Lokman Hekim Hafız Cemal, Stavrogonnolu’ydu… 1
ULUS IRKAD
Gerek Türkiye’nin ve gerekse dünyanın bir numaralı doktorlarından olan Hafız Cemal veya diğer adıyla Lokman Hekim’in Baf’ın Stavrogonno Köyü’nden olduğu bilinmektedir.
Yaklaşık 108 yaşında ölen Hafız Cemal, 1860’li yıllarda Lefkoşa’da doğmuş olmalıdır. Çünkü kendisi, babasının Lefkoşa’da kadı bulunduğu esnada doğduğunu yazmıştır (Emekli Öğretmen Zihni İmamzade, Hafız Cemal’in 111 yaşında öldüğünü söylemiştir.) Böylece onun, 1982 ve 1984’te öldüğünü de söyleyebiliriz ama ailesi bana 1967 yılında öldüğünü araştırmam sırasında söylediler ( Bu konuda Ahmet An en doğru saptamayı yaparak onun 1967 yılında öldüğünü araştırmasında yazmıştır, U.I). Babası Nuh Taci, Bor’un asil bir ailesinden gelmiş, İstanbul medreselerinde ve kadı yetiştiren Mektebi Nüvab okulundan sonra Osmanlı hükümeti tarafından önce Limasol’da, sonra da Baf’ta kadı olarak görevlendirilmiştir. Bu arada Nuh Taci Efendi, Stavrogonno köyünde kadılık eden ve çok zengin olan Süleyman Efendi’nin kızı Emine Şerife hanımla evlenmişti. Daha sonra, Nuh Efendi ve damadı Trablusgarb’a atanmışlardır. Orada eşi ve kızı ölmüştür. Kıbrıs’a dönüşte Kadı Nuh Efendi, Baf’ta Emine Molla ile evlenmiştir (Zihni İmamzade, Emine Molla’nın öz halası olduğunu söylemiştir.) . Ondan da, Hilmiye adında bir kızı olmuştur. Hastalanan Nuh Efendi, tedavi için gittiği Beyrut’ta ölmüştür. Cemal, anılarında babasından kalan malın mahkemece paraya çevrildiğini ve payına 75 İngiliz lirası düştüğünü ifade eder. Ayrıca ana paranın faizinden de, günlük 60 para düşmekte imiş. İlkokulu Baf Kasabası’nda, Aşağı Camiinin yanındaki okulda okuyan Cemal, o zaman ‘mektepte yalnız Kur’an-ı Kerim okunurdu’diyor. Tüm çocuklar yerde oturur ve sabahtan öğleye kadar hiç ara vermeden sınıfta kalınırmış...”
Araştırmacı-yazar Ali Nesim, Hafız Cemal’in anılarından yola çıkarak o zamanki eğitim sistemi hakkında da bilgiler vermektedir:
“Kapıda asılı duran bir tahtanın bir tarafında “geldi” diğer tarafında “gitti” yazılı imiş; hoca efendiden tuvalete gitmek üzere izin alan çocuk, tahtanın “gitti” yüzünü çevirir; gelince “geldi” yazısını döndürürmüş. Duvarda ise falaka asılı imiş; ayrıca hocanın yanında uyuyan çocukları dürtüp uyandırmak için uzun değnek, bir de dövmek için kısa değnek varmış.”
Ali Nesim’in Hafız Cemal’in anılarından aktardığına göre o yıllarda ilkokullarda ders olarak Kur’an-ı Kerim okutulur ve Hatim ettikten yani Kelam-ı Kadim bittikten sonra, bazı kitaplar okutulurdu. Nihayet yeni kitaplar geldiğinde, yeni sınıflar teşkil edildiğini ve kendisinin 4.sınıfa düştüğünü belirten Hafız Cemal, medreseye götürerek yeni kitapları okumamalarını söylediğini aktarıyor. Bu olay 1881 yıllarında olmalıdır ki o yıllarda yönetim, ilkokul programlarında bazı değişiklikler yapmak için ilk adımı atmış bulunuyordu. Medrese hocasının etkisinde kalan Cemal, öğretmeni Hafız Ali Faik Efendi’nin neden çalışmadığını sorması üzerine demiş ki;
“Bu kitaplar denizden, memleketlerden, göklerden, ağaçlardan bahsederler. Biz kaptan, şair, bahçıvan olacak değiliz. Biz medresede okuyacağız, bu kitapların bize ne lüzumu var?”
Hafız Cemal’in anıları, Baflı Hoca İbrahim Efendi’den de bilgiler vermekte. Sadrazam Mehmet Emin (Magundalı) ve Mehmet Kamil (Piroili) Paşaların da onun kurduğu Medrese’de yetiştiğini öğrenmekteyiz.
Lokman Hekim (Hafız Cemal), Mart 1964 tarihli Türk Folklor Araştırma Dergisi’nde şunları söylemekteydi.
“İlkokulun son sınıfında iken, bize Tevhid de okutmağa başladılar. Yani Kur’an-ı Kerim’in her harfini her kelimesini hakkıyle telafuz etmek. İlkokulu bitirince, ilk işim hafızlığa başlamak oldu. Yani Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeğe başladım. Geceyi gündüze kattım. Altı ay zarfında bütün Kelamı Kadim’i tamamıyle ezberledim. Hocam bir dellal ile kasabada mahallerine, çarşılarına ilan ettirdi. Perşembe günü sabah namazından sonra yüksek sesle Kelam-ı Kadim’in başındaki Sure-i Şerife’den okumağa başladım. İkindinden sonra dualar yapılacaktı ve bana “Hafız” ünvanı verilecekti.
Camii Şerif’te hocam (Hafız Ali Efendi), bütün hocalar, medrese talebeleri ve halkın çoğu hazır idi. Hatta kadınlara mahsus olan ikinci kattaki kafesli cami kısmında da sofu Müslüman hanımları da toplanmışlardı.
Öğle namazından sonra tekrar okumağa başladım. İkindi namazından sonra da devam ettim. Nihayet Kur’an-ı Kerim’in hepsini yanlışsız bitirmiştim. Büyük bir İslam Cemaati huzurunda Hafız Ali Efendi dua etti ve bana, Hafız Cemal ünvanını verdi. Kalktım bütün büyüklerin ve hocalarımın ellerini öptüm, onların dualarını aldım. Böylece Hafız oldum.”
Çocukluk ve Medrese anılarında daha önce benim de isminden söz ettiğim Baflı Hoca Efendi hakkında da birçok bilgiler veren Hafız Cemal Kıbrıslıtürk eğitimine aynen Baflı Hoca Efendi gibi katkılarda bulunur. Kıbrıs’ta ilk iş loncalarını, meslek liselerini kuran ve bunların yasalaşmasını sağlayan da Hafız Cemal’dir. Hafız Cemal altmışlı yılların sonlarında 111 yaşında ölmüştür (Esasında çeşitli araştırmacılar doğum yılı ve ölümü konusunda çelişkili bilgiler vermektedirler). Baflı Hoca Efendi’nin Medrese ve okullarında eğitim gören Hafız Cemal’in öğretmenlerinden olan Sıdkı Efendi veya Baflı Hoca Efendi öldüğü zaman cenazesine adanın dört bir tarafından gelen öğrencileri ve Rum-Türk binlerce kişi ve tüm Baflılar katılmıştı. Büyük Dayım Zihni İmamzade ölmeden önce bana onun hakkında bir şiirin olduğunu ve torunu, Dana Efendi’nin (rahmetli) kızı rahmetli Ayşe Hanım’ı bulup da ona sorarsam bana bu şiiri verebileceğini söylemişti. Dayım öldükten sonra Ayşe Hanım’ı bulmuş ve ondan Hoca Efendi’nin bazı kitaplarının (Aynı zamanda oğlu Dana Efendi’nin kütüphanesinde de muhafaza edilmiş) Harid Bey tarafından muhafaza edildiğini öğrenmiştim. Seneler sonra Harid Bey bana bu şiiri arkadaşımız Dr. Ahmet An kanalıyla gönderecekti.
1885 yılında ölen Baflı Hoca Efendi anısına yazılan aşağıdaki şiir eski Türkçeyle yazılmıştır ve bilindiği kadarıyla Baf’ta yazılan ilk şiirlerdendir:
Baflı Hoca Efendi’ye Ağıt
1-Ağlıyalım gece gündüz sultanımız Sıdkı’ya
Akıdalım kanlı yaşı ta bulalım kurbetin.
2-Aklımız oldu perişan rihlet ettiği zaman
Rahatımız gitti elden ağlıyalım fırkatin.
3-Ne şekil sabr edelim gitti elden Sıdkımız
Cümle ihvan ağlıyalım ta bulalım vuslatın.
4-Zail oldu devletimiz viran oldu beldemiz
Gitti elden sultanımız ağlıyalım hasretin.
5-Kalmadı bir ferd-i kamil beldemizde biliniz
Zira göçdü kutb-ı alem anlıyalım himmetin.
6-Cihanı devr eylesek biz bulamayız hiç mislini
Gitti elden mürşidimiz ağlayalım irşadın.
7-Kalbimizi kıldı mahzun hocamızın firkatin
Rahatımız gelmez asla bulmayınca ruyetin.
8-Ey İlahi kalbimizi kıl münevver her zaman
Ver bize hem vuslatını dahi Şeyhin Himmetin.
9-Yetim olduk Sevkiyasen gitti elden mürşidin
Gece gündüz kıl tefekkür ta bulasın nisbetin.
ZİHNİ İMAMZADE’NİN YAZDIKLARI…
Baf’ın 1878 ve öncesine ait tarihini 1964-65 yıllarında çıkan Bucak dergisinde anlatan, Baf aydınlarından, tarihçi, eski öğretmen, müdür ve müfettiş, eski Kıbrıstürk Öğretmenler Cemiyeti kurucu ve Başkanlarından Zihni İmamzade dergide şunları anlatmaktaydı:
“Kasaba İşgalde (İngiliz İşgali, 1878) hemen hemen bir köyden farklı değildi. Çarşı Fellahoğlu boyunca sebze satış yerine kadar uzayan ve orada dallanan yol boyunca kurulmuştu.
Türk toplumunun en çok toplandığı yerler Hal’ın karşısında denize bakan kahveler ile şimdi ekmekçi Cemal Efendi’nin karşısında Dut altı Meydanı idi. Burada iki dut ağacı olduğu için bu namı almıştı. Büyük Cami Vakıfnamesine göre burada (Kahvehane-i Kabir) adıyle bir kahvehane vardı. Köy halklarının çoğu burada buluşurdu. Halk dini kaidelere çok bağlı olduğu için cami bahçelerine giden suyun yer altı gerizlerine burada taş merdivenlerle inilir, abdest alınırdı. Burada kahvehane içinden aynı şekilde ve aynı maksatla suya inilirdi.
Rumların Türklere karşı husumeti ishar edilmez ve aralarında bir ahenk var idi.
Kasabanın kaza merkezi olması birçok işlerin burada görülmesi bakımından kaza köylüleri buraya gelir, alış-veriş o nisbette inkişafa başlamıştı. Çarşı en ziyade kasap ve ipek kozası mahsülü satışa arzedildiği mevsimlerde kalabalık olurdu. Şimdilerde olduğu gibi cumartesi günü en çok alış-verişe sahne olurdu.
Hanlar ve hanların içinde hotelimsi odalar Türkler tarafından idare edilirdi. Kaza içinde ve kasaba dahilinde hayvan ve araba vasıtaları, nalbant sanatı Türklere münhasırdı. Isladırcı, demirci, meyhaneci erbabı tamamıyle Rumlara ait mesleklerdi.
Türkler dini kaidelerine daha sıkı bağlı idiler. Ramazan ayı geldi mi çarşıda kadayıf, ekmek kadayıfı, kayısı kurusu, Halep sadeyağısı, pirinçlerin çeşidi, kelle şekerleri bolca satışa arzedilirdi. Halkın hepsi oruç tuttuğu için meyhaneler kapanır, herkes tesbihini çeker, ikindi vaazını dinlerler, Cami etrafında salatalık, taze sebzeler satılırdı. Akşam ezanı ile Ramazan topu atılır, herkes iftar eder, camiler tanvir edilir, salat ve selamdan sonra ezan okunur, herkes teravih namazını edaya koşardı. Camiden sonra hayat başlar, kahvelerde fincan oyunları oynanır, hoş sohbetler yapılırdı.
Bayram başka bir alemdi. Türkler’de varlık bol olduğu için istisnasız herkes bayramlık diker, dikinir, kadınlar kına yakardı. Erkenden salatı selamlar başlar fevic fevic camilere koşulurdu. Poliste Türk nüfuzu devam ettiği için Türk polisler bir Türk mülazımın idaresinde borazanın ahengi ile muntazam yürüyüşle camiye gelişi Türkleri sevindirdiği gibi, Hakim Sami Efendi ile Hafız Ramadan Rütbei Ula fermanlarını lakıs ve kılınçlarını şakırdatarak birlikte camiye gelişleri son derece beğenilir, milli hislerin takviyesine yardım ederdi.
Hele bu bayram namazı Musalla’da kılındığında yar ağyara karşı göz doldurucu olurdu.
Camiden sonra herkes bayram yemeğini alır, hısım akrabalarını bayramlamaya giderdi. Bayramlamada, çocuklar büyüklerin ellerini öper, büyükler (Musafaha) edilen el sıkışırlardı. Bundan maada halk Hoca Efendi’yi dersanede, Hafız Ramadan Efendi’yi de evinde bayramlamaya giderdi. Bu son merasime hükümet erkanı ile Rum ileri gelenleri de iştirak ederdi. Bayramlama öğleye kadar hitam bulurdu. Öğleden sonra cirit meydanına gidilir, polis bir taraf, (başı bozuk) sivil halk diğer taraf olmak üzere cirit oyunlarına devam ederlerdi.
Bu minval üzere Bayram tesidi 1914 yılına kadar devam etti.
Türklerin hengameli bayramlarına mukabil, Rumların Paskalyaları çan gürültülerinden öteye geçmezdi.
Zaman ilerledikçe sosyal hayatta yeniliklerin meydana gelmesi tabidir. Aristokrat sınıf kendine buna münasip bir toplantı yeri kurmak ihtiyacını duydu. Şimdiki birlik binası o zaman aşçı Hasib’in icarındaydı. Orasını boşaltarak eski şekli ile bir “Kıraathane” açmışlardı. Bütün hocalar, memurin sınıfı, buranın müdavimlerindendi. Köylerden gelen misafirlerle görüşme, fikir danışıklığında bulunma burada olurdu.
1908’de Türkleri iktisada teşvik maksadıyle bir “iktidar Sınıfı” da kurulmuştu. Her sehmi iki şilindi. Halil İbrahim Efendi idaresinden 1912 yılına kadar iyi idare edilmiş ve halka faydalı olmuştu. Kıraathane 1914’e kadar iyi evsafını muhafaza etmiş, kütüphanesiyle okumayı teşvik etmiş, iyi fikirleriyle buranın müdavimleri halkı tenvir edebilmiş, kumar ve diğer adetlerden uzak kalabilmişti.
1905 Kavanin Meclisi’ne, Leymosun-Baf Kazaları Türk mümessilini seçerken hocalar Hafız Ramadan’a karşı, Melatyalı Mehmet Ziyai Efendi’yi iltizam etmeleri yüzünden Kasaba halkı, Hocalar ve Hafız Ramadan Partisi olmak üzere ikiye bölündü. Hafız Ramadan hocalara karşı cephe aldı. Bir iddikar sandığı da kendi mağazasında kuruldu, Osmanlı Hükümeti yardımı ile idame edilen okullar meydanında Darül İrfan Medresesi müderrisi sıfatıyla hoca Efendi’nin almakta olduğu 12 Osmanlı lirası aylık maaşı kestirme cihetine gitti ve muvaffak oldu. Masafa’ya ait (Şimdi Yeruyi kereste dükkanı) İttihat ve Terakki Kulübü olarak tesis edildi. Hafız Ramadan, Dr. Eyüp, avukat Hulus Bey ve diğer memurlar buranın kurucuları oldular.
Bu ayrılık yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı oldu, kulüp, hakim Derviş Bey zamanına kadar 6 yer değişti. “Türk Birliği” namı altında her iki sosyal kurumun üyeleri bir araya toplandı. Ama, eski kutsal görevleri ihmal edilerek yavaş yavaş ferdi eğlence yeri, daha kötüsü kumar merkezi mahiyetini aldı.
Bir ara “Türk Birliği”nin tekmil dağılma tehlikesi arzetti; Hocalar öldü, memur üyeler Rum Kulüblerine devam etmeye başladılar, söyle ki 1937-42 yılları arasında, kulübler kanunu tahtında böyle bir müessesenin idamesi için gereken 22 Türk üyeyi bulamıyacak ve nisap miktarını tamamlamak için Rumlardan Eczacı Uvelton ile Avukat Kundorozo’yu üye almak zarureti de duyulmuştu.
1942’den sonra değişen idare kurulu Türk Birliği’ne yeniden düzen verdi. Üye sayısı 110’a çıktı. 1953’te yeni bina inşasına başlandı, ara sıra aksaklık zuhur etti ise de yeni gençlik müdahalesi ile iyi bir şekle girmek üzere iken Rum tecavüzü onu akamete uğratmıştır.
Bu meyanda bir de “Ülkü Yurdu” kuruldu.
“Mulla Kani’nin Kahvesi” namı altında işleyen bir kahvehane olan bu bina Cevdet Efendi (Cevdet Alparslan’ın dedesi, U.I.) satın alınarak zaman zaman geçindiği birçok istihalelerden sonra sahalarında istenilen başarıya ulaşabilmişse de mali durumunu bir türlü düzenliyememiştir. Bir de, Rum saldırıları ile kulli zarara uğramıştır.
Bizim kurduğumuz iki iddihar sandığına mukabil, Rumlar layıkı ve Melisa iddihar sandıklarını kurmuşlardı. Bizimkiler 1914’te dağıldı, onlarınki Kıbrıs Bankası ve Charter Bankası şekline dönerek biriken paraları ile Türk Emlaki almaya başladılar.
Rum ekonomisinde hayli hizmetleri geçmiştir. Çarşıdaki halk günden güne yerlerini Rumlara vermeye devam ediyordu. Kahvelerde toplanan halkı irşat eden çalışanlar eksik değildi. Bu meydanda Giritli Hüseyin Efendi’yi zikredebiliriz. Bu zat hoş sohbeti ile halkı kumardan sakınmak, birlik beraberliğe, teşebbüsü, şahsiye doğru ayartmaya çalıştı, ama arkası gelmedi.
Halk arasında geçince darlığı geçirenler, olduğu için harp dolayısıyla para kazananlar da olmuştur. Bunlar meydanında hancılar, aşçılar, kasaplar ve köy zenginlerini gösterebiliriz. Halkın paralı sınıfının kendine göre kıyafeti de vardı. Bacağına altın büzmeli yanları kabudan işlenmiş yelek, beline Tarablus’tan gelme sırmalı kuşak, boğazına uzun gümüş köstek, bir saata bağlanır, saat kuşağın arasına yerleşirdi.
Bunlar, ekseriya şanolarda göbek atıp danseden kafeşentanlarda eğlenirdi. Dans eden kızın anlına lira basanlar olduğu gibi coşup cebindeki bütün paraları şanoya savuran kabadayılar da vardı. Bu hale daha çok çiçeklerin suyunu emmek için Kasaba’ya her taraftan kumpanyalar geliyordu. Antranikler, Metelikler, Küçük Beyler vs. 1928’e kadar Kasaba halkını nanpareye muhtaç edinceye kadar faaliyetlerine devam ettiler…”
Tarihçi Zihni İmamzade
DEVAM EDECEK