1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Leymosun, Pile ve Mağusa’da öğretmenlik… İkinci Dünya Savaşı yılları… (7)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Leymosun, Pile ve Mağusa’da öğretmenlik… İkinci Dünya Savaşı yılları… (7)

A+A-

Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının devamında Leymosun ve Pile’deki öğretmenlik günlerini, İkinci Dünya Savaşı’nı ve babamla savaşın ortalarında nasıl evlendiklerini anlatıyor… Türkan Uludağ’ın hatıra defterinden bazı bölümleri yayınlamaya devam ediyoruz:

 

PİLE’YE GİDİŞ…

Cuma günü sabah uyandım. Limasol’da son günümdü. Cuma günü tatil olduğu için öğretmen arkadaş ve çocuklarla Perşembe günü vedalaştım. Bütün çocuklar, “ne olur gitme Hocanım” diyerek ağlamaya başladılar. Onları “Sizleri ben de çok seviyorum ama gitmek zorundayım. Eğer Pile’ye gitmezsem benim işime son verirler ve işsiz kalırım. Halbuki öğretmen olmak için çok çalıştım. Çok zahmetler ve yokluklar içinde bu günlere geldim. Hepinizi çok seviyorum. Sizleri daima hatırlayacağım” dedim. Onları okşayıp öptüm. Hatta bazı küçük öğrencilerim üstüme sarılıp “Bizi de götür Hocanım” deyip ağladılar. Onları da sevip okşadım ve “Bir gün bakarsınız yine gelirim” dedim ve okuldan güçlükle ayrıldım.

Cuma günü eşyalarım hazır olunca araba geldi. Eşyalar yüklendi. Ağabeyim, yengem ve çocuklarla vedalaşıp Pile’ye yollandım. Bütün yol boyunca köyde nasıl bir hayat yaşayacağımı, kimlerle karşılaşacağımı düşünüp üzüldüm. Nihayet Pile’ye geldik. Kahvelerin önünde araba durdu ve muhtarı sordu. Bereket versin Muhtar Tahsin Ağa kahvedeydi. Yanımıza geldi.

“Hoşgeldiniz” dedi.

Ben de “Hoşbulduk. Ben köyünüze öğretmen olarak geldim. Size bir hafta önce mektup yazıp bana bir öğretmen evi hazırlamanızı istemiştim” dedim.

Muhtar afalladı, “Nasıl olur ben mektup falan almadım” demez mi? Neye uğradığımı bilemedim. Hemen postacıyı çağırdı ve mektubu sordu. Postacı da kutuyu açıp mektubu çıkardı.

“Sen aramadın Tahsin ağa” dedi.

Arabacı da köyüne dönmek için acele ediyordu.

“Eşyaları nereye endireyim abla, beni çocuklar bekler, eve döneceğim” dedi.

Muhtar adeta şok geçirmişti. Biraz toparlandı, “Hade bizim eve gidelim. Hanayda kalırsın” dedi. Onu da arabaya alıp muhtarın evine gittik.

 

PİLE’DEKİ GÜNLERİM…

Gecenin karanlığında Muhtar Tahsin Ağa’nın evine geldik. İkinci katta uzun bir oda verildi bana. Bu oda Tahsin Ağa’nın oğlu Enver Bey ve hanımı Ayşe Hanım’ın misafir odasıydı. İçinde bir seyfol, birkaç minder vardı. Odanın bir köşesine yatağımı, dolabımı, masa ve sandaliyelerimi, sandığımı yerleştirdim. Yemeği aşağıdaki mutfakta pişirecektim. Aynı zamanda mutfaktaki çamaşır teknesinde de banyo yapacaktım. Hepsine razı oldum ama tuvalet işi çok canımı sıktı. Tuvaletin üç duvarı vardı sadece. Ne kapısı vardı, ne kuyusu, deliği. Sabah uyanıp da aşağıya tuvalete inince hayal kırıklığına uğradım. Eğer bana tuvalet yapmazlarsa kalamayacağımı söyledim. Kapı işini de dört tahtanın üzerine torba çakarak hallettik. Haftasonu da tuvalet kazıldı. İçine bardak, peşkir astım, her şey tamam oldu.

Kaldığım aile çok iyi insanlardı. Beni el üstünde tutar, bir dediğimi ikiletmezlerdi. Onları bir ailem gibi sevmiştim, hala daha Pile’ye ziyaretlerine giderim. Pile’nin suyu, havası çok yaramıştı bana. İki ayda beş kilo almıştım. Köylüler de beni çok sevmişlerdi. Çocuklara nakış dersi olmadığı halde, teneffüslerde nakış, şarkılar, oyunlar, güzel şeyler, temizlik öğretiyordum.

 

PİLE İLKOKULU…

Cumartesi sabah Tahsin Ağa’nın torunlarıyla Pile İlkokulu’na gittim. Okuldan başka her şeye benziyordu. Uzun bir oda, kırık dökük mermerler. Ne renk olduğu belli olmayan eski, solmuş bir dünya haritası, camları kırılmış bir duvar dolabı, büyücek bir masa, iki sandaliye. Başka ne harita, ne resim, ne bir aparat, hiçbir şey yoktu. Ziya Efendi isimli yaşlı bir öğretmen, masanın başında oturuyordu. Odaya girdim, Pile’ye öğretmen olarak geldiğimi söyledim. Hemen yerinden fırladı. Hoş geldin bile demeden, “O halde odanın yarısı senin, yarısı benim” dedi.

“Peki” dedim.

Çocuklara sıraların yarısını ters tarafa çevirmelerini söyledim.

Ziya Efendi’ye “Bu ne hal Ziya Efendi? Her yılsonuna doğru Maarif Dairesi ne lazım diye soruyor. Neden bu mermerler kırık dökük? Ne bir harita var duvarlarda, ne bir resim? Nasıl ders yaparsınız?” dedim.

“Ben Daire’ye masraf çıkarmam” dedi.

Neyse, çocukların yarısını ben aldım, sıralara yerleştirdim ve derse başladık.

Ben daima vereceğim ders için geceleri aparat, harita, resim hazırlar, karatahtaya yazarak çocuklara dersleri öğretirdim.

Bu defa Ziya Efendi’nin çocuklar da arkaya döner ve benim verdiğim dersi dinlerlerdi. Ziya Efendi de her arkasına bakanın başına cetvelle vurur, “Belanızı versin, ne dönersiniz be arkaya?” diye hem söver, hem döverdi. Bu benim çok fenama giderdi. O haftayı zor topuz tamamladım. Perşembe günü soruşturdum, Cuma günü Larnaka’ya giden arabada yerimi ayırttım. Larnaka’da köy okullarından sorumlu olan Müderris Efendi vardı. Onun evine gittim, durumu anlattım. Birimizin odadan çıkması gerektiğini söyledim. Aksi halde Ziya Efendi, çocukları dayaktan ezerdi. Müderris Efendi, “Tamam” dedi. “Sana caminin anahtarını vereyim. Çocuklar orayı temizlesin, biriniz oraya geçin” dedi. Çok sevindim. Ona teşekkürler ettim. Beni öğle yemeğine alıkoydu. Öğleden sonra da biraz çarşıya uğrayıp kokulu sabun, kurdele, karton ve ufak tefek alarak Pile’ye döndüm. Ertesi gün okula gelince Ziya Efendi’ye caminin anahtarını getirdiğimi ve Müderris Efendi’nin birimizin camiye geçmesini söylediğini bildirdim.

Ziya Efendi, “Aman, ben o odaya girmem. Cami çatlak, sonra başıma yıkılır” dedi.

“Ben girerim da Cami benim başıma yıkılsın” dedim. Gidip camiyi açtım. Çocuklar bahçedeki kuyudan tulumba ile su çıkarıp, odayı bir güzel yıkadılar, tozları, örümcekleri temizlediler. Camide bir de mihrap vardı. Biz, aydınlık olan sol tarafa sıraları dizdik. Duvarlara kendim hazırladığım İSADAN ÖNCE ve İSADAN SONRA KIBRIS TARİHİ levhalarını ve Kıbrıs’ın dağlarını, derelerini, ithalat ve ihracatını gösteren dört Kıbrıs haritasını (Resimli, kendim hazırladım) astım. Odamız çok güzel oldu. Yalnız çocuklar çok pis ve bitliydiler…

 

TEMİZLİK DERSİ…

Çocuklar çok bakımsızdı. Sabah yataktan kalkar, ne yüz yıkar, ne taranırlardı. Bitler yüzlerinde yürürdü. Buna çare bulmak lazımdı.

Bir Perşembe sabahı okula gelirken yanıma bir Lux sabun, kırmızı bir kurdela, bir şişe gazyağı, bir tarak getirdim. Çocuklara, “Çocuklar, bugün dersimizi bahçede yapacağız” dedim. Çocuklar çok sevindiler. Bahçeye çıktık. Kuyudan tulumba ile bir kova su çıkarmalarını söyledim. Sonra içlerinden en sümüklü, çapaklı olanı duvara dayadım. “Sen burada bekle” dedim.

Çocuklar ne yapacağımı merak ediyorlardı.

Sonra başka bir kız çocuğunu çağırdım yanıma. Evvela Lux sabunla elini, yüzünü, kulaklarını yıkadım, saçlarını ıslattım ve evden getirdiğim tarakla bir güzel tarayıp, kırmızı kurdelayı başına bağlayıp o sümüklü, çapaklı çocuğun yanına götürdüm.

Sonra dönüp çocuklara, “Çocuklar bakın bakalım, hangisini beğenirsiniz bu iki çocuğun?” dedim.

Hepsi birden kurdeleli kızı gösterip, “Bunu beğendik” dediler.

“Aferin sizlere, çok doğru, herkes böyle temiz çocukları beğenir tabii, sizleri de sümüklü, çapaklı, bitli olduğunuz için kimse beğenmez. Halbuki siz de temiz olabilirsiniz. Herkes o zaman “Aman ne güzel, ne temiz çocuk” der” dedim.

“Ama bizim kurdelemiz yok” dedi bazıları.

“Kurdele olması şart değil, bir kumaş parçası ya da yün ipliği de olur” dedim.

“Sonra bitlerden de kurtulmanız lazım” dedim.

Getirdiğim gazyağıyla saçlarını bir bir ıslatıp taradım.

“Bugün Perşembe, öğleden sonra veya yarın anneniz sizi yıkayacak, temiz elbise giyeceksiniz, saçlarınız taranmış, tırnaklar kesilmiş geleceksiniz. Yalınayak okula gelmek ayıptır. Göreyim sizi… Cumartesi hepiniz çiçek gibi temiz gelin ki köylüler de şaşırıp kalsın, sizleri herkes beğensin” dedim.

İnanmayacaksınız, Cumartesi bütün çocuklar tertemiz geldi okula. Ziya Efendi gözlerine inanamadı.

“Nasıl becerdin bu işi? Ben her zaman söylerim, dinlemezler” dedi.

Ben de “Göstererek Ziya Efendi” dedim. “Onlara temizle kirlinin farkını gösterdim, onlar da anladılar” dedim.

Ertesi gün bazı aileler şikayet etmişler. “Çocuklar bizi sabah sabah kaldırır, taranmak ister” diye. Onlara ben tembih ettim, “Her sabah annenizi veya ablanızı uyandıracaksınız. Saçlarınızı taramanıza, temizlenip giyinmenize yardım edecekler. Eğer size yardım etmezlerse, babanıza şikayet edeceksiniz. Babanız da sizi dinlemezse, bana söyleyeceksiniz. Ben evinize gelip onlara yardım etmelerini söyleyeceğim” dedim.

Böylece temizlik işini kısa zamanda hallettik, bitleri de azalttık…

 

OKULUMUZA MÜFETTİŞLERİN GELİŞİ…

Camiye yerleşeli 15-20 gün olmuştu. Desanemiz pırıl pırıl… Duvarda çeşitli resimler asılmış ve haritalarla süslenmiş, çocuklar kirden pastan, sümükten çapaktan, bitten temizlenmişti. Bir gün ansızın Müderris Efendi ve Başmüfettiş İbrahim Bey okulumuzu teftişe geldiler.

Evvela Ziya Efendi’nin odasına gittiler. Okula benzemeyen o kırık dökük odayı gördüler, Ziya Efendi ile konuştular, sonra benim ders verdiğim Cami olan odaya geldiler, içeriye buyur ettim.

Müderris Efendi ile İbrahim Bey içeri girdiler, Ziya Efendi dışarıda kaldı. İbrahim Bey, Ziya Efendi’ye, “Gelsene yahu içeri” dedi. Ziya Efendi, şehadet parmağıyla tavanı göstererek, “Cami çatlak” diyebildi. Gözleri faltaşı gibi açılmış, sanki o an cami başına yıkılacakmış gibi korku içinde geri çekildi. Artık gırtlağıma gelmişti.

“Ziya Bey caminin başına yıkılmasından korkar” dedim.

O zaman Müfettiş Bey çok kızdı. Ziya Bey’e, “Ziya Bey, sen koskoca adam içeri girmeye korkarsın da bu sinek gibi kızı ne koydun buraya? Yani cami onun başına mı yıkılsın? Çabuk içeri gel” dedi. Ziya Efendi, korku içinde içeri girdi, gözlerini tavandan ayıramıyordu. Sanki o an cami yıkılıyormuş gibi ödü patladı. Neyse hepsi içeri girdiler. Çocukların temiz tertipli olmasından ve odanın düzenlenmesinden çok memnun oldular.

“Aferin kızım, çok iyi bir iş başardın, tebrik ederiz” dediler. Etrafa bakındılar, odada onları oturtacak yer yoktu. Ben sabahtan akşama kadar ayakta ders veriyordum. Müderris Efendi sağa sola bakınıp oturacak yer aradı. Ben de, “Afedersiniz, sizi oturtacak yerim yok. Okulun iki sandaliyesi var. Ziya Efendi birine oturur, ötekine de basar. Ben ayakta ders yaparım” dedim. Bunun üzerine Müderris Efendi, “Be insafsız adam! Aynı köyden olacaksınız daha! Koskoca adam, senin bu kıza babalık etmen lazım. Yazıklar olsun sana. Sen rahat rahat otur, ayaklarını da diğer sandaliyeye uzat, bu zavallı da sabahtan akşama kadar ayakta çocuk okutsun ha??” diyerek Ziya Efendi’yi bir iyi haşladı. Ziya Efendi’nin yüzü renkten renge girdi. Hatta korkusunu bile unutmuştu…

Kekeleyerek “Şey, şey efendim. Benden sandaliye istemedi ki…” diyebildi.

Hemen bir çocuk göndererek sandaliyenin biri benim odaya getirildi ve artık yorulunca oturacak bir sandaliyem oldu benim de.

Müfettişler gittikten sonra Ziya Efendi bana daha sert muamele etmeye başladı.

“Ben Başmuallimim, buyur Başmuallim” demeye başladı. Bana hiçbir şekilde yardım etmedi… Mesle köyde et haftada bir iki defa kesilirdi. Ziya Efendi gider, kahveden et alırdı. Ben de ona rica ettim. “Ziya Efendi, Lütfen et kesilince bana da haber ver de ben de aldırayım” dedim. Fakat artık Ziya Efendi, eti gizli gizli almaya başladı. Ben genç bir kız, kahveye gidip et alamazdım.

Bir gün çocuklara sordum. Kerim isminde bir çocuk, kasabın oğluymuş. “Sen sana haber verir, istediğin eti de getiririm hocanım” dedi. Çok sevindim. Artık Kerim bana etin en iyisini getiriyordu. Ayrıca sebze, meyve geldiğinde de bana haber verir, istediklerimi alırdı. Böylece Ziya Efendi’ye muhtaç olmaktan kurtuldum.

 

KASIM 1941 PİLE’DEN AYRILIŞ…

Pile’ye gelirken ağlayarak gelmiştim… Hiç bilmediğim bir köyde ne yapacağım diye düşünüyordum. Halbuki o sümüklü, çapaklı, bitli çocukları kısa zamanda çok sevdim. Onlar da beni çok sevdiler. Teneffüs saatlerinde bile onlarla meşgul olur, nakış, dikiş, dantel, oyunlar, şarkılar öğretirdim. Köylü de beni çok sevip takdir ediyordu. Hatta o aylarda doğan kız çocuklara benim adımı vermişlerdi. Okul tam yoluna girmişti ki Mağusa’ya tayinim çıktı. Ağlayarak geldiğim Pile’den yine ağlayarak ayrılıyordum. Bütün çocuklar ve köylüler beni ağlayarak uğurladılar. Çocuklar, “Bizleri Ziya Efendi’ye bırakma” diye ağlıyorlardı. Üzülerek ayrıldım Pile’den. Hazım isimli bir öğrencim bana Mağusa’ya bir mektup gönderdi. Okuyunca içim parçalandı. O mektubu hala saklıyorum. Küçücük öğrencimin bu duygulu mektubunu hala ara sıra okur, Pile’deki günlerimi anımsarım.

 

HAZIM’IN MEKTUBU – 14 ARALIK 1941…

“Sevgili ve Şefkatli Hoca Hanımımız,

İşte sen buradan kaçalı biz hiç ilerlemedik ve büyük bir hürmetle Pile’ye tatilde gelmenizi bekleriz. Camiye bakarız da bize gelir kendimizi yere vurmak isteriz marazımızdan. Midem sen burada idin yazdık sabahtan kalkıp mektebe gideceğiz diye sevinirdik. Zira şimdi mektebe gideriz da zannederiz ki camiden sesini duyacağız. Hepsinden bana oldu gatret bana oldu. O zalim eline kaldık. Mümkün olsa da Pergama gibi yerde olsan, ben gelip sende okuyacaydım. O siz kaçacağınız gün annem rahatsız idi ve sizi gelip yollandıramadığımız için ve yazıyorum. Camiden kaçtığınız için sanki bir oğlunu kaybetmiş gibi maraz eder annem. Çok bir selam eder. Belki işallah başka sene bize gelin. Vijdan’dan, Ayşe’den Aynur’dan, Neyir’den, Altan’dan, Kemal’dan, Ekrem’den, Ali’den, Cemil’den, Talat’tan, Kemal’dan, Necati’den, Kemal Kerim’den, Şakir’den, Hayriye’den, Nezihe’den çok selam ederler.

Yazan HAZIM Sınıf 3

Pile 14/12/1941 tarih.

Gece yarısı.

BAYAN TÜRKAN ilk defa olarak mürekkebinan şimdi yazarım AFEDİNİZ Biraz karalam.

BAYAN TÜRKAN HANIM

TEZ CEVAP İSTERİM.

Not: Mektubun aslını hala saklarım. Pile’ye gittiğimde Hazım’ı aradım ama bulamadım. Bir arkadaş benim için araştıracağına söz verdi. İnşallah onu bulurum.

 

1941 MAĞUSA’YA GELİŞ…

Mağusa’ya tayinimi alınca okula gidip çocuklar ve Ziya Efendi ile vedalaştım. Köylüler eve toplanmışlar, ağlıyorlardı. Hepsiyle vedalaştım. Eşyalarımı arabaya yerleştirdiler ve ağlayarak Pile’den ayrıldım, Mağusa’da evli olan ablamda kalacaktım.

Ablamın evi Mağusa dışındaki Karakol mevkiinde 14 dönüm bahçe içinde iki katlı bir evdi. Bahçede kocaman bir havuz, iki rüzgar değirmeni, evin önünde çeşitli balıklarla dolu minik bir havuz, içi tavuk, horoz dolu kocaman bir kümes, nar, erik, üzüm, incir gibi çeşitli meyva ağaçları, çeşitli sebzeler, elhasıl cennet gibi bir yerdi.

Evin üst katında iki oda bir sofa, kocaman bir teras, alt katında da üç oda, mutfak ve hamam vardı.

Fattuş ablamın Oğuz isimli bir oğlu vardı. Ayrıca Amerika’dan kesin dönüş yapan Ahmet Amcam da ablamda kalıyordu. Eniştem Kazım Efendi, bahçe işleriyle uğraşır, çıkardığı mahsulü pazara götürür, satardı.

En önemli yaz ürünü karpuzdu.

“Kazım Karpuzu” diye ün yapmıştı. Çünkü karpuzlar vermeye başlarken eniştem her karpuzun üzerine tarihini yazar ve tam 40 gün sonra olgunlaşan karpuzları toplar, pazara götürürdü. Bu karpuzlar tırnakta kalkar, hemen satılırdı. Narları yekün olarak tüccarlara satardı.

 

MAĞUSA İLKOKULU…

Okul, Mağusa’nın dışında, Ayluka mahallesinde Barnason Bar denen yan yana iki dükkana taşınmıştı. Okula gidip gelmek çok zordu. Evle okul arası 3 mil kadardı. Yaya gitmek imkansızdı. İlk zamanlar her sabah amcam beni bisikletin arkasında okula götürür ve akşamüzeri arardı. Okul her gün iki defaydı. Sadece Perşembe günleri öğleye kadar ve Cuma günleri de tatildi. Öğle yemeğimi okulda yemek zorundaydım. Sonra bir bisiklet satın alıp, düşe kalka öğrendim. Artık okula yalnız gidip gelebiliyordum. Ara sıra amcam da bana refakat ederdi. Bazan eve dönüş yolumuzun üstündeki bir kahveye oturur, bir şeyler içer, eve sonra giderdik…”

Annemin anıları daha sonra babam Niyazi Uludağ’la tanışmaları, evlilik kararı almaları, düğün hazırlıkları, 22 Kasım 1942’de bir yuva kurmaları, Mağusa’ya evlenmeleri ve sonrasında dünyaya gelen evlatlarıyla ilgili hatıralarla sürüyor…

Umarım bir gün bu hatıraları kitaplaştırabilirim… Böylece anneciğimin hatıra defteri de geleceğe taşınmış olur, bir zamanlar Kıbrıs’ta nasıl hayatlar yaşandığına ilişkin ipuçlarını gelecek kuşaklara bırakmış oluruz…

Onu sevgiyle anıyorum…

ogrencileri-icin-sahneye-koydugu-gunes-sistemi,-gezegenler-ve-yildizlar-konulu-tiyatro-oyununda-turkan-uludag.jpg
Öğrencileri için sahneye koyduğu güneş sistemi, gezegenler ve yıldızlar konulu tiyatro oyununda Türkan Uludağ...

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 1982 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar