LEFKOŞA’YA MEKTUPLAR…
Ama… Artık…Yıllardır mahkumiyetimiz olan kurban rolünden sıyrılmalı… Başkalarının koyup uyguladığı kuralları… Umduğumuz, beklediğimiz değil, bizi kendine kul edip inim inim inleten bu sistemi tuzla buz etmenin tam da zamanıdır…
Neriman Cahit
Büyüttüğümüz yalnızlıklarımıza birer mum yakmak…
Sevgili Lefkoşa,
Biliyorsun hiçbir zaman konuşkan bir insan olmadım. Susmak… Benim için sakin bir liman oldu hep… Sığındığım… Ama kaçmadığım…
Dine(r)dim hep… Ne kadar çok ve farklı kişileri… Sakin… Telaşsız… Yargılamadan…
Bazen sorarlar, “hiç yatılı oldun mu okul hayatında?” diye. Evet, oldum.. Hem de okulun değil, hayatın içinde… Sükunetin yatılısı oldum… Hep… Ve hala…
Susmanın… Dinlemenin…
Hep üzerini örterek acıların, yoksunlukların, hüzün ve gurbetlerin… Sessizce… Özenle… Yaz gecelerinde avuçlayamadığım kadar çok yıldız… Hazan mevsimlerinde eteklerime sığmayan kıpkızıl yapraklarla… Birlikte sonsuz (sandığım) sevdalara kanat çırptığım… Severken saygı duyduklarıma bile hep yazdım, konuşmak yerine…
Bazen ip kopup da ışıklar birdenbire söndüğünde… Ortalık kapkaranlığa büründüğünde… Hep korktum… Hep korktum karanlıklardan ama hiç umutsuzluğa düşmedim…
Bir tek yalnızlıktan korkmadım… Yalnızlığı kendimle paylaşmaktan… Çünkü dolu doluyum… Yapayalnız değilim… Kendimle paylaşıyorum yalnızlığın hasadını…
Ve güzeldi… Güzel bir huzurdu…
Çoğaltandı…
***
Ve o gizil bahçenin kapısını aralayanlarla… Çok şey paylaştım… Ufuklara doğru açılan bir salıncağı paylaşmak gibiydi… Bu her zaman mutluluk getirmese de… Paylaştım… Kırgınlıklar yaşansın hiç istemedim… Olduğu gibi, yaşandığı gibi kalsın istedim… Ve öyle kaldılar…
Şimdi düşünüyorum da… Ne çok hatalar yaptık… Ne çok hatalar yapmışım… Ne çok, ne çok şeyi ertelemişim… Yüreğim üzerine titrerken… Sonuçta, onca özverinin pek bir şeye yaramadığını, sorunların birbirine daha çok kenetlendiğini… Düğümlerin çoğaldığını gördüm yaşayarak…
Zamanla fark ettim ki… En yakınımızdakilere dahi anlatamamışız kendimizi…
Anlatılamayan… Anlaşılamayan uzaklıklardık birbirimize…
Isırgan tarlalarının içinde hep bir yol aradık… Yaşamı… Yaşamayı yasakladık kendimize… O yüzden, o muhteşem fırtınaların arkasından gelen dinginliği, yağmurların aydınlığını ve Akdeniz’in mavisinde yıkanarak batan güneşin o muhteşem kızıllığını kimseyle doyasıya paylaşamadık… Umudu bile…
Denizin sonsuzluğu kadar, karanın bilinmezliği, ketumluğu da korkuttu bizi… Ve sonuçta hep yerinde saydık… Kendi korkularımızdan, pişmanlıklarımızdan kurup, içine saklandığımız koruganlardan çıkamadık…
Yola birlikte çıktığımız pek çok dostla yollarımız ayrıldı zamanla… Yıllar sonra bir mecliste karşılaşıp uzun uzun konuştuğumuz bir dostun sesi hala kulaklarımızda; Şimdi utanarak altını çiziyorum ama hep ilkel duygulardı bize hükmeden… Giyinmek doymak, elde etmek vb… Hep ben, hep ben, hep bize… Bunun için baş eğmek, baş eğmek… Bunun için – sizden – bizim gibi olanlardan, bize benzeyenlerden hep uzak kaldık… Dostluğu, şefkati, merhameti, yardımı hep efendilerde… Ekmeğimize, aşımıza, suyumuza, çocuklarımızın geleceğine ağu koyanlarda aradık…
En büyük yalanları hep en çok sevdiklerimize sakladık… Hep kendimizden korktuk, çekindik, usandık ve saklandık… Devekuşu gibi saklanmayı görünmez olmayı… Bize hiçbir şeyin ulaşamayacağını, huzurumuzu bozamayacağını… Kör yılanların bizi bulup sokamayacağını sandık…
Onlar sizden kaçtı… Siz bizden…
Ve maalesef çok geç anladık… Avda avlanan avcılardık biz… Kaybedenlerdik…
***
Sözleri çok acı olsa da, doğruydu… Ve pek çok hatada payımız olmadığı halde bizler yıllarca suçlandık… Gelinen acı sonuçlarda hak etmediğimiz halde bizler de ağır diyetler ödedik can pazarında… Ama bunları ona söylemedim… Söyleyemedim… Ne yararı olacaktı ki!
***
Sonuçta öğrenmemiz gereken dersi çok pahalıya aldık: Bu bir avuç toprak parçasında birbirimize katlanmak… Birbirimizi tanımak, sevmek ve bağışlamak… Yılların kör kuyularında büyüttüğümüz yalnızlıklarımıza birer mum yakmak zorundaydık…
Hem de yalnız değil… Çocuklarımızı da yanımıza alarak…
Kolay değildi onca yılın yıpranmışlığı, kupkuruluğu… Orada onca kin, onca öfke, bilenmiş onca ustura saldırganlık dururken… Yırtılmış, darazlanmış, yağmursuzluktan pençe pençe yaralar almış bu haritada… Kolay değildi yıllardır süren bir boran ve karakıştan tüm yapraklarını dökmüş o ulu dostluk çınarını yaşatmak…
Ama artık son çareydi bu… Denemeliydik…
***
Yoktu başka çaremiz bundan gayrı…
Denemeliydik…
Bunca yıl konuşamadığımız diller bahanemizdi…
En güzel yıllarımızı kavgalardan vakit bulup da yaşayamadığımız aşklar tüketmişti…
Ama… Artık…
Yıllardır mahkumiyetimiz olan kurban rolünden sıyrılmalı… Başkalarının koyup uyguladığı kuralları… Umduğumuz, beklediğimiz değil, bizi kendine kul edip inim inim inleten bu sistemi tuzla buz etmenin tam da zamanıdır…
Kendimiz için değil çocuklarımız ve ülkemizin geleceği için…
Yaşananlar ötesine geçmeyi başarmalıydık… Bizimle birlikte yola çıkıp da zamanla geride kalanları yanımıza getirip… Gelmeyenleri ise vicdanlarıyla baş başa bırakıp yolumuza devam etmeliyiz…
***
Şimdi düşünüyorum da…
Biz o son hesaplaşmayı hep erteledik… Hep en sona bıraktık… Olmayan… Olamayacak insanlarla… Hiç olmayacak… Olamayacak hayaller, ütopyalarla yaklaştık…
Nedense o son hesaplaşmayı hep erteledik… Hep en sona bıraktık… Biraz tedirgin, biraz üzgün, biraz ürkek ve öfkeli…
Ve hep yarım cümleler gibi kaldık…
***
Ama biz, kendimize hiç ihanet etmedik…
Önümüzde duran onca fırsatı yüreğimizin tersiyle ittik… Büyük ve iştahlı han-ı yağmadan tiksindik, çok uzağına çekildik…
Biliyorduk… Emindik ki,
Çok uzun olsa da… Bir gün mutlaka yüreğimizdeki sarı şabboyların boynu bükük kalmayacağını
Yüreğimizdeki o sarı şabboyun açacağını… Boynu bükük kalmayıp, günü, güneşi, barışı yapraklarıyla kucaklayacağını ve öyle de oldu…
Helal olsun… Artık çok yakınındayız güzel günlerin…
Sen de bunu hissediyorsun değil mi Lefkoşa’m…
Değil mi… Boynu bükük kentim… Canım benim…