Ӧlüler Şehri’nde
Güneşin en güzel batişini gӧrdüm… Ӧnümde gӧz alabildigine uzanan uçsuz bucaksiz tarlalarin bittiği yerde, lacivert Beşparmak Dağlari’nin yani başinda, koskocaman altin toptan bir güneş turuncumsu sarili hareler içinde, gӧz alici güzellikte parliyordu… Ben toprağin üzerine oturmuş... Sen bir metre aşağida, kefenin içinde uzaniyordun...
Araba geldi; park etti... “Hangisi?”, dedim. “Bunlardan biridir; inip bakmamiz lazim”, dedi. Tekdüze birbiri ardina siralanmiş çokum çokum yükseltiler... İçim boştu, sanki kalbimim ortasinda bir delik, duygularim yoktu... Gӧrüyordum; duygu süzgecinde arinmadan yok oluyordu gӧrdüklerim... “İşte burasi”, dedi. Betondan bir mezar taşina, yeşil boya ile “adini bile yazamamişlar” diye geçirdim içimden... O ki, yazisina hep dikkat ederdi –titizlikle telefon defterlerini tutar, dogum günlerinde ӧzenle kartlarini yazardi – kimbilir hangi cetrefilli hayatin uzantisi olan bir mezar yazicinin elinden geçmiş bu taşta, şimdi doğru düzgün bir adi bile yoktu.
Yaz akşamüstlerinde yikanir, çiçek kokulu parfümleri sürünür, ilk gençligimizin kipir kipir heyecanlariyla dişariya çikmadan sana gelirdik... Yeni tıraş olmuş, hasas ve mis gibi kokan yanaklarini pür neşe ӧptüğümde, beni hep şaşirtan bir dikkatle parfümümü fark eder, ona ince bir iltifat eder, derken ben sana tatli bir sӧz sӧyler gülüşürdük... Bu gün yine o elbiseyi giydim, o parfümü siktim, sana geliyordum...
Mezarin üzerinde kurumuş taşlarla tutturulmuş bir cemile dali... Ama sen yasemini severdin, bilmez miydi getirenler? Hani yaz geceleri mis gibi kokan... Hani Iskele’de kӧyün yildizi bol gecelerinde bahçelerde ipe geçirdiginiz, annenin boynunda gezdirdigi o mis kokulu çiçek... Hani her bahçeye çikişimizda bir tane koparip “anneciğim, ne çok severdi” dediğin... Hani yarin sizin eve gittigimde tüm ihtişamiyla beni karşilayacak olan; hani kokusunu içime çekip seni ve yokluğunu en derinimde hissedeceğim...
Cemile senin çiçeğin değildi oysa. Onda kapilar açildiktan sonra gidip de harap ve bitap bulacagimiz, çocukluğumun hayallerini süsleyen o masal diyarinin büyüsü yoktu. O bilindikti, tanidikti... Senin bir kuyu gibi derin ve gizemli anilarina yoldaşlik etmemişti... O, uzak diyarlarin degil, benim çocukluğumun parlak ve tozlu çiçekleri altinda geçen çiçeğiydi...
Bundan 20 yil ӧnce ӧnü uçsuz bucaksiz sari tarlalarla çevrili olan evimiz, Lefkoşa’nin şehir surlarindan taşmasiyla beraber kendini şehrin yeni oluşan merkezinde bulunca, bir sabah çekiç ve kürek sesleri arasinda çocukluğumuzun ışıklı gӧlgesinde geçtiği badem, nar, ve zerdali ağaçlarinin kesilip tozlu toprakli yollarinin yerini tek düze bir beton yığını aldığı günlerde, katmer katmer açan ‘cingane pembesi’ cemile ağacı da tüm çiçekleriyle ortadan kaybolmuştu. Şimdi, çocukluğumun gӧmüldüğü bu yerde, dün gibi canli ama erişilmesi imkansiz hatiralari geri getirirken, çiçeklerinden koparilmiş, kupkuru bir dal olarak duruyordu ӧnümde... Suya koysam, toprakla kavuştursam çiçeklerini açar miydi yeniden? Çocuklugumun neşe dolu çigliklarini geri getirebilir miydi?
Beyhudeydi bu serzenişler, iç çekmeler, bir heyezanla geriye çagirmak o günleri... Kuruyan dallarini topladik üzerinden, okunmuş sularini dӧktük, dualarini ettik... Solmaya mahkum taze çiçkeler koyduk vazoya...
Topragin üzerine oturdum... Elimin altindaki toprak çatlakti... Ateş gibi sicakti... Senin o tombul gӧbeğin yerine onu sevdim bu gün... Saatlerce oturmak isterdim orada, seninle sohbet etmek isterdim... Neredeydin? İlk kez yaşadim dogaya karşi tam bir çaresiz kalışı ve şimdi anladım insanogluna bin yillardır anlatılan yalanların kaynağını... Teselliye ihtiyacımız vardı ve hayat devam etmeliydi.. Edecekti de; ama, sahiden sen neredeydin?
Beşparmak Dağlarini kaç kez aşip, Girne’ye giderdik seninle... Çocukluğumun neşeyle çinlayan anilari vardi o araba yolculuklarinda, kӧpük kӧpük kiyiya vuran her dalgada, yere yapişan deniz kabuklarinda, Girne’nin sokaklarinda, güneşli dükkanlarinda...Piyano tingirtilari, senin biranin tadi, benim sevinc dolu civiltilarim, senin derinden gelen denize karşi kendi kendine konuşur gibi anlattigin hayat tecrübeleri vardi...
“Hiç gӧrmüş müydün güneşin bӧyle güzel parladigini”? Yedi sulariydi saat, deli sicak bir rüzgar esiyordu, tüm zerrelerini tarlalarin okşayip ve cӧmertti doğa tüm albenisini sergilerken güneşin ve dağlarin... Üzerindeki çatlak toprak bile güzeldi...
Ağlamışım... Aniden biri tuttu omuzumdan, irkildim...Başi ӧrtülü uzun etekler içinde bir kadındı gelen... Rüzgarda sallanan ӧrtüsüyle bir şeyler sӧyleyen... Ben başim açik, yari çiplak elbisemle yerde oturmuşum... “Ӧlünün arkasından ağlama, rahatsız olur, kemikleri sızlar”, diyordu... “İki Kulhuvallahu, bir Fatiha oku, rahat eder”... Tanpinar’in “acıları teselli çareleri de miraslarımız arasinda” deyişi geldi aklıma, gülümsedim...
Ӧlüler Şehri’nden dӧnerken beyaz mermerlerden sarhoştum...Mezarliğa ilk geldiğim 15 yıldan bu yana, burası kendi blokları, sokakları ve çeşmeleriyle tam bir ӧlüler şehrine dӧnüşmüştü... En şatafatlıları, en gӧşterişlileri buradaydi mermerlerin... 17 yaşinda trafik kazasindan ӧlen oğullarına, bir karting pistini ve arabasını mermerden yaptıran aile, ‘finish’ bayragını da üzerine dikerken belki de bu müsrifliğin oğullarinin hayatina mal olduğunu düşünmüş muydu acaba hiç? Şavaş sonrasi travmasi adını vereceğim, çocukluk ve ilk gençlik yillarini yaşayamamiş o ‘kayip nesilin’, “biz yaşayamadik çocuklarimiz yaşasın” mantığıyla çocuklarına sunduğu bolluk içindeki yaşam tarzı kimbilir kaç gencin daha hayatına mal olacaktı...
“Dedem’e de mütevazi ama ona yakışır bir mezar yaptıralım,” dedim, “eminim o hatırlanmayı isterdi”... Ama bir mezar yeter miydi hatirlanmaya? “Torunlarının torunlarına anlatılmak üzere bizlere miras bıraktığı hikayelerde geleceğe taşınma isteği ve ӧlüm korkusu yok muydu hep?”. “Hangi hikayeler?”, dedi, “ben hatırlamıyorum”. “Bir gün anlatacağım”, dedim, “bir gün anlatacağım”.
(13 Agustos 2012, Coventry/Ingiltere)
Kaynak: Ӧlüler Şehri’nde