1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Leymosun, Pile ve Mağusa’da öğretmenlik… İkinci Dünya Savaşı yılları… (6)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Leymosun, Pile ve Mağusa’da öğretmenlik… İkinci Dünya Savaşı yılları… (6)

A+A-

Türkan Uludağ’ın hatıra defterinden…

t1-135.jpg

Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının devamında Leymosun ve Pile’deki öğretmenlik günlerini, İkinci Dünya Savaşı’nı ve babamla savaşın ortalarında nasıl evlendiklerini anlatıyor… Türkan Uludağ’ın hatıra defterinden bazı bölümleri yayınlamaya devam ediyoruz:

 

LİMASOL’DA ÜÇ YIL…

“Altı ay süreyle Viktorya İnas Okulu’nda ikinci kez eğitim aldıktan sonra ikinci defa okulu bitirip diplomamızı aldık… Diplomamı aldıktan üç ay sonra da Limasol’a tayinim çıktı.

Limasol, Kıbrıs’ın güneyinde kocaman ve mamur bir yer. Rum-Türk beraber yaşarlar. Ağabeyim Limasol’da öğretmen olduğu için, Başmüfettiş İbrahim Bey beni de Limasol’a göndermiş ki ağabeyimle kalayım. Çünkü o zamanlar genç bir kızın tek başına bir evde kalması hoş karşılanmazdı…

1 Eylül 1938’de okul açıldı. Arkadaşlar beni çok iyi karşıladılar. Okulda Başöğretmen Akile Hanım, Seyyide Hanım, Güzide Hanım ve ben, dört öğretmendik. Diğer öğretmenler yaşlı başlı, sadece ben 21 yaşındaydım. Çocuklar beni çok sevdiler. Okula gelince, iş taksimi yaptık. Ben Birinci sınıf, Beş ve Altıncı sınıfı okutacak, 3. Ve 4. Sınıflara da beden eğitimi, şarkı ve resim öğretecektim.

Birinci sınıf 81 kişiydi. Hepsi kocaman bir odada toplanmıştı. Sınıflar şimdiki gibi 1A, 1B, 1C diye ayrılmazdı. Her dersin ayrı bir öğretmeni de yoktu. Her gün öğleden sonra okul vardı. Sadece Perşembe günleri yarım gün, Cumaları da tatildi. Hafta, Cumartesi başlardı.

t2-129.jpg

NECLA HASAN’IN GÖZYAŞLARI…

Okula başladığım ilk gün karşılaştığım bir olayı ömür boyu unutamam. Büyük bir heyecanla 81 kişilik Birinci Sınıf’ın odasına Hagirdim. Çocuklar hep birden ayağa kalkıp “Günaydın” dediler. Ben de “Günaydın, oturun çocuklar” dedim. Oturdular. Masamın yanında durup bir bir çocuklara göz gezdirirken, en arka sırada 10-11 yaşlarında bir kız gördüm. Sıraların aralarında dolaşarak kıza yaklaştım.

“Senin adın ne kızım?” dedim.

“Necla Hasan, Hocanım” dedi.

“Niye odana gitmedin?” dedim.

Çocuk o an kulaklarına kadar kızardı, birkaç kere yutkundu, iki damla yaş, yanaklarından yuvarlanıp tertemiz, beyaz yakasına düştü ve ezik bir sesle “Ben birinci sınıfım Hocanım. Ben okuyamam. Okumak isterim ama bir türlü alışamadım. Öğretmenler beni döverler ama yine alışamam. Bugün annem beni zorla yolladı” diyerek hıçkırmaya başladı. Bu manzara karşısında içim parçalandı. Daha önce özel bir okulda üç-dört sene öğretmenlik yapmış ve daima çocukları anlamaya, dertlerine çare bulmaya çalışmıştım. Zavallı Necla aşağılık duygusuyla kıvranıyordu. Gülerek ona yaklaştım. Tertemiz, bukleli saçlarını okşadım ve “Neclacığım sen hiç üzülme, ben seni okutacağım. Hem kim demiş Necla okuyamaz? Bak, gör ben seni nasıl okuturum da onlar utanırlar. Onlar seni okutmaya bilmemişler. Hem senin gibi temiz, akıllı bir kız neden okuyamasın” diyerek onu teselli ettim. Zavallı Neclacığın içine su serpilmişti adeta. Onu elinden tutup en ön sıranın başına oturttum. Sonra sınıfa “Çocuklar, Necla Sınıf Kaptanınızdır. Ben odaya gelinceye kadar size Necla bakacak. Yaramazlık edenleri bana bildirecek” dedim. Necla çok sevinmiş, derdini unutmuştu. Her gün Necla ile özel olarak ilgilendim. Defterine kırmızı kalemle Aferinler yazdım. Necla iki aya varmadan okuyup yazmayı öğrendi ve ikinci sınıfın derslerini de yaparak sene sonu ikinci sınıf karnesini aldı. Annesi bana teşekkür etti.

“Bana bir evlat kazandırdın. Necla, geceleri bile seni sayıklar” dedi.

Necla’nın okulda iki yılı kalmıştı. 11 yaşını doldurmuştu. 13 yaşından sonra ilkokula devam edemezdi. O zamanın kanunu öyleydi. Bu iki yıl içinde Necla’yı mezun etmek için elimden geleni yaptım. Ertesi sene Necla 3. Sınıfa devam etmeye başladı. 3. Ve 4. Sınıflar aynı odada oturuyordu. Necla üçle beraber 4. Sınıfın derslerini yaparak sene sonu 4. Sınıfın karnesini aldı. Okulda bir yılı kalmıştı Necla’nın. 5. Ve 6. Sınıflar da aynı odadaydılar. Necla her iki sınıfın da derslerini öğrenecekti. İngilizcesi zayıftı. Her gün boş saatlerinde ona yardım etmeye başladım. Okul kapandıktan sonra her gün yarım saat, bazan bir saat İngilizce ders yapmaya başladık. Arkadaşlardan biri beni Daire’ye ihbar etti. Müfettişler geldi. Bana sorular sordu. Olup biteni anlattım. Beni tebrik ettiler. “Hiçbir öğretmen böyle çalıştığı için cezalandırılamaz, ödüllendirilir” dediler ve beni geçici kadrodan muvazzaf kadroya geçirdiler. Sene sonu geldi, Necla alnının akıyla diplomasını aldı ve alırken aynı ilk günkü gibi Necla’nın gözlerinden iki damla yaş yanaklarından yuvarlanıp beyaz kolalı yakasına düştü. Fakat bu inci tanesi gibi yaşlar, ilk günkü gibi utanç ve çaresizlik değil, sevinç gözyaşlarıydı. Bana teşekkür edip elimi öptü. “Hocanım size ne kadar teşekkür etsem azdır” dedi. Onu sevgiyle kucaklayıp yanaklarından öptim.

“Başardığın için ben de sana teşekkür ederim” dedim. Bütün öğretmenlik hayatımda, Necla’nın Gözyaşları, unutamadığım en tatlı anılarımdan biridir…

t3-070.jpg

ŞÖHRET HANIMIN LUVANA ÇORBASI

Okulumuzda Şöhret Hanım isimli bir bevvabımız vardı. Tatlı dilli, güzel huylu ve işgüzardı. O zaman kız ve erkek çocuklar, ayrı ayrı okullara gidiyorlardı. Kış günleri okulda çocuklara çorba vermemiz emredildi. Hemen yeşil kumaş alıp çocuklara birer yemek önlüğü diktim. Birer çukur çinko tabak, çatal, kaşık, bardak alındı. Her gün Şöhret Hanım, ocağa odun doldurup yakar, kazanı üstüne oturtur ve bir kazan Luvana çorbası yapardı. Çorbanın kokusu ortalığa yayılırdı. Çorba pişer pişmez, Şöhret hanım dört çay fincanı çorba doldurur, “Üşüdünüz be kızlar, size sıcacık çorba getirdim” diyerek çorbaları öğretmen masasına dizerdi. O çorbanın tadı damağımızda kalırdı. Saat 12 olunca zil çalar, çocuklar masalara dizilirdi. Erkek okulunun çocukları da gelir, bizim okulda çorba içerdi. Her çocuğa bir urup ekmek (ekmeğin dörtte biri) ve bir tas çorba verilirdi. Bazan çocuklar çorbalarını içer, sonra evlerine giderlerdi. Günde iki öğretmen çocuklara bakmak için kalırdı. Bir gün Erkek Müdür’le ben kaldık. Çocuğun biri doymamış, “Biraz daha ekmek alabilir miyim?” dedi.

Müdür sinirlendi, çocuğun kafasına eliyle vurdu. “Haspanı ye da doy” dedi. Ben itiraz ettim. “Bu yaptığınız doğru değil. O çocuğun fakirliği ve açlığı zaten kendine yeter. Belki sabah okula aç gelmiştir. Lütfen bir daha yemekte çocuklara vurmayın. Onlara zaten Allah vurdu” dedim. Müdür çok utandı, özür diledi. “Boşta bulundum hocanım, özür dilerim” dedi. Benim tepkim karşısında da utancından gözleri doldu. Bir daha çocuklara vurmadı…

 

BAF’A SEYAHAT

Bir bahar günü, Kadriye Hanım bizi Baf İlkokulu’na davet etti. 4, 5 ve altıncı sınıfları götürecektik. Bazı çocukların otobüs parası yoktu. Bazı öğretmenler “Parası olan gitsin” dediler. Ben o fikirde değildim.

“Parası olan zaten her zaman her yere gider ama olmayan daima evde kalır, bu defa öyle olmayacak, parası olmayan da gidecek” dedim. Müdire Hanım beni çok severdi. “Doğru” dedi, “Türkan haklı…”

Hemen Daire’ye telefon etti ve 15-20 çocuğun otobüs paralarını daire ödedi. Biz dört öğretmen 9 şiline bir kuzu aldık, temizlettik, Baf’a götürüp orada hep beraber kebap yaptık, yedik. O zavallı fakir çocukların sevincini görmeliydiniz. Yediler, içtiler, güldüler, oynadılar ve mutlu bir gün geçirdiler. Baf İlkokulu çocuklarıyla kaynaştılar, şarkılar söylediler, oyunlar oynadılar. Ben de onlar için çok mutlu oldum. Ben de fakir çocuğu olduğum için gezilere gidemez, çekilen fotoğraflardan alamazdım. Bu sebepten fakir çocukları daime sever ve elimden gelen yardımı yaparım.

Bir gün okulda beden eğitimi dersi vardı. Bir çocuk bir kenara büzülmüş, mahzun mahzun oturuyordu. Babası kömürcüydü. Fakirdiler. Cimnastik potini alamamıştı.  Onun için derse giremiyordu. Onu yanıma çağırdım.

“Niye girmiyorsun derse” dedim.

“Hocanım potin alamadım. Babamın parası yokmuş” dedi.

Kabahatli kendisiymiş gibi sessizce ağlamaya başladı.

“Gel benimle” dedim.

Öğretmen odasına girdik. Ayağımdaki jimnastik potinlerini çıkardım. Diğerlerini giydim.

“Giy bakayım bunları” dedim. Tam ayağına göre geldi. Çok sevindi.

“Hade koş sıraya” dedim.

Bana sarıldı, “Teşekkür ederim Hocanım” dedi ve koşarak sıraya girdi.

Bir fakiri sevindirmek, bence mutlulukların en büyüğüdür. Bugün okulumuz fakir çocukları da çok mutlu bir gün geçirdiler ve şarkılarla evlerine döndüler. Eminim ki bu zavallı çocuklar, bu geziyi uzun yıllar hatırlayacak ve mutlu olacaklar.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

1939 yılında Hitler’in Orduları Nazilerin, Avrupa’nın Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya’ya girdiklerini radyolardan işitiyor ve gazetelerden öğreniyorduk. Kıbrıs adası da İngiliz idaresinde olduğu için ve İngiltere bu harbe karşı olduğu için Kıbrıs’a da hücumlar başlamıştı.

Maarif Dairesi’nden okulumuza gönderilen bir mektupta okulun bir odasının Hastane olarak düzenlenmesi ve öğretmenlerin ilkyardım kurslarına katılması yazılıyordu.

Okulun geniş bir odası bu iş için ayrıldı. İçine ilkyardım malzemeleri taşındı. Doktorlar geldi. Biz öğretmenlere ve ayrıca erkek öğretmenlere ilk yardım kitapları dağıtıldı. Haftada üç gün ders yapmaya başladık. Doktorlar gelip ders veriyor ve uygulamalı kırıklar, çıkıklar, yaraların temizlenmesi, bakımı hakkında bilgiler alıyorduk. Sonra haftada bir gün Hükümet hastanesinde hastalar ve yaralılar üzerinde uygulamalar yapıyorduk.

Aynı zamanda bizlere birer demir şapka, kolumuza takmak için Kızılhaç kolluğu, göğsümüze takmak için üzerinde ARP harfleri bulunan (Air Raid Precaution) yani Hava Akımlarına Karşı Tedbir, birer madalyon vermişlerdi. Bir müddet sonra da gaz maskeleri dağıtıldı bizlere. Tehlike sirenleri çalınca, ağabeyimle ben demir şapkamızı giyer, Kızılhaç şeridini kolumuza takar, iğnemizi göğsümüze iliştirir ve gaz maskemizi alarak okula koşardık. Herkes sığınaklara koşardı. Bizler de okulda yaralı beklerdik. Bereket versin ağabeyim vardı yanımda yoksa geceleri tek başıma okula gitmek çok zor olacaktı benim için. Geceleri de evde birbirimize kırık, çıkıklar hakkında uygulama yapar, ilkyardım derslerimizi öğreniyorduk. Perşembe günleri de beraber hastaneye gider, staj yapardık. Stajımız altı ay sürdü. Sonra hükümet çocukları korumak için köylere gönderdi. Biz okulda dört öğretmendik. Çocuklar gittikçe azalıyordu. Sonra okulda dört öğretmenlik çocuk kalmadı. Bir arkadaş Baf’a, ben de Pile’ye nakledildim. O güne kadar hiç köy hayatı yaşamamıştım. Çok üzüldüm. Fakat çaresiz gitmek zorundaydım. Oturup Köy Muhtarı’na bir mektup yazdım. Önümüzdeki Cuma günü Pile’ye öğretmen olarak geleceğim ve bana bir öğretmen evi hazırlamasını rica ettim…

 

(Devam edecek)

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2155 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar