmalarıydı… Bir diğer nedeni de Kıbrıslırum elitlerin, Anadolu’dan gelen Ermenileri istememeleriydi… İngiliz sömürgecilerin de onları alıp Köşklüçiftlik ovalarına götürdükleri anlatılmaktaydı… Yıllar önce rahmetlik Vartan Malyan bize Kıbrıslıermeniler’le ilgili bildiklerini ve hatırladıklarını anlatmış ve bu sayfalarda “Lefkoşa’nın belleğine yolculuk” başlığı altında bunları yayımlamıştık – bundan yaklaşık 16 yıl önce, sanırım 2004 yılında bunları anlatmış ve Kıbrıslıermeniler’in ayrıca Kermiya’da da yaşadığını, Viktorya Sokağı’nda yaşayanların, Arasta’da dükkanları olduğunu, Kıbrıslıermeniler’in bezirganlık, ayakkabıcılık, tatlıcılık, aşçılık, fotoğrafçılık, saatçilik, kuyumculuk, dericilik, terzilik, müzisyenlik, su tesisatçılığı gibi işlerle uğraştıklarını aktarmıştı. Vartan Malyan’a göre, Melkonyan Enstitüsü, enstitüye dönüştürülmeden önce, gençlere meslek kazandırmaya çalışan bir okuldu ve burada su tesisatçılığı, dülgerlik, müzisyenlik, demircilik gibi mesleklerle kızlara hemşirelik ve terzilik alıştırılmaktaydı…  Vartan Malyan’a göre 1950’de Kıbrıslıermeniler’in nüfusu 12 bin civarındaydı… Vartan Malyan şöyle demişti:

“…Bildiğime göre, 1950 tarihinde Kıbrıslıermeniler’in nüfusu 12 bine yakındılar... Sonra ne vakit Rumlar başlattı ENOSİS meselesini, çantasını alan çekildi, bazı Ermeniler İngiltere’ye, bazıları Amerika’ya gitti... Ermenistan’a gidenler 1960’taydı... Ne vakit 1960’ta Anayasa’ya baktılar, Anayasa bezirgan dükkanıydı... Kim başbakan, kim yardımcı, kim dışişleri bakanı, karmakarışık bir şeydi. Ermeniler “Bu düdük ötmez” dediler, “Bu düdük ötmeyecek” deyip kaçtılar…”

1963 sonrası da bu göç devam etmişti… 1963 sonrasında pek çok Kıbrıslıermeni yaşadıkları bölgelerdeki evleri yok pahasına Kıbrıslıtürkler’e satarak Kıbrıslırum tarafına geçmişlerdi – 2003’te barikatlar açılıncaya kadar da Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslıermeniler’in teması kesilmişti…


BAF’TAN HATIRALAR…

“Koltuğunda kitapları vardı…”

f1-062.jpg

Ulus IRKAD

Ben onu tanıdığımda koltuğundan kitaplarını hiç düşürmezdi. Derin Yunancası ve Türkçesi ile iki dilde beraber okurdu kitaplarını. İngilizce’den hoşlanmazdı…

Kırk yıldan fazla İngiliz İdaresi altında çalışmasına rağmen Yunanca dışında İngilizceye merak sarmadı. Belki de Osmanlı Edebiyatı’na düşkünlüğünden, belki de İngilizceyi anlamasına rağmen ilgilenmediğinden çalışmamıştı İngilizce’ye. Oysa Yunancası fevkaladeydi. Konuştuğu zaman onu Atina’dan gelen bir Profesör sanırlardı. Onu bildiğimde Humphrey Bogard şapkası, elinde bastonu ve İkinci Dünya Savaşı Kazablanka filmindeki model ince beyaz kahverengi ayakkabıları ile kontrolü altında çalışan işçilerini bir düdük çalışı ile tatil ederdi. Yüzlerce Türk ve Rum işçisi vardı kontrolünde. Yüzlerce Rum veya Türk de dostu veya düşmanı da vardı. Devletin ona ayırdığı finansman kadar işçi alması gerekirdi bazen, dolayısıyla 1950’li yıllardaki işsizlikten insanlar hükümet içinde yol işçisi olarak çalışmayı bir ek gelir olarak görüyorlardı. Bu yüzden işe almadıkları ona garez beslerdi. Bir keresinde evini de taşlamışlardı. Polise bildirmişti olayı. Failler bulunmuş muydu bulunmamış mıydı anımsamıyorum.

Koltuğunun altında Bektaşi, Hazreti Ali, Yunan Edebiyatı ve Yunan Felsefesi kitaplarını taşırdı. Divan Edebiyatı da sevdiği konulardı. İncil’i ezbere bilirdi. Kuran-ı Kerim’i de…

O beyaz takım elbiseleri ve de İkinci Dünya Savaşı modası Humphrey Bogard şapkasıyla yürürken ben de ona yetişmek için bir elimle ya ceketinden, ya da elinden tutardım.  O bazen bir köyden bir köye giderken yanına beni de alırdı. Taşıtımız da ya bir eşek, ya da katırdı. Bir keresinde benim yanında yoldaşlık yapmadığım bir gün katırının ayaklarına yılan dolanmış katır da can havliyle onu sırtından aşağıya atmıştı. Eve geldiğinde hanımı telaşa kapılmış ama daha sonra onu tedavi etmiş yaralarına merhemler sürerek birkaç günde iyileşmesini sağlamıştı. Ağladığını, 1959 yılında kızının bebeği “Cennet” adlı torununu altı aylıkken kaybettiğinde görmüştüm.

f2-049.jpg

HAZRETİ ALİ HAYRANI DİNDAR BİR ZATTI…

Kitapları arasında Hazreti Ali’nin kitapları yoğundu. Bazen eski Türkçe, bazen de Yeni Türkçe harflerle yazardı. Ramazanları oruç tutardı. Kemal Atatürk’ü modern Türkiye’yi kurduğu için sever ve sayardı ama askerlerden hoşlanmazdı. Bulunduğu ülkede milliyetçilikler en doruk noktasına geldiğinde de, o askerlikten ve askercilikten hoşlanmadı. Baskıcı liderlere ise pek de sıcak bakmadı. 27 Mayıs darbesi olduğunda bir darbeler zinciri başladığını ve Türkiye’nin esas o andan sonra geriye gideceğine inanıyordu. Hayır, Türkiyeli değildi. Kıbrıslı’ydı. 1928 yılından itibaren İngiliz Müstemleke İdaresi’nin maaşlı Yol memuruydu. Kıbrıs’ın Limasol köylerinin bir kısmıyla Baf köylerinin büyük bir kısmının asfalt yollarını o inşa etmişti. Himayesinde yüzlerce, hatta binlerce işçi vardı. O Türkleri de Rumları da severdi ama Rumların 1930’lu yıllardan sonra Enosis ülkülerinden dolayı Yunanistan’a bağlanmak istemelerini tuhaf karşılardı. Bir ülkenin bağımsız olmasının daha da iyi olacağını, milliyetçiliklerin bu şekilde ülkeyi felakete sürükleyeceğine inanırdı. 1920’li yıllarda görevine önce ilkokul ve Rüştiye öğretmeni olarak başlayan Kıbrıslıtürk lider Dr İhsan Ali ile yoldaşlık yapmış ve fikirlerinin onunla bağdaştığını görmüştü. Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ın milliyetçiliklerden uzak, kardeşçe yaşayacaklarına inanırdı. Doktor İhsan Ali, İsviçre’de Tıp eğitimi görüp de Baf’a geldikten sonra onunla ülküdaşlığı devam etmişti. İhsan Ali Makarios’un danışmanı olduğunda ona destek veren çok az Kıbrıslıtürkten biriydi. Ona göre Kıbrıstürk liderliği İhsan’a karşı anlayışsız ve baskıcı davranmıştı. Kemalistlerin genelde Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıslılığı savunduğu yıllardı o yıllar (Türkiye’dekiler 1980’lerden sonra taksimi savunmaya başladılar). 1954  yılında İngiliz İdaresi’nin Kıbrıs’tan sürgün ettiği Ankara Tarhan Kitabevi sorumlusu Talat Taşer’i ve onun aracılığıyla Dr. İhsan’la ilişki kuran Ecevit’i çok sevip sayardı.

AİLESİ VE YAŞAMI…

Hayatı boyunca yüzlerce köy dolaşmıştı. Ama o köyler hakkında anılarını kaleme almamıştı. Okuma adeti vardı ama yazma adeti yoktu. Hanımıyla kültürel olarak anlaşamazdı ama hanımı ona çok iyi bakmıştı. Onun sağlığı ile çok yakından ilgilenmişti. Okumasına da engel çıkarmamıştı ama hanımı sadece Kuran-ı Kerim okurdu. O ise Yunanca ve Türkçe birçok kitap okumuştu. Geniş bir kültürü vardı. Yunan Mitolojisi’nden bilmediği efsane olmadığı gibi Osmanlılar’ın Divan şiirlerinin çoğunu ezbere bilirdi. Padişah ve Sadrazam fıkraları ise uzmanlık alanıydı. 1940’lı yıllarda tanışıp dost olduğu birçok görevli Türkiyeli öğretmen onu Edebiyat öğretmeni sanırdı hatta “Hocam” diye hitap ederdi. O ise onlara sadece Rüştiye mezunu bir Yol memuru olduğunu söylerdi. Boş zamanlarında beni karşısına alır, hayatı boyunca edindiği bilgileri bana naklederdi. Küçük yaşta öksüz kaldığını, onu Larnaka’da zengin bir Osmanlı ailesine yetim verdiklerini devamlı anlatırdı. Doğduğu köyle de teması vardı. Gitmesem bile akrabaları hakkında geniş bilgilerim vardı. Küçük yaşımdan kafama kazımıştı birçok bilgisini. Bu yüzden ben de kitaplara düşkün olmuştum. Onun gibi benim de binlerce kitabım vardı.

ÖLDÜĞÜNÜ ÖĞRENDİĞİMDE…

1980 yılıydı… Öldüğünü duymadım. Hayır gazetede gördüm ölüm ilanını. Hayatımda önemli  rol oynayan bir kişinin ölümüne yetişememiştim. Ben haber aldığımda iki günlük ölüydü. Eve vardığımda değerli bir varlığı yitirdiğim için hüngür hüngür ağlıyordum. Humphrey Bogart şapkası, İkinci Dünya Savaşı Modeli ayakkabı ve takımları, bir de horoz başlıklı bastonu yatağının içindeydi. Öldüğünde daha 70 yaşındaydı. Şeker onu 35 senede yıpratmıştı. Kütüphanesinde Kısas-ı Enbiya, Herodot Tarihi, İlmihal gibi kitapları vardı. Aralarında daha bitiremediği için ayraçlar görülüyordu. Onu bir hafta önce çok zor koşullarda ziyaret edip askere gitmiştim. Bana o kitapları ölmeden önce miras olarak bıraktığını söylediler. Bir de öğretmen olduktan sonra giyeyim diye o meşhur şapkalarını ve de İkinci Dünya savaşı’ndan beri kullandığı horoz başlıklı bastonunu…

Ölümü beni çok etkilemişti. Cenazeye yetişememiştim. Oysa onu son yolculuğuna uğurlamak isterdim. Çocukluğum onunla geçmişti. O benim dedemdi. 1928 yılı başlarında İngiliz Müstemleke İdaresi altında işe başlayan, 1910 doğumlu yol memuru Hamza Erdoğan’dı o... Bana Hazreti Ali’yi ve Herodot’u anlatıp sevdiren ve 1980 yılında hayata gözlerini kapayan dedem Hamza Erdoğan’dı…

 

 

Bu yazı toplam 3158 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar