1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. 'Lefkoşalılar...'
Lefkoşalılar...

'Lefkoşalılar...'

Hristoforos, Lefkoşa’nın Yeşil Hat’tan kaynaklanan bir gerilime sahip olduğunu söylüyordu. Burada yaşayanlar diğer tarafa geçmek için can atıyorlar, kuzeyde yaşayanlar ise güneye gelmek istiyorlar. Bu, şehirde bir tutku yaratıyor. Şehir, İstan

A+A-

 

BİR ÖYKÜ

 

 

 

Niki Marangu

(Türkçesi: Tuncer Bağışkan)

 

Hristoforos, Lefkoşa’nın Yeşil Hat’tan kaynaklanan bir gerilime sahip olduğunu söylüyordu. Burada yaşayanlar diğer tarafa geçmek için can atıyorlar, kuzeyde yaşayanlar ise güneye gelmek istiyorlar. Bu, şehirde bir tutku yaratıyor. Şehir, İstanbul ile Selanik’e benzemesine karşın, Atina’ya hiç benzemiyor.

Constantin’in balkonunda oturuyorduk. Geniş bir alana yayılmış olan şehir etrafımızı çevreliyor; ana alışverişlerin yapıldığı iki sokak, hurma ağaçlarının salkımları ve iki büyük minaresi olan Ayasofya, bazı modern binalar tarafından gizlenmiş durumda. “O kadar önemi bir kiliseydi ki” dedim “Lüzinyan Krallarına Kıbrıs krallık tacı burada giydiriliyordu (REGES HIERUSALEM ET CYRI)”

İmamın sesi gayet rahat duyuluyordu. Pazar günüydü ve sokaklar boştu. Yalnızca bazı tatlıcılar açıktı ve caddedeki kaldırımdan gelip geçenlerin bazıları vitrinleri seyrediyorlardı. Bir karpuz dilimine benzeyen kocaman bir ay doğuyordu.

Lefkoşa’ya dört yaşındayken, babamın Genel Hastane’nin yanında, mahkemelerin karşısında inşa etmeye başladığı klinik tamamlandığında gelmiştim. Kliniğin uçsuz bucaksız uzun koridorunda bisikletimi bir aşağı bir yukarı sürerdim. Bir çocuk olmama rağmen, Limasol’dan Lefkoşa’ya gelmenin belli zorluklarını hissetmiştim. Limasol’daki tüccarların renkli yaşamından hayli farklı olan, Lefkoşa’nın, kapalı toplum yaşamı sürdüren kamu görevlileri ile sömürgecilerin yeri olmasıydı. Lefkoşa’daki ilk yıllarıma ait az hatıram olmasına karşın, Limasol’un neredeyse her köşesini tanımlayabilirim. Hükümet konağındaki resepsiyonlar, Kraliçe’nin doğum günleri ve annemin gecelikleriyle yer değiştiren büyük kare yemek masası etrafındaki Limasol’un festival toplantıları.

İlkokulda, EOKA’nın İngilizlere karşı verdiği mücadele aklımı başımdan almıştı. İngilizce öğrenmemiz için ebebeyinlerimin eve İngiliz bir bayan getirmelerinden dolayı çok acı çekiyor ve onları hain olarak görüyordum. Büyük efkalipto ile hurma ağaçları bulunan derenin yanında, şehrin Türk kesimine çok yakın bir bölgede oturuyorduk. Belediye Pazarında alışveriş yapmak ve babamın Merkez Postanesi’ndeki posta kutusuna gelen mektupları almak için her gün Türk bölgesini annemle ziyaret ederdik. Türk mahallesini severdim; çocukluğumdan beri eski binalara ve tarihe ilgim vardı ve oraya gitmek için çeşitli bahaneler bulurdum. Ayasofya Kilisesi’nin her yönüne, farklı mesleklerin icra edildiği sokaklar uzanırdı. Duvarlarındaki çivilere asılan veya raflara dizilen eşyaların bulunduğu küçük kubbeli dükkanlar. Sanatkârlar, oturdukları küçük ve alçak masaların önünde çalışıyorlar. Yorgancıların yaptıkları, pembe, leylak ve turuncu renklerinin karışımını içeren çok renkli yorganlar ile yastıklar. Her ne zaman parlak renkli elbiseler giyersem ninem “Türk renkleri” derdi. Daha aşağıda, asılmış deri botları ve rengarenk terlikleriyle ayakkabıcılar, bıçakla kesilmiş iri helva parçalarıyla helvacılar, demirciler sokağı, kumaşların bulunduğu sokak.

Annemle Belediye Çarşısı’na (Bandabuliya’ya) girerdik. Pastırma, peynir ve çiçek kokardı. Annem her daima eti, en iyisini bulunduran Hasan’dan alırdı. Balığı Andreas’tan ve sebzeleri ise, kimde en tazesi varsa ondan alırdı. Herkes ismimi bilirdi ve bana yuvarlak ekmek veya dükkanlarında ne satarlarsa ondan verirlerdi. Türkler ile Ermeniler’in hepsi Rumca konuşurlardı. “Seni görmek ne güzel!”

Annemle her zaman çarşıya gittim.

Lefkoşa’yı, bir genç kız olarak, bisikletimle dolaştığım 1960’lı yıllarda daha iyi tanımaya başladım. Babam çok sertti. Sadece derslerim için evden çıkmama izin verirdi. Hatta İngiliz Konsolosluğu’na bile gizlice giderdim. Babam derslere hiçbir zaman hayır demezdi, çünkü kızlarının okuması gerektiğine inanırdı. Evden kaçmak için bir dersi veya başka bir şeyi mazeret olarak kullanıyor ve bu kaçışlarım genellikle Türk mahallesinde son buluyordu. Evden çıkmama olanak yaratacak değişik dersler ayarlıyordum. Viktorya Sokağı’nda, daktilo ve steno öğreten bir Ermeni kadın bulmuştum. Annesi, evin dışına hakim olan yere oturup sokaktaki trafiği seyrederdi. “Tir şehri Bakire Meryem Anası”na ait Ermeni kilisesi evlerinin karşısındaydı. O zamanlar Gunnis rekorlar kitabını almıştım ve kilisenin bir zamanlar tuz ambarı olarak kullanıldığını okumuştum. Osmanlılar’ın 1571 yılındaki Mağusa kuşatması sırasında, Latinlerden nefret eden Ermeniler, Osmanlılar’a yardım etmişler ve bu nedenle de şehrin düşmesinden sonra bu kilise onlara bir ödül olarak verilmişti. Kitabı okuduğumda kendimi bir arkeolog olarak hayal ederdim ve büyük bir ilgiyle, hiç kimse henüz görmemiş gibi, yazıtlar ile mezar taşlarını keşfederdim.

Kuyumcuların sokağında derme çatma vitrinleri olan küçük dükkanlar vardı. Satılan mallar İngilizler’in bisküvi kutularının içlerine doldurulmuş durumdaydı ve ben onları saatlerce altüst ederdim. Orada, çiçek tutan el biçiminde bir broş ile bol bakır kullanılarak kırmızı Osmanlı altınıyla yapılmış küçük bir küpe bulmuştum. O zaman her şey çok ucuz olduğundan, zaman zaman haftalık cep paramla bir şeyler almaya gücüm yetiyordu. Rumlar’ın Osmanlılar’a kelle vergisi olarak ödemede kullanılan gümüş zincirlere asılı kolyeleri anımsıyorum. Vergiyi ödemeyenlerin kellesi kesilirdi. Kazınarak yapılmış bezemeleri olan bu kutuları seyrederdim, fakat hiç bir zaman satın almadım. Ayrıca, gümüşten yapılmış evlilik yüzükleri de vardı. 1940’lardaki savaş sırasında, birçok kadın, altın evlilik yüzüklerini, üzerlerinde kazınarak “Bağımsızlık Mücadelesi 1940” yazılı olan gümüş yüzüklerle değiştirmişlerdi. Kuyumcuların birçoğu Rum idi ve 1963’ten sonra oradan ayrılıp şehrin dört bir yanına dağıldılar. Yıllardan sonra onlardan biriyle tanıştım, adı Eteoklis idi. Dükkanını tekrar açmaya çalışmış, ancak başaramamıştı. Hazır yapılmış altınlar yurtdışından ithal ediliyordu ve el yapımı olanlara talep yoktu. Bu nedenle bir taverna açmıştı, daha doğrusu, sadece tek bir tezgahı olan bir çeşit tavernaydı, İspanyol eşiyle kaldığı eski bir evde. O bir alkolik olmuştu.

Erkeklere ilgi duymaya başladığım zaman, ilk randevuların yeri Ayasofya’nın kubbelerinin üzeriydi. Kubbelerin arasındaki boşluğu, taştan yapılmış bir şezlong gibi kullanırdık. İlkbaharda yeşillenen, yazın ise sararan vadiyi izlerdim. Minarenin dar merdivenlerinden yukarıya kadar tırmanırdım. Lefkoşa’nın tamamı, Beşparmak sıradağlarına kadar ayaklarımın altında kalırdı. Denizci Sevah bir minareden, Jane Austen ise diğer minareden dört nala gidiyorlardı. Okurdum durmaksızın.

Türk bölgesine gitmeye devam ettim, hatta iki taraftaki yollara barikatlar yapılmış olmasına karşın. Bisikletli genç bir kızı durdurmayı hiç kimse düşünmedi. Şehri kesin olarak iki kısma ayıran bölünme hattı Hermes Sokağı’ndan geçiyor. O, annemle hemen hemen her gün geçtiğimiz sokaktı. Cam eşya, tabak, metal oyuncak, pembe ile sarı renkleriyle beni şaşırtan zamanın ilk plastik eşyaları, balık desenli Çin işi çinko tabak gibi züccaciye eşyalarıyla dolu bitip tükenmez uzun, dar dükkanlar. Bölge şimdi ıssızlaştı, dükkanlar başka yerlere taşındı. Baf Kapısı yanındaki SPITFIRE kahvehanesi, durumun açıkça algılanmasına yardımcı oluyor. Terkedilmiş bir dükkanda çürümeyen eski bir Vespa, kum çuvalları, hendekler.

Lefkoşa’dan 1965’te ayrıldım. Öğrenim görmek için Berlin’e gittim ve orada başka bir Lefkoşa’nın deneyimiyle, onun özlemini yaşadım. 1970’te döndüğümde kenti değişmiş buldum, ancak ben de değişmiştim. Bana ait olanları yitirmiştim, artık ne yazabiliyor ne de çizebiliyordum. Gazetelere “Avrupa sosyalizminin yeni yönelimleri” hakkında makaleler yazıyor ve bunlar hakkında olumlu eleştiriler de alıyorum. Ancak Kuzey Avrupa hüznüyle aşılanmıştım. Kalemlerimi yitirmiştim. Sadece, uyuşuk Lefkoşa’nın öğle sonraları, kim olduğumu anımsamama yardımcı olmuştu. Ufukta tembellik, ve hurma ağaçları. Ve deniz.

1974 işgalinden önce Lefkoşa hemen hemen bir sahil kentiydi. Yirmi dakikada denize ulaşabilirdiniz. Araba dağı çıkar ve yol, yokuş aşağı Girne’ye, büyüleyici bir denize doğru inerdi. Şimdilerde sık sık gözlerimi kapayıp denize doğru yolculuk yaptığımı hayal ediyorum. Şimdi aradan 26 yıl geçti. Artık böyle bir denize ulaşabilmek için iki buçuk saatten fazla yolculuk yapmanız gerekiyor. Deniz, kentin günlük yaşamından çıkmış. Kuzeye, denizi gizleyen Beşparmak dağlarına doğru baktığımda, dağa çizilmiş devasa bir Türk bayrağı görüyorum. Kuzeye bakmaktan kaçınıyorum.

Eski kentin geriye kalan yarısında sık sık dolaşıyorum. Tüm sokaklar nöbetçi kulübeleriyle son buluyor. Kentin eski alış veriş merkezinin sokağı olan ve şu anda yayalaştırılan Ledra Sokağına iniyorum. En uzak ucunda Ayasofya’nın minareleri görünüyor. Aralarına Ramazan’da çok renkli küçük ışıklar asılıyor. Faneromeni Kilisesi ile kırmızı ışıklı bölgenin merkezindeki Ömerge Hamamı’na ulaşmak için sağa yöneliyorum. “Ömerge” adı, Halife Ömer’in adını taşıyan Ömerge Camisi’nden geliyor. Önceleri burası Augustin’lerin eski bir manastırı olmasına karşın, rivayete göre, Halife Ömer’in bir gece burada kalması nedeniyle Müslümanlar tarafından kutsal bir yer olarak kabul edilmiş. Manastır, bir zamanlar Latinler’in de kutsal bir yeri idi. Eski tarihçiler, Aziz John de Montfort’un bozulmayan bedeninden söz ediyorlar. John Kıbrıs’a, kutsal topraklar olarak bilinen Filistin’e Haçlı Seferi düzenlemek amacıyla 1248 yılının yaz ayında Aziz Louis ile gelmişti. Kışı Kıbrıs’ta geçirirler ve bir salgın hastalık askerlerinin çoğunu yok etti. Aziz Louis 250’den fazla şövalye kaybetmişti. O kış John da ölmüştü ve Augustin Manastırı’na gömülmüştü. Rivayetler, kutsal topraklardan dönerken Kıbrıs’a uğrayan bir Alman kadın seyyahın, azizin yanında bir gece dua ettiği bir sırada, cesedin omzundan bir parça eti, beraberinde götürmek için, ısırıp kopardığından söz etmektedir. Ancak Kıbrıs’tan ayrılmak için bindiği gemi, yaptığını itiraf edip kopardığı kutsal emaneti geri yerine koyana kadar mucizevi bir güçle hareket edemedi. Lefkoşa, katmanlaşmış hatıraları beraberinde taşıyan tüm eski kentler gibi, bu gibi hikayelerle doludur. Daha aşağıda Dragoman’ın konağı ve eski kiliseler.

Eski kent, içinde eşsiz ikonlar bulunan bir dizi güzel eski kiliseye sahiptir. Genellikle, parayla satın alıp bağışlayanın tasviri, ikonun altında yer almaktadır. Hollandalı tüccarlar, dantel giyen Latin kadınlar, ellerini göğüslerine çapraz olarak kavuşturmuş durumda renkli elbiseler giyen güzel görünümlü ölü kızlar, tuhaf şapkalı çocuklar. Bu kiliselerdeki kutsal hafta ayinleri, dini bir içerik taşır. Antik Adonis veya Osiris geleneğine uygun olarak, örtü ile çiçek süslemeleri mahallenin genç kızları tarafından yapılır. Sadece, eski kentteki bu kiliselerin gerçekleştirdiği Paskalya Ayinleri’ni izlemeyi severim. Herkes oradadır. Antik Yunan profilli adam, Romalılar, saçları fileli Lüzinyan hanımlar, Saracenler, Kiptîler, Nestorianlar, Marcus Diaconus, siyahlar giyen genç bir hanım, eski moda elbise giyen ilahiyatçı, hepsi de göz kamaştıran altın ve kadifelere hayran, “Kafirlerin korkması için”

Daha ilerde, camiye dönüştürülen Misirikos Haçı Kilisesi, şehrin karışık yapısını ortaya koymaktadır. Eski Bizans Kilisesi’nin Gotik, İtalyan ve Fransız yapı elemanları, belki de Mısır’dan gelen “Misirikos” sözcüğü ve bir de kilisedeki minarenin varlığı.

Şehri ikiye ayıran Yeşil Hat boyunca oturan insanlar evlerini terk ettiler. Böylece bu evler tenekeci Gabriel’in iş yeri oldular veya seyyar satıcı Petro’nun mevsimine göre limon, kavun, paskalya mumları doldurduğu arabalarını sakladığı depo. Yanındaki evde, tek kollu çolak Pavlos odun kesiyor, Stephanos hamam çalıştırıyor, ve Spiros ayakkabı tamir ediyor. Duvara birileri tarafından boyayla ”SAYGI” yazılmış. Geceleri sokaklar ıssızdır ve hurma ağaçları bulunan şehir surlarının üzerinde yürüyen herhangi biri, altında bir denizin veya en azından bir derenin bulunduğu hissine kapılabilir. Fakat Lefkoşa, Mesarya Ovası’nın yaz aylarındaki kavurucu sıcaklarını giderecek sulak vahalara sahip değil. Lefkoşa’yı, sıcağın hüküm sürdüğü yazda daha çok severim. O zaman, akşamları batıdan esen hafif rüzgar, kavrulan şehre biraz nefes aldırtır ve herkes bahçelere ve balkonlara çıkar.

Lefkoşa surlar içine yeni evlerin yapılmasına yetmediği 20’inci yüzyılın başlarında, surların dışında ilk mahalleler oluşturulmaya başlandı. Buralara, Neoklâsik veya sömürge dönemi tarzında geniş bahçeli evler yapıldı. Şehrin en güzel evlerine sahip olan bu mahalleler minnettarlıkla korunmuşlardır. Ancak son yıllarda inşaat başlatılan bölgeler, hiçbir zaman gerçek bir mahalle olmayı başaramadı. Lefkoşa’ya para son birkaç yıl içinde gelmiştir. İşgalden sonra herşeylerini yitiren birçok Kıbrıslı, Ortadoğu ülkelerine giderek orada sıkı çalıştılar ve ülkeyi yeniden inşa etmek için geri döndüler. Lefkoşa’nın yeni kurulan bölgelerinde zenginlik açıkça görülebilmektedir. Buralardaki evler, sahipleri tarafından televizyon dizilerinden görülüp tasarlanmıştır ve bu evlere yerleştiklerinde bunlardan vazgeçmeyi düşünebilirler. Bu bölgeler bir renge sahip değiller, sütunlu ve sonsuz odalı yeni evler herhangi bir yerde de olabilirdi.

Beni tanımlayan eski kenttir; yıkılan her duvar tarihin mantığını içinde taşır. Orada ayrıca, Lefkoşa’nın doğuya yönelik coğrafik konumunu da duyumsayabiliyorum. Ve yıllar geçtikçe, bir zamanların tutkulu seyyahı olan ben, gitmek için artık daha fazla ısrar etme isteği duymuyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, bütün dünya bahçemle sınırlıymış gibi görünüyor. O bahçe ki;

“Yaprak kurdu ve çekirgeyle birlikte,

bu yıl güller ektim, şiirler yazmak yerine,

centifolia, Ayios Thomas’a matem tutan evden,

altı yapraklı gülü Frigya’dan Midas getirdi,

Banksian, Çin’in eski kentinden kesilen son güldü,

fakat özellikle de, Haçlıların getirdiği Rosa Gallica,

(aksi halde Damascene deriz)

hoş kokusuyla.

****

Yaprak kurdu ile çekirgeyle,

ayrıca örümcek yavrusu, benekli gece pervanesi, yaprak sineği,

köstebek ve süprüntü sineği,

onların hepsini yiyen peygamber devesi de katıldı bize,

paylaşacağız yaprakları, taç yaprakları, gökyüzünü,

bu olağan üstü bahçede,

geçiciyiz, onlar da, ben de.”

 

 

(http://www.goethe.de/ins/gr/lp/prj/wag/lit/les/zyp/tr6445888.htm)

(NİKİ MARANGU – Türkçesi: Tuncer Bağışkan)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2490 defa okunmuştur