LGBTİ+ Mücadelesi ve Feminizm
Feminizm, erk şiddeti, erk adaleti ve sistematik olarak maskülen olanın yüceltildiği, geriye kalan tüm cinsiyet kimliği ve yönelimleri ikincil plana atan sisteme -ataerkil kapitalist sisteme- karşı bir mücadeledir.
Özgül Saygun
[email protected]
Gündelik yaşantımızda sanki bir ön kabul varmış gibi "feminizm nedir?" sorusuna birkaç kelimeyi bir araya getirerek açıklamaya hemen seferber oluruz. Her feminist için bu sorunun cevabı elbette değişecektir, çünkü feminizmin kendi güzelliğindendir ki, bu sorunun cevabı o kadar da net değildir. Ben yazıma ilk önce kendi tanımımı yaparak başlamak istiyorum. Referans vermekten bıkmadığım ve bana göre feminizmin en iyi tanımı, Monique Wittig'e aittir. Monique Wittig kendisine neden feminist dediğini şöyle açıklar; "10 yıl önce kendimizi 'feminist' olarak adlandırmayı seçtik, bu, ne kadın mitini korumak ya da onu güçlendirmek ne ezenin bizi tanımayışıyla kendimizi özdeşleştirmek içindi; bunu hareketimizin bir tarihi olduğunu doğrulamak ve ilk feminist hareketle aramızdaki politik bağı vurgulamak için yaptık” (Straight Düşünce; 2013: 48).
Bu sözler bize şunu anlatır, kendimize feminist dediğimizde sadece kendimizden doğru bir tanım yapmayız. Feminist söz üretmenin ve mücadelenin bir tarihi olduğundan ve -şimdiye kadar bilinen- 200 yıllık bir hareketin bir parçası olduğumuzu da söylemiş oluruz. Yani, biz sadece kendimize dair bir söz değil, koca bir harekete dair de bir söz üretiyoruz. Belki de deneyim ve belleklerimizin çabukça silindiği bu coğrafyamızda feminist harekete neredeyse 200 yıllık bir yerden bakmak bize zor gelecektir, ancak, bu 200 yıllık tarihin bize öğretecek çok şeyi vardır. 200 yıllık bir tarihten bahsettiğimde tek bir feminizm anlayışına işaret ettiğim düşünülebilir. Bu yanlış bir düşünce olacaktır. 200 yıllık tarihin tamamını benimsesem ve her bir adımını değerli bulsam da, kendimi tarihin sosyalist feminist tarafında bulduğumu da söylemem gerek. Ülkemizdeki kısır feminizm tartışmalarını bir kenara bırakacak olursak, bana göre sosyalist feminizmden bahsetmek kadınların ve LGBTİ+ bireylerin özgürlük mücadelesini sınıf ve ırk bağlamında değerlendirmenin yanı sıra değişimin de ancak toplumsal bir dönüşümle olacağını söylemektir.
Feminist tarih boyunca, yüzlerce değerli şey içinde benim tüm gücümle sarıldığım, deneyim paylaşımlarımız ve feminizmin kendi içindeki eleştirel reflekstir. Bugün eğer LGBTİ+ mücadelesinden feminizmin içinden bir söz üretiyorsak, bunun nedeni feminizmi "kadınların kurtuluşu" olarak gören bir kesimin sözlerinin tarih boyunca eleştirilmesi ve buradan bir teori üretmesidir. Bunun en anlamlı örneklerinden biriyse şüphesiz "Lavanta Tehtittir". 1 Mayıs 1970'de Kadınları Birleştirmek İçin İkinci Konferans'da lezbiyen olmak ve lezbiyen konularından bahsedilmemesini protesto etmek için bir araya gelen lezbiyen kadınlara, İkinci Dalga Feminizmin önemli isimlerinden ve dönemin NOW başkanı Betty Friedan, lezbiyenlerin taleplerinden bahsetmenin kadınları "erkek düşmanı" olarak gösterebileceğini söyleyip lezbiyenleri feminist mücadeleye karşı "lavanta tehtitler" olarak adlandırıyordu. Buna karşılık, bir grup lezbiyen konferansa üzerlerinde "lavanta tehtit" yazan T-shirtlerle katıldı ve bir süre sahneyi işgal etti. Bu olaydan tam 9 yıl sonra, Audre Lorde, 1979'da katıldığı bir konferansta yaptığı konuşmada, konferansın siyahi kadınları, üçüncü dünya ülkelerinden kadınları ve "alt sınıftan kadınları" dışladığını söylediğinde, feminizmin kendi içindeki dışlayıcı potansiyele dikkat çekti. Ve dünyanın daha bir çok yerinde, daha bir çok zamanında ve daha bir çok kişi feminizme dair söz ürettikçe feminizm bizim bugün feminizm içinden kolaylıkla bahsettiğimiz, sınıf, ırk, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği vs. barındıran bir teori ve tabii ki mücadele haline geldi.
Peki feministler homofobik olabilir mi? yukarda bahsedilen nedenlerden dolayı, yani feminizm kendi varoluşundan dolayı feminist hereket de homofobik, transfobik ve bifobik olma potansiyeli taşımaktadır. Basit bir tabirle eğer feminizm baskıcı ve dışlayıcı bir ideolojiye ve erkek cinsiyet kimliğini yüceltirken geriye kalan tüm "ötekileri" baskılayan bir sisteme karşı bir mücadeleyse, kendi dışlayıcı potansiyelini de göz önünde bulundurmalıdır. Lorde'nin deyimiyle feminizm kendisinin kimi içerdiği ve kimi dışladığı sorularıyla sürekli olarak "cebelleşmelidir."
Judith Butler’ın Feminizmi Üzerine
Tarihi birkaç paragrafa sığdırmayı başaramayıp hızlıca 1990’lara gelecek olursak; Judith Butler’ın 1990 yılında yayımladığı Cinsiyet Belası kitabı feminizme dair içkin eleştiri için çok büyük bir önem taşımaktadır. Judith Butler Cinsiyet Belası kitabında 'kadın' kavramını, 'cinsiyet-toplumsal cinsiyet' kavramlarını ve cinsiyetli bedenleri feminizmin içinden gelen eleştiri kültürüyle yeniden sorunsallaştırmayı hedefler. Özellikle ikinci dalgayla gelen toplumsal cinsiyet/cinsiyet ayrımını, Beauvoir'ın "Kişi kadın doğmaz, kadın olur" sözünden de hareketle, bu iki kavram arasındaki bağ üzerine eleştirel bir görüş ortaya koyar. Butler'ın Cinsiyet Belası'nı yazdığı yıllara da bakıldığında, feminizm içindeki bölünme diyebileceğimiz farklılık ve tartışmalar 'ortak bir kimliğin' varlığını gerçekten de ciddi anlamda krize sokar. Tam da bu noktada, Butler'ın açtığı tartışma ve feminist öznenenin yeri feminizm içerisinde de değerli bir tartışmadır. Butler'ın hedeflerinden biri de 'feminist öznenin' bir evrenselliği olup olmadığı ve eğer bu kategorilere böyle bir eleştiri yapılıyorsa buradan çıkacak siyasi potansiyelin ne olduğudur. Butler, temsili siyasetten tamamen ayrı bir siyaset önermez, zaten bunun imkansızlığını da farkında olduğunu açıkça bildirir (Cinsiyet Belası, 2012: 48). Temsili siyaset kolaylaştırıcıdır, ancak temsil edilen "kadın" kategorisi konuştuğu kesimi betimlediği anda, özellikle de iktidar içerisindeki bir alandan geliyorsa tehlikeli olabilir ve Butler şu sorunun cevabını arar; "Öznenin konuşulmayan normatif koşullarını yerine getirmeyi başaramayan kişileri dışlamasıyla inşa edilen özneleri temsil etmenin ne anlamı olabilir ki?". Bu sorunun peşinden giderek Butler daha farklılıkların bir arada var olabileceği bir feminist siyasete işaret eder.
O halde, eğer belirli bir özneden bahsedemiyorsak, eğer “feminizm nedir” sorusuna kolayca “kadınların kurtuluşu” diyemiyorsak, “kadın öznenin” kendisi bizim için problemliyse; feminizm nedir?. Bu sorunun cevabını verebilmek için soruyu bozmamız gerekiyor. Feminizmin ne olduğunu değil, ne olmadığını söylememiz, neyi içerdiğini değil, neyi dışladığını –yani neye karşı mücadele ettiğini- söylememiz, daha kapsayıcı olacaktır. Feminizm, erk şiddeti, erk adaleti ve sistematik olarak maskülen olanın yüceltildiği, geriye kalan tüm cinsiyet kimliği ve yönelimleri ikincil plana atan sisteme -ataerkil kapitalist sisteme- karşı bir mücadeledir.
Kıbrıs’ın Kuzeyinde Feminizm ve LGBTİ+
Peki bu tartışmalar bizim için ne anlam ifade ediyor? Biz bu tartışmaların neresinde duruyoruz? Sanırım, çok ağır olmayacaksa, “hiç bir yerinde” demek yanlış olmayacak. Bizler çok uzun zamandır Kıbrıs’ın kuzeyinde feminist bir bellek oluşturmuyoruz. Hem sürekli değişen gündem buna izin vermiyor, hem de biz feminist bir tartışma ortamını kişisel saldırı olarak algılıyoruz. Böylece feminist hareket içerisinde sorguladığımız bir çok davranış ve söylem kişisel saldırı kategorisinde birkaç sözün ardından yok oluyor. Bunun sonucunda, bizler kendimizi anladığımız feminizme tüm gücümüzle sarılırken buluyoruz. Ben yazımın bu bölümünde kendimce Kıbrıs’ın kuzeyindeki feminist hareket ve LGBTİ+ hareketten bahsedeceğim.
Öncelikle, 2014 yılınca Ceza (Değişiklik) Yasa’sında “doğaya karşı cinsel ilişki” ibaresinin yasadan kaldırılması toplumsal feminist bir mücadelenin sonucudur. Bunu inkar edemeyiz. Zaten, aynı yasa içerisine taciz, tecavüz ve çocuk hakları gibi konularda yapılan ileri adımlar da bunun bir kanıtı niteliğindedir. Ancak, 2014’den bu yana feminist hareketin LGBTİ+ hareketiyle olan kesişimine baktığımızda kesişim yok denilecek kadar az. Sanki 2014 yılında feminist hareket LGBTİ+ hareket için yapacağını yapmış ve kenara çekilmiş gibi duruyor. Elbette, bunu söylemek tüm sesin kesildiği anlamına gelmiyor, örneğin YKP-fem 2012 yılından 2015 yılına kadar her 14 Şubat’ta “Aşk sadece Bir Kadın Bir Erkek mi?” temalı yazılarıyla sokaktaydı.
Öte yandan, feminizmden bahsedince tek feminist örgüt olduğunu söyleyenler iki yıldır kolektif bir şekilde örgütlenen 17 Mayıs Organizasyon Komitesine katılmamakla birlikte yaptıkları eylemlere de tamamen kayıtsız kalıyor. Bunun yanında, bir çok feminist kuruluş da “yoğunluk” bahanesiyle Organizasyon Komitesi’nde yer almıyor. Feminist bir mücadele içinde kendini var ettiğini iddia eden kurumların LGBTİ+ mücadelesine ‘vakit’ bulamaması da oldukça ironiktir. Farklı kuruluşlardan aktivistlerin bir araya gelmesini ve kesişimsel olarak LGBTİ mücadelesine dair bir söz söylemesi konusunda oldukça yararlı olan bu gibi organizasyon komiteleri şüphesiz ki feminist sözün birbiriyle karşılaşıp birlikte üretilebileceği en önemli yerlerden biridir. Böyle bir durumda her 8 Mart’ta kadınların özgürlüğüne ‘vakit’ ayırmayı başarmak ama 17 Mayıs Organizasyon Komitesi’ne ayıramamak, feminizmin basitçe ‘eksikliğine’ bir işarettir.
Ayrıca, sol hareket içinde büyük bir çoğunluğun da LGBTİ+ mücadelesini sürekli olarak sadece bir kimlik mücadelesi olarak gördüğünü de söyleyebiliriz. LGBTİ+ mücadelesinin solda ve sınıf mücadelesiyle iç içe verilmesi gerektiği su götürmez bir gerçek. Ancak sürekli olarak Amerika’daki “pembe sermaye” analizi yaparmış gibi Kıbrıs’ın kuzeyindeki LGBTİ+ mücadelesini de kimlik politikası yapmakla suçlamak Kıbrıs’ın kuzeyindeki LGBTİ+ hareketini yanlış okumak olacaktır. Örneğin, Kuir Kıbrıs Derneği’nin son iki yılda 1 Mayıs alanlarındaki görünürlüğü ve yine son iki yıldır yayınladığı 1 Mayıs bildirileri, Kıbrıs’ın kuzeyindeki örgütlü LGBTİ+ mücadlesinin derdinin salt bir kimlik mücadelesi olmadığının kanıtı niteliğindedir. Bu algının aksine, başta Kuir Kıbrıs Derneği olmak üzere örgütlü LGBTİ+ mücadelesi Kıbrıs’ın kuzeyinde, Girne İnisiyatifi’nde doğa tahribatına karşı, Reddediyoruz harekketi içinde asimilasyona karşı kendini var etmektedir. Tüm bu hareketliliğe ve kesişimselliğe karşı Kıbrıs’ın kuzeyindeki LGBTİ+ mücadelesini sadece bir kimlik hareketi olarak görmek, ezberden konuşmaktan başka bir şey değildir. Bu ezberi bozmak için LGBTİ+ hareketle yolumuzun daha fazla kesişmesi gerekecektir.