Limasollu Akkanat Şonya'yı kaybettik
Girne'nin sevilen simalarından, balıkçı, aslen Limasollu Akkanat Şonya, dün yaşamını kaybetti.
Filiz Besim'in Akkanat Şonya ile yaptığı ve 21 Aralık 2010'da YENİDÜZEN'de yayınlanan röportajını, bir kez daha okurlarımızla paylaşıyoruz.
-------------------
Girne'nin sevilen simalarından, balıkçı, aslen Limasollu Akkanat Şonya, dün yaşamını kaybetti.
Filiz Besim'in Akkanat Şonya ile yaptığı ve 21 Aralık 2010'da YENİDÜZEN'de yayınlanan röportajını, bir kez daha okurlarımızla paylaşıyoruz.
-------------------
Bizim İhtiyar Balıkçı…
Filiz BESİM
Hepimizin bildiği hazin bir öyküdür Ernest Hemingway’ın İhtiyar Balıkçı’sı… Karayipler’de 85 gün olta salladıktan ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp hayalindeki “büyük balık”ı yakalar ihtiyar balıkçı… Yakalar yakalamasına da kıyıya dönerken, yedeğine aldığı teknesinden yarım metre daha büyük olan bu kılıç balığı, yol boyu kan kokusuna gelen canavar köpek balıklarınca didik didik edilir.
Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala dev balığın iskeleti kalmıştır.
Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken "Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş" diye geçirir içinden...
Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:
"Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..."
Hayat yolculuğumuz da böyle bir serüven değil midir aslında; kimimiz büyük balığa ulaşmak için fazla açılır, kimimiz ise büyük balığı hiç göremeden ölür…
Girne limanının değişmez sakinlerinden üç kuşak balıkçı Akkanat Şonya’nın teknesine doğru yürürken aklımda bu Karayipli “İhtiyar Balıkçı” vardı. Ta ki limanın büyüsü beni baştan aşağı teslim alana kadar… Kıbrıs’ın tarih abidesi bu liman, yılın bu mevsiminde ve özellikle sabah saatlerinde öylesine sakin ve sanırım şimdilerde hiç olmadığı kadar da bizim… Damgamızı tüm belirginliğiyle vurduk bu Akdeniz’in tarihi, otantik ve şirin limanına…
DENİZ ÜSTÜNDE SOHBET…
Ernest Hemingway’in hayalhanesinden çıkmamış olan, yaşam mücadelesinde Karayipler’e değil, Akeniz’e açılan bizim ihtiyar balıkçının teknesi Girne Kalesi’nin dibinde, tarihin tam göbeğinde… Tarihi eski binalara, huzurlu limana bakakalarak yavaş yavaş ilerliyorum. Biraz deniz, biraz da eskinin kokusu sarıyor beni… Elimde değil işte; yine bu güzel kış gününde kendi ülkemde hep o alışageldiğim tanıdık hüzünle dolaşıyorum…
Akkanat Amca’nın teknesinde birkaç Kıbrıslı kahve içiyorlar. Hepsi de Limasol (Leymosun)’dan gelmiş, Girne’nin artık tek tük kalmış Kıbrıslı sakinleri… Akkanat Amca “Bir yerde toplanmış fısır fısır konuşan bir grup görürsen anla ki biz Limasollularız. Öylesine azaldık ki; birbirimizi görünce hiç dayanamıyor konuşmaya, diğerlerini sormaya başlıyoruz” diyor.
Ve hafif hafif sallanan bu teknede kahvelerimizi yudumlarken başlıyoruz doyumsuz bir sohbete… Sohbet hep gelenlerle ve gidenlerle kesiliyor. Gelen biraz sohbete katılıyor ve kahvesini yudumlayıp gidiyor. Deniz dingin, kokusu keyif verici… Bir adada yaşamamıza rağmen denizcilik, balıkçılık bana en yabancı konulardan biri… O sohbette anlıyorum ki ben, sadece denize bakmayı, koklanmayı ve denizden çıkanı yemeyi sevmişim hep…
1937 doğumlu Akkanat Amca… Limasol’da doğmuş. Babası, Osmanlı döneminde Girit Yunanistan’a bırakılınca, oradan göç eden bir kaptan… Onlar ada insanı ya, dedesi de kaptanmış aslında... Girit’ten ailesi ile Kıbrıs’a göç eden bu kaptan babası, Kıbrıslı bir kızla evlenir ve Limasol’a yerleşir. O zamanlar gemi ile Mısır’a, Lübnan’a ve çevre ülkelere yük taşırdı. İkinci dünya savaşında Baf Akama yakınlarında gemisi Almanlar tarafından batırılır… Gemisiz kalan kaptan bu kez mavnacılığa başlar… Mavnacılık, limanların olmadığı dönemlerde kıyıdan küçük teknelerle büyük teknelere yük taşımaktır.
DENİZ AŞKI…
Akkanat Amca, altı kardeşi ve ailesinin çoğu diğer fertleriyle birlikte neredeyse denize doğarlar. Babalarından ağ yapma sanatı ve teknelerle ilgili her detayı öğrenirler. Akkanat Şonya’nın babası o daha ilkokulda iken ölür. Abisi mavnalara sahip çıksa da onun yaşı tutmadığı için mavnacılık yapamaz. O günlerde liman işçilerinin bir birliği ve kuralları vardır. Hangi tekne ne kadar yük taşımışsa ona göre para alırdı. Mavnacılık zorlu ve sorumluluk isteyen bir uğraştı… Bunun için de, mavnalarda iş görebilmek için belli bir yaşta olmak gerekirdi.
Akkanat Amca, çocukluk yaşlarında döşemecilik, kasacılık yapsa da, denize aşık bir denizciydi. Abisi ile birlikte küçük sandalları ile denize açılır ve balık tutarlardı.
Sonra büyüdü. O günlerde yaşayan çoğu Kıbrıslıtürk gibi Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluşuna katıldı ve görev yapmaya başladı. İngiliz Hükümetine sivil polis olarak 1955-1960 yıllarına kadar hizmet verdi. Bu görevlerini Limasol Su İşleri Dairesi’nde çalışırken yaptı. Limasol takımlarında futbol oynadı. Doğan Türk Birliği’nin en parlak günlerinde bütün adayı gezerek futbol oynadı ve şampiyonluklara o da imza attı. Savaşı yaşadı, göçü gördü ama denizden hiç ama hiç kopmadı.
Kıbrıs’ın güneyindeki bir deniz kasabası Leymosun’dan, kuzeyindeki başka bir deniz kasabası Girne’ye göç etti. Kuzey Kıbrıs’ta devletin kuruluş aşamalarında yine devlet dairesinde Başbakanlıkta çalıştı ve yine hep balıkçılık yaptı. Deniz, balık ve tekne onun vazgeçemediği tutkuları…
Şimdilerde 74 yaşında ve limandaki teknesinde yaşıyor. Eşi “ya ben, ya deniz” deyince, hiç duraksamadan eşyalarını toplayıp denizde yaşamaya başladı. Nasıl ve ne tutkulu bir aşk bu!.. “Denizde doğdum, denizde öleceğim” diyor.
DENİZ YAŞAMINDAN BİR ANI…
Akdeniz’de çıkan her türlü balık (orkinos, fangri, sinerit, palamut, voppa, avcı, sokan, mercan, barbun, kalamar, sipya, karides) bizim adamızın sularında da var… Böyle olsa da, onların beslenme kaynakları yetersiz…Yemsizlikten, adanın çevresinde çok fazla balık yok. Türkiye kıyılarında balık daha bol… Kıbrıslı balıkçılar yakaladıkları deniz balıklarını yeşil hat tüzüğü çerçevesinde daha çok Rum tarafına satıyorlar. Ancak bu aralar Türkiye’den gelen balıkları da satmaya çalıştığımız için o ticaret yolu biraz sekteye uğradı. Bizde çok fazla deniz balığı olmadığından deniz balıkları oldukça pahalı… Bu nedenle insanlar genellikle ucuz olan kültür balıklarına yöneliyorlar. Herhangi bir balık için, “bunun kültürü olmaz” demeyin, Türkiye’de her balığın kültürü üretiliyor ve aslında yediğiniz balığın içini eğer siz temizlememişseniz, o balığın kültür mü, yoksa deniz ürünü mü olduğunu anlamanıza imkan yoktur. İçini siz temizliyorsanız kültür balığının daha besli ve karnında daha çok yağ olduğunu görürsünüz. Yılların balıkçısı Akkanat Amca öyle diyor…
Onun, denize ve hayata dair romanlara sığmayacak bir yaşam öyküsü olsa da, Akkanat Amca denizle ilgili bir anısını göz yaşları içinde şöyle anlatıyor: Bir gün oğlu ve kardeşinin oğlu ile trol çekerek Kormacit Fener’inin yakınına kadar gitmişler. Fırtına çıkmış, teknelerinin de aküsü bitmiş. İki gün bir gece denizde mahsur kalmışlar. Herkes onları öldü sanmış. Sonra denizi iyi bilen bir yakını, küçük pır-pır uçağıyla, sahil boyunca onları aramaya çıkmış. Uçağı görünce sarı muşambalarını sallayarak yerlerini duyumsatmışlar…Mahsur kaldıkları bölgede bulunmalarının ardından oraya gelen askeri helikopter onları kurtarmış. Askeri helikopter onlara akü getirmiş ve tekneleriyle Gemikonağı limanına çıkmayı başarmışlar. Karaya çıktıklarında ölüm korkusuyla geçmiş saatlerin ardından üçü de gözyaşları içindeydiler.
FAZLA MI AÇILDIK?...
O gün oraya gelip takılan tüm Kıbrıslıların ortak kâbusu yok oluşa doğru yuvarlandığımızdı. “Artık çok az kaldık. Biz bitiyoruz” lafları ortamın değişmez cümleleriydi… Gözlerde endişeli ve çaresiz bir hüzün… Genel kaygımız o ki, Kıbrıslıtürkler, tarih yolculuğunda gittikçe sona doğru yaklaşıyorlar. Kim bilir, belki biz de tıpkı o Karayipli ihtiyar balıkçı gibi fazla açıldık. Engin ve bilinmezliklerle dolu bir denizde, güvenli karadan çok uzaklaştık… Ama asıl olan, Karayipli Balıkçı gibi umudumuzu hiç yitirmeden var olma savaşına inatla devam edebilmemiz. Bir gün güvenli kıyıya vardığımızda elimizde ne kalacak bilemiyorum… Balığımızın denizin acımasız dişleri tarafından alabildiğine kemirilmiş hali mi?.. Ama bu durum bile, yine de fırtınalı bir yolculuğun sonunda, denizin ortasında batmaktan iyidir. Hem kim bilir; belki biz de tıpkı Ernest Hemingway’in İhtiyar Balıkçı’sı gibi "Yenilmedik aslında, belki biraz fazla açıldık, o kadar..." deriz.