1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Mafya  Olmak  İstiyorum Ulan..!”
“Mafya  Olmak  İstiyorum Ulan..!”

“Mafya  Olmak  İstiyorum Ulan..!”

...bunalan milyonlarca insan için bütün bu sunulanlar hem özenilen ve hem de gözlerinin önünde bir telefon ya da ekran kadar yakın duran -yoksa çok mu uzak- bir kurtuluş umudu haline geliyor ve onları peşinden sürüklüyor.

A+A-

Hakkı Yücel

[email protected]

 

Günlerdir bir mafya liderinin ardı sıra yayınladığı, içerdiği bilgiler ve bu bilgilerin işaret ettiği ilişkiler bakımından, -özellikle ‘siyaset-devlet-mafya-sermaye’ ilişkisini açığa çıkarması bakımından-, deprem etkisi yaratan videoları izleniyor, konuşuluyor. Bir sır değildi belki, ancak anlatılanların vardığı boyutlar, suç örgütünün siyasal-toplumsal alandaki ağırlığını faş etmesi açısından da ayrıca dikkat çekiyor.  Aşağıda yer alan, görsel dünyada parlatılarak (hâlâ devam edegelen en popüler televizyon dizilerini bir hatırlayın) özellikle lümpen gençlerin (hepsi tetikçi olmaya aday) ilgi odağı olan mafyadan söz eden yazı,  ilk kez 2003 yılında yayınlanmıştı. Bir kez daha yayınlanıyor olması, şimdilerin aktüel gündem konusuyla olan dolaylı ilişkisi yüzünden:

“Bir ara televizyon haberlerinde benzer görüntülerle oldukça sık karşılaşıyorduk. İstanbul Boğaz Köprüsü’nün korkuluklarına tutunarak bir ayağını boşluğa doğru sarkıtan eylemciler polisle pazarlığa tutuşurlar, istekleri yerine getirilmediği takdirde kendilerini aşağıya bırakacakları tehdidini savurup dururlardı.. Kimler yoktu ki aralarında..! Sevgilisi tarafından terkedilen mi; ev sahibi tarafından sokağa atılan mı; borç batağına gömülen mi;  iflas eden mi; işsiz kalan mı; macera dürtüsü ile hareket eden mi; sarhoş olan mı; ekranda görünmek isteyen mi; depresyon geçiren mi......?  Hemen her seferinde hep aynı şeyler oluyordu. Önce taraflar arasında sıkı bir pazarlık sürer; aşağıya atlamakta kararlı görünen eylemciler onları bu sevdadan vazgeçirmek isteyenlere karşı bir süre direnirler,  bağırırlar, çağırırlar, ağlarlar ve en sonunda da ve ne tuhaf sıklıkla o esnada köprüden geçmekte olan ünlü birisinin de özel gayretleriye ikna edilerek, olay yerinde biriken meraklı kalabalığın alkışları arasında eylemlerini son erdirirlerdi. Televizyon kameralarının anbean kaydettiği, görevli muhabirlerin ise heyecanlı konuşmaları ve anlatımlarıyla etki dozunu artırmaya çalıştıkları bu ‘haber-filmler’in o an için yarattığı gerilim ise, görüntülerin varlığıyla sınırlı kalır ve sonra -en azından bir başka sefere kadar- hepsi unutulur giderdi.

Bir tanesi hâlâ aklımdadır. Gecenin bir vaktinde bir elleriyle köprünün korkuluklarına tutunan, diğer ellerindeki bıçaklarla da göğüslerini çizip duran sarhoş iki genç delikanlı,  tek ayaklarını boşluğa doğru sarkıtarak bağırıp çağırıyorlar, yanlarına yaklaşmaya ve onları bu tehlikeli oyundan vazgeçirmeye çalışan görevlilere küfrediyorlar; ‘Yaklaşmayın ulan! Yoksa aşağıya atlarız..!’ tehdidini savurup duruyorlardı. Bütün bu gürültü patırtı içinde arada kameraya dönerek onları izleyen hayranlarına(!) mesaj vermekten de geri durmayan bu genç insanlar, özellikle kameraların üzerlerine doğru çevrildiğini gördükleri anda eylemlerini daha da geliştiriyor; bir yandan ne olduğu anlaşılmayan karmaşık bir söyleve dururken, bir yandan da hareketlerinin tehlike dozunu artırarak, neredeyse düştü düşecek pozunu vermeye çalışıyorlardı. Saatler süren bu gösteri, en sonunda yorgun düşen gençlerin, zaten bulanık olan bilinçlerinin dikkat yetisini iyice kaybettiği bir anda, görevli memurların müdahalesi ile sona eriyor ve gecenin kahramanları, yaka paça sürüklenerek polis arabasına yerleştiriliyorlardı. İşte tam bu esnada, kameraların bir daha üzerlerine döndüğünü gören bu genç insanlar, saatler süren eylemlerinin amacını ve taleplerini gırtlaklarını yırtarcasına bağırarak dile getiriyorlardı:

Mafya olmak istiyoruz ulan..! Bıktık bu hayattan..!”

Kimdi bu genç insanlar.? Onları gecenin bir vakti traji-komik bir intihar eylemine sürükleyen neydi..? ‘Bıktık’ dedikleri bu hayat onlara ne yapıyordu ve asıl bu zalim hayattan kurtulmak adına tek çıkış yolu olarak gördükleri ‘mafya’ ne menem birşeydi? Uzayıp giden sorular bir yana, bu dramatik tablonun en çarpıcı yönü ciddi toplumsal bir karmaşayı ve tehlikeyi işaret ediyor olmasıydı. Bu konuda çeşitli nedenler sıralanabilirdi ama galiba görünen tablonun arkasındaki temel çelişkilerden birisi, özellikle 80’li yıllardan sonra farklı kültürel ve sosyal kesimler arasındaki sınırları görece olarak ortadan kaldıran –ya da bu hissi yaratan- görsel medyanın (görüntüler dünyasının) bu bağlamdaki işlevselliği ve kendini ortaya koyuş biçimiydi.  Öyle ya, bir yandan içinde yaşadığı metropole ve onun dünyasına ancak varoşlarından eklemlenebilen, bu haliyle güya metropolde ama aslında onun dışında ve büyük oranda geldiği yerin (alt) kültürü ve cemaati ile sınırlı yaşama mahkûm olan insanlar; aynı anda dışında kaldıkları bu çok renkli metropol yaşamına en kolay görsel medya aracılığıyla izleyici olarak katılma şansını elde ediyorlardı. Ne var ki yaşam olarak çok uzaklarda ama mekân olarak hemen yakınlarda duran bu farklı dünyalarla ekrandan kurulan ilişki biçimi, bu insanları doğrudan o dünyaya dâhil etmiyor,  sadece o dünyanın sunduklarını, ağzı sulanarak izleyen tüketicisi (izleyicisi) konumunda tutuyordu. İşin asıl vahim tarafı ise bu ilişkinin biçimi ve niteliğiydi.

Hanidir her an ve her gece, yaşamla kendi aralarına giren televizyon ekranlarında çok farklılaştırılan ve hatta yeniden üretilen (sanal) gerçeklerle sürekli yüzleştirilen bu insanlar, günümüz (görsel) kültür endüstrisinin kazanç saikiyle temellendirilen ve tüketimi hedef alan mantığının ve onun görsel araçlarının vazgeçilmez kitlesel müşterileri haline getiriliyorlar. Bu amaçla ne yarışma progamları, ne eğlence programları, ne diziler yapılmıyor ki. Üstelik yapılmakla da kalınmıyor, örneğin o çok çeşitli programları sahici kılmak adına telefonlara sarılan milyonlar arasından birkaç talihli o programlara dâhil ediliyor. Sonra onların da arasından seçilen kimi daha çok talihlilere, yalvar yakar, para ya da çeşitli hediyeler veriliyor. Bu da yetmiyor,  kimileri bu programların gerçek kahramanları haline getiriliyor. Derken bu kahramanlar bir  eve yerleştiriliyor ve bir arada yaşamaya mahkûm edilerek görsel medya (ekran) aracılığıyla onları izleyen milyonlarla buluşturuluyor. Günler boyu süren ve sürekli izlenen bu programlar giderek kendi içinden,  geniş yığınların gözdesi haline gelecek şöhretlerini de çıkarıyor.  Ya da ne bileyim bir başka evde gelin-kaynana oyunu oynatılıyor ve yine milyonların önünde seçmece kızlar seçmece delikanlılarla evlendiriliyor;  şarkı söyleme yarışmaları, dans yarışmaları düzenleniyor ve şöhret olmak, görünür hale gelmek için her şey yapılıyor. Sonuçta bütün bu ve benzeri programlarla milyonlarca izleyiciye (ve sadece izleyici olarak kalacak olanlara),  kendileri gibi olan -kendilerinden olan-  insanlar sunularak ‘işte bakın, siz de bunlardan biri olabilirsiniz’ çağrısı yapılıyor. Histerik kadınlar, mızmızlanan ve gözyaşı döken masum kızlar, kimi isyan eden kimi anasının dizinde süklüm püklüm oturan genç delikanlılar rol keserek, bu programlara renk katıyorlar. Derken bu kahramanların arkalarında biriken geniş taraftar yığınlarının yoğun destekleriyle her biri ayrı bir heyecana ve gerilime yol acan özel ve başka yeni programlarda bu kahramanlardan kimin ipinin çekileceğine karar veriliyor.

Bu tuhaf yarışma programları da yetmiyor,  milyonları peşinden sürükleyen ve her gece bir kanaldan öbürüne koşuşturarak izlenen diziler birbiri arkasına sıralanıyor. Sadece seyirlik ve ağırlıklı olarak eğlencelik olan bu diziler, ortalama insanın kendini ve özlemlerini özdeşleştireceği uygun karakterlerin de boy göstermeleriyle sahicileştiriliyor ve onu izleyenlerin gerçekliği haline dönüştürülüyor. Ve bu o kadar öyle yapılıyor ki, dizi kahramanlarının gerçek hayattaki gerçek davranışlarının, yaratılan sanal gerçekliklerle ters düşmesi hallerinde -yani o kahramanların asıllarına rücu etmelerinde- yaşanan hayal kırıklıkları (son dönemlerin çok izlenen bir dizi filmindeki kadın kahramanın gerçek hayatında sergilediği gerçek tavrının yarattığı hayal kırıklığında olduğu gibi), günlerce süren ve yine tv. ekranlarında yeniden üretilen tuhaf –tartışma(!)- gösterilerle adeta bir başka dizi halinde sunuluyor. Sözün kısası gerek bir elma şekeri gibi allanıp parlatılarak sunulan ve ‘sen de katıl, sen de kazan’ diyerek milyonlarca izleyiciyi kazanmaya (ya da kurtulmaya) çağıran envai çeşit programlarla; gerekse gücün, paranın, debdebenin, güzel kadınların, eğlencenin ve yerine göre şiddetin başat olduğu, ancak fonda da kitle kültürünün özlemlerini ve taleplerini karşılayan ve onun insanlarını buluşturan olay ve kahramanları da harmanlayan ve güya sahici kılan dizilerle sunulan ‘sanal gerçeklik’ giderek ‘yaşamsal gerçeklik’lerin yerini alıyor. Ve işte bütün değerlerin altüst olduğu bu değişim sürecinde, kendi gerçek dünyalarının zorlukları ve sıkıntıları içinde bunalan milyonlarca insan için bütün bu sunulanlar hem özenilen ve hem de gözlerinin önünde bir telefon ya da ekran kadar yakın duran -yoksa çok mu uzak- bir kurtuluş umudu haline geliyor ve onları peşinden sürüklüyor.

Peki sonra ne oluyor...?  Kendilerini birdenbire ve jet hızıyla özlemini çektikleri o renkli hayatın ve şöhret(!) dünyasının içinde bulan bu insanlar, aslında bunun sahici bir hayat ve şöhret(!) olmadığını, sadece kendilerinin de bir süre içinde yer alabildikleri görüntülerle sınırlı olduğunu ve o görüntülerin ortadan kalkmasıyla -ya da artık kendilerinin içinde olmadığı, başka yeni adayların yer aldığı- bu rüyanın da sona erdiğini çok kısa süre sonra fark ediyorlar. Bu gerçekle başa çıkabilenler kaldıkları yerden eski hayatlarına devam ediyorlar; bunu beceremeyenler ise ya bu rüyayı başka bir yalanla -örneğin uyuşturucu ile- sürdürmeye çalışarak canından oluyorlar -tıpkı bir otel odasında aşırı dozda uyuşturucu alarak can veren o bir zamanların yarışmacısı genç adam gibi- ya da bu sahte cennetin kısa süreli figüranı olan ve bu cennetin ortadan kalkmasıyla dımdızlak kalan genç kızlar gibi -tam da bugünlerde haber olan- fuhuş batağına sürükleniyorlar. Bu dünyanın içine hiç giremeyen, yoksul ve yoksun hayatlarının bunalımlarını; sürekli ekranlardan izledikleri ve gücün, paranın, güzel kadınların fink attığı o renkli dünyaya dâhil olmakla atlatacaklarına inananlar ise,  tıpkı o iki genç delikanlıda olduğu gibi, bilinçaltında baskılayıp durdukları ve onları her an kemirip duran özlemlerini, önce sarhoş oluncaya ve bu baskılardan kurtuluncaya kadar içerek açığa çıkarıyorlar ve sonra soluğu boğaz köprüsünde alarak, hayatlarına kıymak pahasına ve kurtuluşları sanarak o en büyük beklentilerini ekranlardan haykırıyorlar:

Mafya olmak istiyoruz ulan...! Bıktık bu hayattan...!”

Bu haber toplam 2932 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 482. Sayısı

Gaile 482. Sayısı