1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Limni madeninde bulunan insan kemikleri, Kayıplar Komitesi’nce incelendi mi?”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Limni madeninde bulunan insan kemikleri, Kayıplar Komitesi’nce incelendi mi?”

A+A-

Bir Kıbrıslırum okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyleyerek bize bir not gönderdi:

“Sevgili Sevgül, geçtiğimiz günlerde, Baf’tan George Bahis’in çektiği bir videoyu seyrettim ve çok etkilendim. George Bahis’in bu videosundan Cengiz Ratip’in 100 yaşındaki eşi Hayriye Ratip Rumca olarak Kıbrıslırumlar’a sesleniyor ve 1964’te “kayıp” edilmiş olan eşinin gömü yerini bilenlere çağrıda bulunuyordu... Rumca olarak... Eşinin kemiklerinin bulunmasını ve kendisiyle birlikte gömülmesini ifade ediyordu...

Ben de bu konuda duyduğum bir şeyi paylaşmak isterim, belki önemlidir, belki önemsizdir ama neticede, belki bir ilgisi olabilir diye düşündüm. Limni madeninde bazı insan kemikleri bulunduydu... Bu insan kemikleri, Kayıplar Komitesi’ne verilerek inceleme yapıldı mı acaba? Limni madenindeki bu çalışmalar, bir golf sahası inşa edilmesi çerçevesinde yapılmıştı... Bu konuda Kayıplar Komitesi bilgilendirildi mi? Yoksa üstü kapatıldı mı? Lütfen bunu araştırınız...”

Sözkonusu okurumuza verdiği bu bilgi nedeniyle teşekkür ediyoruz. Bir diğer Kıbrıslırum okurumuz ise, Kıbrıs Cumhuriyeti Milletvekili, “kayıp” Cengiz Ratip ve onunla birlikte “kayıp” edilen öğretmen Turgut Sıtkı’ya ilişkin şöyle yazdı:

“Cengiz Ratip ile Turgut Sıtkı’nın Pomo civarında gömüldüğü söyleniyor. Pomo ormanından geçen yol Vroişa yani Yağmuralan ve Sellai du Stavru’ya doğru gider... Pomo ormanından geçen yol Hisopateritissa’ya doğru gider... Ancak bu kadar uzağa götürülmüşler midir? O günlerde pek çok durumda, öldürüldükleri yerin yakınlarına ya da yakın köylere gömülüyordu “kayıp” edilenler... Sözkonusu bölge çok geniş bir bölgedir, eğer birileri konuşup doğru yeri işaret etmezse, durum çok zor olacaktır... Gerçekten çok geniş bir arazidir bu, ipucu olmadan onların gömü yerini bulmak çok zordur...”

Bu okurumuza da vermiş olduğu bilgilerden ötürü çok teşekkürler...

 

NE OLMUŞTU?

Kıbrıs Cumhuriyeti Milletvekili Cengiz Ratip ile beraberindeki öğretmen Turgut Sıtkı, Poli’nin merkezinde 14 Şubat 1964’te vurulmuşlar, ardından da “kayıp” edilmişlerdi...

Cengiz Ratip, gerek Kıbrıslıtürk, gerekse Kıbrıslırumlar’ın kaçırılma olaylarında, barışçıl yöntemlerle ve müzakere yoluyla pek çok insanın hayatını kurtarmış olan bir liderdi... Kıbrıs’ta tek “kayıp” milletvekili olan Cengiz Ratip ile öğretmen Turgut Sıtkı’nın Pomo’da Baf ormanı içerisindeki olası gömü yerleri hakkında bazı Kıbrıslırum şahitler bize ve Kayıplar Komitesi yetkililerine bilgi vermişler, bu olası gömü yerlerini birlikte bulmaya çalışmıştık seneler önce. Bu alanlarda yürütülen kazılarda herhangi bir ize rastlanmamıştı. Cengiz Ratip ile Turgut Sıtkı’nın ilk olarak o günlerde inşa edilmekte olan Pomo yakınındaki barajın yakınına gömüldükleri bilgisinden hareketle Kayıplar Komitesi bu bölgede de çeşitli kazılar yürütmüş ancak herhangi bir ize rastlanmamıştı...

Kıbrıslıtürk yetkililer ise, yıllarca kendi “kayıp” milletvekilleri Cengiz Ratip’i adeta “unutturmuş”lar ve onunla ilgili herhangi bir ciddi çaba göstermemişlerdi... Ta ki Cengiz Ratip’in sevgili eşi Hayriye Ratip bize konuşup öyküsünü ayrıntılı biçimde aktarıncaya kadar. O dönem en nihayet biraz kıpırdanma olmuş ve Cengiz Ratip’in adı, Meclis’teki bir salona verilmiş ve sonrasında da her yıl bu salonda Cengiz Ratip’in “kayıp” edildiği gün olan 14 Şubat’ta anma toplantısı yapılmaya başlanmıştı. İlk birkaç anma toplantısı ardından, aniden birileri “müdahalede” bulunmuş ve “Protokolde yerimiz olmadığı” gerekçesiyle bu anma toplantılarına çağrılmamaya başlamıştık.

 

HAYRİYE RATİP’TEN RUMCA VİDEO...

Geçtiğimiz günlerde Baf’tan değerli arkadaşımız, barış aktivisti George Bahis (Pachis) Cengiz Ratip’in eşi Hayriye Hanım’ı evinde ziyaret ederek bir videosunu çekti. Bu videoyu kendi sosyal medya sayfasında paylaşan George Bahis, böylece bu konuda duyarlılığı arttırmaya çalıştı. Hayriye Hanım’ın Rumca olarak Kıbrıslırumlar’a hitap ettiği bu videosu büyük ilgi çekti ve Astra Radyosu da bu konuda geçtiğimiz günlerde George Bahis’le bir radyo programı yaptı.

jj-062.jpg


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

“Alper Ünlü’den Uzaktaki Boşluk...”

Türkiye’de mimar ve akademisyen Alper Ünlü'nun 1915 öncesi ve sonrasında geçen, Elazığ'da bir ailenin hikayesini konu aldığı romanı "Uzaktaki Boşluk" geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Ünlü, romanında bölgedeki Türk-Ermeni ilişkilerine ve dönemin siyasi atmosferine de odaklanıyor. Gelişmeler, romanın kahramanı Tahir'i büyüdüğü Hüseynik'ten alıp Halep'e, oradan Almanya'ya, İstanbul'a ve tekrar Elazığ'a getiriyor. Alper Ünlü kitabı için "Bazen bir toplumun yanına geçiyordum, bir diğer olayda öbür toplumun yanındaydım. Olayları nesnel okumaktan yanaydım" diyor. Ünlü şu soruyu da yöneltiyor: "Sanki bir şeyleri halının altına süpürmüşüz gibi geliyor. Romanın geçtiği yerlerde yıkılmış, yokolmuş yaşantısallıkların geçtiği binaların sadece temelleri var. Yerel yönetim bir çabayla eskiyi ilkselleştirmeye çalışıyor. Binalar restore ediliyor. Peki yaşantısallıkları ne zaman restore edeceğiz?" Yazar ve gazeteci Mahmut Şenol, Alper Ünlü ile ilk romanı "Uzaktaki Boşluk" üzerine konuştu.

 

***  Dönem Romancılığı neredeyse unutulmuş bir tarz olarak sanki arşivlerde kaldı...  ¨Uzaktaki Boşluk¨ romanıyla bir dönem romanı sunuyorsunuz; ne vakittir ihtiyacımız olan bir eser bu… Harput’ta başlayan Ermeni-Türk/Osmanlı toplumsal ilişkilerinden yola çıkıp Almanya’ya, yurt dışı maceralara uzanan büyük bir aile hikâyesini ve tabii merkezinde Hüseynik Köyünden Tahir’in macerasını niye, nasıl, hangi duygularla yazdınız?

“Uzaktaki Boşluk” benim ilk romanım. Bu anlatıya “roman” yazacağım dürtüsüyle başlamadım. Her şey, biraz da yoğun bir duyumsama içinde gelişti. Bu anlatıyı yazmamda çocukluğum, ailem, büyüklerim, onları yaşadığı yer, mekânların son derece etkin yanları var. Böyle bir duyumsama yaşadığınızda bazen bazı süreçler kendiliğinden gelişiyor. Roman bu anlamda  böyle  uzun,derin, sizin de söylediğiniz gibi çok katmanlı bir süreçten geçti.  Öyle zamanlar oldu ki, aşırı düzeyde duygusal fırtınalara yakalandım... Aslında hepsi romanda sıradan günlük olaylardı. Bu anlamda, romanın yapısında geniş bir “tarih ırmağı ” var. Debisi yüksek ve gürültülü akan bir ırmak...  Toplumlar ve toplumlarla ilgili tarihi kararlar ise bu ırmağın akışı içinde ele alınıyordu.

Bu nedenle “Uzaktaki Boşluk”  bir tarih romanı gibi görünse de, benim için sıradan insanlar, sıradan yaşantılıklar, komşuluklar, yemekler,aşk ya da  mekânların  bu yoğun tarihsel akış  içinde ele alındığı bir roman… Aslında teknik açıdan son derece zor bir olgu…  Yukarıda derin bir tarihi akışı var, altta ise siz son derece sıradan olaylara düğümleniyorsunuz. Dolayısıyla “üst tarih” aslında romanda ikinci katmanda kaldı. “Uzaktaki Boşluk”ta  yaşamın basitliğinin, onun basit anlatımının ,onun duygularla paylaşımının son derece önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım. 

 

***  Aşırı bir benzetme gibi görmeyin ama roman yazarlığınızı Gabriel Garcia Marquez’in dev-nehir anlatıma dayalı, merkezinde roman kahramanının bulunduğu fakat büyük bir ailenin çok katmanlı, çok sesli, çok etnisiteye ait hikâyelerine benzeten yazıları basında-internette okuduk... Neyle yüzleşmek, neyi yüzleştirmek, iğneyi başkasına çuvaldızı kendine batırmak, acı da olsa gerçeği söylemek istediniz?

“Uzaktaki Boşluk”u yazarken nerede duracağımı belirlerken çelişkiler yaşadığımı söylemeliyim. Bazen bir toplumun yanına geçiyordum, bir diğer olayda öbür toplumun yanındaydım. Olayları nesnel okumaktan yanaydım. Araştırmalarımda yansız, nesnel bir yaklaşımı yeğledim. Çok sayıda bilimsel makale okudum. Olaylar, mekânlar konusunda gerçeğe çok yakın oldum. Sadece titiz bir tarihçi kimliğiyle gerçeği arama peşinde değildim. Benim tek ereğim vardı, bu olayların arkasındaki yaşananları ve duyumsamaları paylaşabilmekti.

Yazım süreci üç yılı buldu. “An”ları, mekânlar ya da o sırada yaşamın “kare”lerini, ben de yazarken yaşadım. Okuyucular bazı “kare”lerde ağladıklarını söylediler. Ben de o karelerde ağladım. İyi ki ağlıyoruz! Demek ki böyle bir mekanik çevrede, ilerlemiş, elektronikleşmiş bir ortamda, her yanımızın kablolarla bağlı olduğu şimdi, hâlâ insanlığımızdan  bir şey kaybetmemişiz. Hem de yüzyılı geçen acı olaylar karşısında hâlâ aynı tepkiyi gösterebiliyoruz.

 

***  Roman kahramanı Tahir’in Nazi Almanya’sına uzanan büyük serüvenini okurken bir tür eve geri dönüş hikâyesini görüyoruz.. Mimarlık hocalığınızdan tanıyoruz akademisyenliğinizi; akademik dilin katılığı ve roman dilinin esnekliği arasında bocaladınız mı?

Akademik kimliğim 1915 olaylarının araştırmada etkili oldu. Anadolu’daki mekânların morfolojisinin incelenmesinde mesleğim öne geçti.

Mimar olmam ise, mekânların anlatımına katkı sağladı. Böylece romanın alt yapısı pekişti. İnsansız mekân anlatımı olmuyor... Mekân denilen şey sonunda bir alt yapı…Doğal olarak onsuz da bir anlatım olmuyor. Bu anlamda etnografik çizgiden ayrılmadım.

Tabii, bir öğretim üyesinin didaktik dille roman yazması, felaket bir olay… Mekânsal anlatımlar dahil, böyle bir yöntem, böyle bir almaşık (hibrid)  yöntem bence hiç denenmemeli… Belki deneyenler vardır. Bilmiyorum. Ama ben mekânları anlatırken hep insanlarla beraber anlatmayı yeğledim.  Didaktik mekân anlatımlarını da edebiyat içinde çok değerli bulmuyorum.

Oysa edebiyat bize  duygularla yüklü metinler sunar. Edebiyat bizi üzmeli, keyiflendirmeli, güldürmeli, ağlatmalı ya da acı çektirmeli. Edebiyatla duygularımızı, yaşantımızı  farketmemiz gerek…

 

***  Ailenin sırrı, Tahir’in Hüseynik Köyünde babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesini İstanbul’a getirmesiyle bir gün ortaya çıkar. Annesi o güne kadar Kuran’dan başını kaldırmadığı hâlde, bir gün mahalledeki Rum Ortodoks Kilisesi’ne gitmek istediğini söyler. Romandaki Katharsis buradadır ve biz okurları tüylerimiz diken diken kalarak, çok etkiler. Büyük Tehcir’den sonra pek çok Ermeni vatandaşın kimlik değiştirdiğini biliyoruz. Sizin Roman Okuru olarak hisleriniz, düşünceleriniz nasıl olurdu?

Bu Anadolunun “koca” bir gerçeği… “Hasır altı” edilmiş bir olgu ve bununla birlikte ortaya çıkan bir sürü kırılmış, kaybolmuş hayatlar var. Bu benim de yaşadığım bir gerçek.

Anneannemin “Kuran” okurken rol yapmadığını düşünüyorum. O, dinlerin üstünde, bütün kitapların üstünde geçen olayların sentezini yapmıştı. Kuran'ı okurken bir yandan da dolaylı olarak  “İncil”i de okuyordu. Aslında insanlığın tek bir dine ait  olduğunu düşünüyorum.

Anneannem de bu gerçeğe sığınmıştı, onun başka çaresi de yoktu. Burada  bir dinin, diğer bir dine karşı tehcir ya da adı ne olursa olsun  farklı biçimlerde üstünlük sağlayabileceği, buna bağlı olarak yer ve mekân isimlerini değiştirerek ya da insanların dinini ve isimlerini değiştirerek alt edilebileceği sanılıyorsa, bu  gerçekten, ciddi anlamda gerçeği örtme, saklama  davranışıdır… Biz bunu  tüm “acı” olaylarda, savaşlarda, soykırımlarda gördük. Garip olan ise, yüzyıl geçmesine rağmen toplumun hâlâ suskunluğudur.

 

***  Romanın yazım sürecinde rol modeli aldığınız kimseler oldu mu?

Romanı yazmam bir duygu selinin eşliğinde oldu. Etnografik kurgunun omurgasından hiç ayrılmadan yazmaya çalıştım. Son derece doğaçlama halimle , “dışarıdan bir kimse” olarak yazdım

Yazarken , babam rahmetli yazar- dil bilimci  Mahir Ünlü hep yanımdaydı. O yaşasaydı bu romanı “gelincik tarlası”na çevirirdi. Kırmızı ile işaret ederdi; bunu yazmamalıydın, şunu yazmalıydın gibi... Hatırası önünde saygıyla eğiliyorum, o bir edebiyat emekçisiydi. göstermeye çalıştım. Babamdan öğrendiğimle ve sadelik içerisinde, yazı dilimize girmiş pek çok yabancı bağlaçı da atmaya çalıştım. Dilin aktarımında Bukowski’yi yakalayıp, yaşantısallık ve duyguların anlatımında Böll ve Hamsun çizgisinde olmak “örtülü erek”lerimdi.

Sonuçta ben içimde katmerleşen bir duyumsamayı, bir anlatımı, bir “koca hikâye”yi yazı dilinde anlatmaya çalıştım. Derrida’nın dediği gibi ilk yazdığımız “metin” asıldır ya da gerçek olan… Onun ikincileri ya da üzerinden geçilen, karalamaları  değil…

Sonuçta üzerinde uyuşulmamış, gerekli özürlerin dilenmediği bir yaşantısallık üzerine bir  “metin” yazıyorsunuz. Yazdığım metinin üzerinde karalama yaparak, metinin doğuştancı yapısını değiştirerek üzerinde çok fazla oynama yapmak istemedim. Doğuştancı metin benim için çok  önemliydi. Günlük dilin hayatları daha iyi anlatacağına inandım. Sade dilin “yüce” olduğunu düşünüyorum. O dil, bence “üst dil”-“edebi dil”den  daha çok gerçeği söylemekte, daha çok  Derrida’nın “ilk metin” niteliğinde duruyor gibi… Üstesinden geldim mi bilmiyorum?

(AGOS – Mahmut ŞENOL – 6.8.2023)

Bu yazı toplam 1636 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar