1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Macey ve Packard...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Macey ve Packard...

A+A-

Geçtiğimiz günlerde yayımladığımız Finikeli Kemal Zekai’nin röportajında, “kayıp” kardeşi Aytekin Zekai’nin akıbetini araştıranlar arasında Major Macey’nin de bulunduğunu yazmıştık.

Major Macey, 25 Nisan 1964’te bir araçla Lefkoşa’dan St. Hilarion’a – dağa – giden bir Kıbrıslıtürk grup içerisinde bulunan Aytekin Zekai’nin “kayıp” edilmesini araştırmaktaydı. Grup, ateş altında kalmıştı ve kimisi öldürülmüş, kimisi yaralanmış, kimisi kaçıp kurtulmayı başarmıştı...

Bu saldırıda Eybil Çetin öldürülmüştü – Aytekin Zekai, yaralanmıştı... Veya öyle sanılmaktaydı...

Aytekin Zekai’nin akıbetini araştıran Major Macey, onun izini Girne Hastanesi’nde bulmuş ya da araştırmaktaydı – Aytekin Zekai’nin sevgili anneciği Havva Hanım’ı ziyaret ederek ondan Aytekin Zekai’nin fotoğrafını istemiş fakat tekrar Girne Hastanesi’ne gittiğinde, onu orada bulamamış, Pendaya hastanesine kadar gitmiş fakat Aytekin Zekai’nin izi “kayıp” edilmişti artık...

Major Macey, Birleşmiş Milletler Barış Gücü ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkan Muavini Dr. Fazıl Küçük arasında irtibat subayıydı.

Tüm “kayıplar”ın akibetini araştırmaktaydı, öncelikle de Kıbrıslıtürk “kayıplar”ın akibetini araştırmaktaydı... Bir İngiliz sigara dağıtımcısı olan Gibbins de Konedra’da “kayıp” edilmişti, onun akıbetini de araştırmaktaydı...

Nisan 1964’te Aytekin Zekai ve başka Kıbrıslıtürkler, başka yerlerde “kayıp” edilmişti, tıpkı bu dönemde bazı Kıbrıslırumlar’ın da bazı Kıbrıslıtürkler tarafından “kayıp” edilmeleri gibi...

Mayıs 1964, “kayıplar”ın yoğun biçimde yaşandığı bir ay olmuştu – bu dönem pek çok Kıbrıslıtürk, Mağusa Surlariçi’ne giren Lefkoşa Polis Komutanı Pandelidis’in oğlu ve beraberindeki bazı Yunan subayların öldürülmesi üzerine “intikam” olarak “kayıp” edilecekti. Macey, onların da akibetini araştırmaktaydı...

Sonuçta Haziran 1964’te Major Macey ve şöförü Platt, Galatya’dan Mağusa’ya doğru giderken, araçlarıyla birlikte “kayıp” edilmişti – onların Aytotoro’da (Çayırova) “kayıp” edildikleri anlatılmaktaydı...

O dönemin İngiliz hükümetinin, gerek sigaracı Gibbs’in, gerekse Macey ve şöförünün akıbetinin araştırılmasında pek fazla istekli olmadığını anlıyoruz...

Bunun nedenini bize açıklamaya çalışan deneyimli bir İngiliz entellektüel, “O dönem İngiltere, Kıbrıs konusunda kendi kamuoyu tarafından suçlanmaktaydı... Bir de bu “kayıplar” konusunda suçlanmak istemediğinden, olayı örtbas etmese dahi, bu konunun tartışılmasına önayak olmadı hiçbir zaman ve yeterince çaba göstermedi... Bu İngiliz “kayıp” yakınları için büyük bir talihsizlik oldu” demişti...

Seneler sonra Macey’nin ve Gibbins’in yakınları, yazdıklarımızı, araştırmalarımızı okuduktan sonra bizimle temasa geçmişti – biz de onları Kayıplar Komitesi yetkilileriyle ve de Kıbrıs’taki İngiliz Elçiliği’yle de temasa geçirmiştik.

Macey, Platt ve Gibbins, kendi hükümetleri tarafından hiçbir zaman Kıbrıs’ta aranmakta olan resmi “Kayıplar Listesi”ne konmamışlardı.

Bu yüzden hiçbir zaman ailelerinden DNA örneği alınmamış, hiçbir zaman onların bilgilerine başvurulmamış ve Kayıplar Komitesi onlarla ilgili herhangi bir kazı yapma gerekçesine de böylelikle sahip olmamıştı... Çünkü Kayıplar Komitesi, yürütmekte olduğu kazıları ancak resmi “Kayıplar Listesi”nde olanlar için yapmaktaydı...

Olayın siyasi yönüne de bakacak olursak, Macey’nin “kayıp” edilmesiyle, Dr. Fazıl Küçük – yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkan Yardımcısı, Birleşmiş Milletler ile Kıbrıslıtürk toplumu arasındaki irtibat subayını kaybetmiş oluyordu...

Ama olaylar bununla da kalmıyordu...

Bir başkası daha vardı – o da  aynı şekilde Birleşmiş Milletler’le Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios arasında irtibat subayı idi ve adı Martin Packard idi.

Martin Packard da, tıpkı Macey gibi “etkisiz hale” getirilecekti aynı dönemde. Onun “kabahati” ise, köylerinden kaçan ya da kaçırılan Kıbrıslıtürkler’i yerlerine döndürmek için çok verimli görüşmeler yapması, tarafları uzlaştırarak köylüleri, köylerine dönmeye ikna etmesi ve Kıbrıslırumlar’la Kıbrıslıtürkler’i bir araya getirerek bunu yapmasıydı.

Martin Packard, Kıbrıs’ta Makarios’la Birleşmiş Milletler Barış Gücü arasında irtibat subayı olarak atanmadan önce, bir NATO subayı olarak çalışmaktaydı...

İşlediği “kabahat”, iki toplumun arasını bularak barışçıl bir ortam çalışmaya ve göçmen Kıbrıslıtürkler’in köylerine dönmesini sağlamaya çalışmak olmuştu – bu yüzden o da birgün adadan alınıp, nedeni bile açıklanmadan doğrudan adadan kovulmuştu! Bir İngiliz yetkili, daha sonra Packard’a, “You got it wrong, son” yani “Sen bu işi yanlış anladın oğlum” diyecekti. Yazdığı rapor hasıraltı edilecek, kendisi de Kıbrıs’tan uzaklaştırılacaktı. İngiliz yetkilinin kastettiği, “Biz seni iki toplum arasında barışı sağlamak için oraya göndermediydik ki sen böyle işlere giriştin! Biz onların arasını daha da açasın diye gönderdiydik” şeklinde olmalıydı...

Martin Packard, yıllar sonra hatıralarını kaleme aldı ve “Getting it Wrong: Frangments from a Cyprus Diary, 1964” başlıklı bir kitap yayımladı 2008 yılında. 391 sayfalık bu kitabın başlığını, “Yanlış Anlamak: Kıbrıs Günlüğünden parçalar – 1964” diye tercüme edebiliriz...

11-045.jpg

Kitabın internet sitelerindeki tanıtımında, özetle şöyle deniliyor:

***  YANLIŞ ANLAMAK, 1964 başlarında Kıbrıs’taki olaylara özgün ve eleştirek bir bakış getiriyor. 1964 yılında Packard’dan istenen bir rapor, Whitehall tarafından ambargoya uğramış ve hükümet, Birleşmiş Milletler’in bir kopyasını talep etmesine rağmen, bu raporu vermeyi reddetmişti.

***  İngiltere Dışişleri Bakanlığı, son derece başarılı olan bir barışı inşa sürecini tarif eden bir rapora neden aşırı derecede duyarlılık göstermekteydi?

***  Bu kitap, eğer uygun mekanizmalar sağlanırsa, Kıbrıslılar’ın kendi sorunlarına derhal çözüm bulabileceklerini gösteriyor ve bunu yurtdışından teşvik edilen aşırılıklara karşın becerebiliyor...

***  Kıbrıs’ın 1964 yılıyla ilgili tarihi yanlış biçimde yansıtılmış ve bu da gerçeği arayışı zorlaştıran ana faktörlerden biri olmuştur.

***  Dış güçlere değil, doğrudan Kıbrıslılar’a hesap veren bir arabuluculuğun başarısını tarif ederken bu kitap gerçekleri de yansıtmaya çalışıyor ve bunu, son derece kritik bir yıl olan 1964 için yaşamsal öneme sahip kişisel bir tanıklıkla yapıyor.

***  Bu kitap, hem Kıbrıslırumlar, hem de Kıbrıslıtürkler açısından son derece önemlidir çünkü o yıl neler olduğuna ilişkin ilgili propagandaları çürütüyor.

***  Packard, Kıbrıslılar’ın birlikte yaşayabileceğini kanıtlıyor...  Rauf Denktaş, Packard için “Hiçbir yabancı, 1964 yılında Kıbrıs’ta yaşanan olayların gerçekliğini senden daha iyi bilemez” demişti ve General Young da, Packard’a gönderdiği bir mektupta, “Senin geri dönmen için çok uğraş verdim çünkü ancak sen, tümüyle kopmuş olan ilişkileri yeniden tesis edebilirdin...” diye yazmıştı.

***  Mareşal Gibbs ise, yazara gönderdiği mektupta, “Biz askerlerin hiçbir zaman girişemeyeceği şeyleri sen ve ekibin yapmaktaydı” diyor...

***  Ne iyi ki Martin Packard, resmi arşivlerde yazılanların çoğuyla çelişen bu tanıklığı Kıbrıs’ın genç kuşaklarına sunuyor...

12-013.jpg


“Geçmişin ‘yıkıcı’ gücü...”

Ronald G. Suny

Tarih neden bu kadar tehlikeli? İktidar sahipleri geçmişte olanları neden inkâr eder?

ABD’de siyasi sistem, malum, iki parti üzerine kurulu: Demokrat Parti ve kendine ‘Cumhuriyetçi Parti’ diyen Antidemokratik Parti. Donald Trump’ın yenilmesi ve Joe Biden’ın başkan seçilmesiyle hafifçe –ama açık bir biçimde– sola kayan ülke, ırkçılık, polis şiddeti, Covid-19 pandemisi, altyapı yetersizlikleri ve göç krizi gibi ciddi meselelerine eğilme konusunda istekli. Cumhuriyetçiler, uyguladıkları politikalara (zenginlere vergi indirimi, sosyal devlet karşıtlığı, yalan makinesi Trump’a biat) toplumun rağbet etmediğinin, dolayısıyla gelecekteki seçimleri kazanabilmek için, özellikle de Afrikalı Amerikalılar, Asyalılar, Hispanikler gibi azınlıklar arasında oy verebilenlerin sayısını sınırlamak zorunda olduklarının farkına vardılar. Antidemokratik Parti, çoğunluğu elinde tuttuğu eyalet yasama meclislerinde, sıradan insanların oy vermesini zorlaştıracak yasalar çıkarmak için uğraşıyor. Bu arada, özel sektöre, şahıslara ve şirketlere ait paranın seçimleri etkileme gücüne ket vuracak her türlü çabaya karşı da mücadele etmeye devam ediyor.

Fakat Sağ, demokrasiye saldırırken, bir düşman daha edindi: Tarihin kendisi. Kongre’de Cumhuriyetçiler, Başkan Biden’ın seçimleri meşru bir şekilde kazandığının onanmasını engellemek için Trump destekçilerinin 6 Ocak’ta çıkardığı olayları soruşturmak üzere bir komisyon kurulmasına itiraz ediyorlar. Böyle bir araştırmanın, Trump’ın oradaki güruhu nasıl tahrik ettiğini ve Cumhuriyetçi kongre üyelerinin isyancılara verdiği desteği ortaya çıkaracağından korkan parti liderleri, o günkü olayların derinlemesine incelenmesini engellemeye çalışıyorlar. Demokrasi karşıtları, dünyanın başka yerlerindeki, halk iradesine karşı koyan benzerleri gibi, hakikatten korkuyorlar.

Cumhuriyetçilerin yönetimindeki Teksas Eyaleti’nde, Temsilciler Meclisi, “vatansever eğitimi teşvik edecek” bir komisyon kurulması yönündeki yasa tasarısını kabul etti. 1830’larda, Teksas’ın bağımsızlığını kazanması ve ardından ABD’yle birleşmesi sonucunu doğuran, Meksika’ya karşı ayaklanmayı köle sahipleri örgütlemişti. Cumhuriyetçiler, müfredatta buna yer verilmesine karşı çıkıyor. Meksika, ‘Amerikalılar’ın bağımsızlıklarını ilan etmesinden (1836) yedi yıl önce, 1829’da köleliği kaldırmıştı ancak Beyaz Teksaslılar, bağımsızlığın hemen ardından, Siyahları yeniden köleleştirdi. Birçok kovboy filminde karşımıza kahraman olarak çıkan Teksas Korucularının (Texas Rangers), Afrikalı Amerikalıları hedef alan linçlere katıldığı ortaya konmuş durumda; Dallas Havaalanı’ndaki ünlü korucu heykeli kaldırıldı. Neyse ki, bu mücadelede iki taraf var: İnkârcılar ve hakikati arayanlar.

Cumhuriyetçiler ve diğer muhafazakârlar, New York Times Dergisi’nin bir girişimi olan ve Amerika’nın sömürgelerine ilk kölelerin götürüldüğü yılın adıyla anılan 1619 Projesi’ni propaganda olmakla suçladı. Projenin gerçekten de radikal bir amacı var. Başlangıç yazısında şu ifadeler yer alıyor: “Projenin hedefi, 1619’u ülkemizin doğuş yılı olarak kabul etmenin ne anlama geleceği üzerine düşünerek, Amerikan tarihini yeni bir çerçeveye oturtmaktır. Bunu yapabilmek için, köleliğin sonuçlarını ve siyah Amerikalıların katkılarını, ülke olarak, kendimize kim olduğumuz konusunda anlattığımız hikâyenin tam merkezine yerleştirmek gerekmektedir.” Projenin ödüllü yaratıcısı Nikole Hannah-Jones, ‘Özgür Dünya’nın lideri’nin gizli geçmişi konusunda bu yeni yaklaşımı öne çıkarıp savunduğu için, North California Üniversitesi’nde kadro alamadı. Geçmişle ilgili muharebe ülkenin her yerinde, Teksas’ta, Kuzey Carolina’da, Lousiana’da, New Hempshire’da, Tennessee’de, Idaho’da ve Cumhuriyetçilerin hâkim olduğu diğer eyaletlerde şiddetli bir şekilde devam ediyor. Fakat bu mesele ABD’yle sınırlı değil.

Türkiye Devleti’nin Ermeni Soykırımı’nı tanımaması; İsrail’in Filistinli mültecilerin kökenlerine dair mitleri; Hinduların Müslümanları şeytanlaştırmak amacıyla Hindistan tarihini kendi milliyetçi perspektifleriyle yeniden yazması; Japonya’nın Japon İmparatorluğu’nun Kore’de, Çin’de ve Asya’nın başka yerlerinde işlediği savaş suçlarını kabul etmemesi – bunların hepsi, ‘tarihe sırtını dönme’ örnekleri. Geçmişi bilmek, öyle anlaşılıyor ki, dar, narsistik milliyetçilikten beslenen muktedirlere iyi gelmiyor. Bir başka deyişle, tarih huzur bozan, yıkıcı bir bilim. İnsanların ülkelerine dair, sorgulamadıkları varsayımlarının altını oyuyor. ‘Sağduyu’ olarak kabul edilen şeylerin düşmanı. Demokrasi karşıtları, dünyanın her yerinde, geçmişe dair cehaleti ve yaşananların inkârını iktidarda kalmak ve ayrıcalıklarını korumak için silah olarak kullanıyor.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Tarihi dert etmeye ne gerek var? Hakikat seni bu kadar rahatsız ediyorsa, onunla neden meşgul olasın ki? Masallar ve mitlerle yaşamak daha güvenli değil mi? İslam ve Hıristiyanlık da dâhil birçok dinî öğretide şu basit cümle var: “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak.” Bilimin her dalı hakikatin peşindedir. Geçmişi ve geleceği unutanları eleştiren Fransız radikal düşünür Régis Debray, “Gerçek devrimcidir” demişti. Geçmişte olanlara, geçmişin bizi nasıl şekillendirdiğine, bugünü nasıl belirlediğine ve ne gibi gelecek olasılıkları sunduğuna dikkatle gösterilmesi gerekiyor. Tarihten kaçmak mümkün değil. Hakikatin, onu görmezden gelenleri, inkâr edenleri, bastıranları ‘ısırmak’ gibi münasebetsiz bir huyu var. Tarihin ciddiyetle ve korkusuzca araştırılması bizi güçlendirir, evrilen hakikatlerle temasımızın devamını sağlar, bizi demokrasi ve daha özgür bir hayat mücadelesi için gereken ‘aletler’le donatır.

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)

(AGOS - Ronald G. Suny – 7.6.2021)

Bu yazı toplam 1419 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar