‘Mağdur’ Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı..
‘Mağdur’ Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı..
Hakkı Yücel
Nurdan Gürbilek “Mağdurun Dili” kitabında (N.Gürbilek, Mağdurun Dili, İstanbul, Metis Yayınları, 2008) üç romancının (Dostoyevski, Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan) ve bir düşünce insanının (Cemil Meriç) eserlerinden yola çıkarak, edebiyatın ‘mağdurlukla’ ilişkisini ele alır. Bir yandan mağdurluğun edebiyatı nasıl etkilediğini, nasıl biçimlendirdiğini örneklemeye çalışırken, bir yandan da yine edebiyatın ‘mağdurluk’ haline “nasıl bir ışık düşürdüğünü anlamaya” çalışır. “Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda da sorunlarını” tartışır. (Gürbilek, s.9)
Çalışmasının merkezinde yer alan üç romancının eserlerinde Gürbilek’in sözünü ettiği “dışlanan, horlanan, haksızlığa uğrayan” kahramanlar sıklıkla öne çıkar. Dostoyevski’nin ‘yeraltı insanları’ (ör.’Raskolnikov’), Atay’ın ‘tutunamayanlar’ı (ör.’Selim Işık’), Atılgan’ın ‘aylak adam’ı (ör.’C’), dışlanmayı, horlanmayı, haksızlığa uğramayı içlerinde bir “gurur yarası” olarak taşıyan, bunun yarattığı karmaşık duyguları bir uçtan diğer uca savruldukları ruhsal gerilimlerin anaforunda yaşayan, kâh öfke biriktiren kâh nefret duyan, hep ölüme yakın duran ‘mağdur’ kahramanlardır. Keza “Ben ezeli bir mağdurum, coğrafi kader, siyasi kader, biyolojik kader..Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım..Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezeli mağlubum..” (Gürbilek, s.75) diyen, yazılarında bir kılıç kadar keskin “kanatlı üslubu”yla adeta çığlıklar atan Cemil Meriç’in ise bizatihî kendisi böyledir. Hepsinin en belirgin ortak özellikleri mağduriyet halinden doğan, dindiremedikleri bir ‘acı yumağı’ içinde ömür tüketiyor olmalarıdır. Gürbilek’in özellikle bu yazarları ele almasının asıl sebebi de, onların eserlerinde bu “mağduriyet acısını’ dile getirişlerindeki ustalıktır. “Acının bir inandırıcılık kaybına yol açmadan, acı çekeni küçük düşürmeden, onu aynı zamanda yüceltmeden nasıl anlatılacağını sorun edinenler için muazzam bir ufuk” (Gürbilek, s.14) sunuyor olmalarıdır..Dahası insanoğlunun bu temel varoluşal probleminin (hastalığının mı demeliyim; malûm Freud “varoluş bir hastalıktır” der) anlaşılmasına, bu bağlamda ‘mağduriyet malûlü’ okurun -hangimiz kendini ‘mağdur’ hissetmiyor ki- kendi ve hayatı üzerine yeniden düşünmesine, kendini sorgulamasına, edebiyat üzerinden katkı yapmalarıdır. Kanımca önemlidir bir husustur bu. Şundan; bunun ayırdına varılmasıyladır ki, ‘mağdur’ olma hali ve oradan doğan acı, salt salya sümük zırlamaktan, sürekli şikayet etmekten, narsistik bir savunma refleksinden ibaret ve nihayet kişinin kendini kemiren bir habaset durumu olmaktan çıkabilecek; bireysel-toplumsal yaşam kalitesinin geliştirilmesinde dönüştürücü rol oynayabilecektir.
Tam da burada Gürbilek, ‘mağdurluk/mağduriyet’ten doğan acının edebiyatta iki türlü anlatım biçimi olduğunu söyler: ‘Trajik’ ve ‘patetik’. “Trajik, kaçınılmaz kadere başkaldıran kahramanın bu seçimi yüzünden çektiği acıyı anlatırsa; ‘patetik’ daha baştan kaderin sillesini yemiş, masum ya da korumasız, öksüz ya da yetim, düşmüş ve ezilmiş olanın haksız yere çektiği, çaresiz kabullendiği acıyı anlatır.” (Gürbilek, s.51) Bu ayrımı yaptıktan sonra da, modern edebiyatta acının bu anlatım biçimlerinin kolaylıkla “bir düşüklülüğe, bir inandırıcılık kaybına, hatta gülünçlüğe”(Gürbilek, s.51) yol açabileceğine vurgu yaparak, bu zafiyetin de yazarın ustalığıyla aşılabileceğinin altını çizer. Şöyle ki; yazar eğer “acıyı olgudan, zavallığı kavramdan ibaret” görerek anlatmaya çalışırsa, okurunu ne inandırabilecek ne de etkileyebilecektir; keza sadece yoğun bir ‘duygusallıktan’ ibaret bir anlatım yolu seçerse, “o zaman da acısını anlattığı insanları gülünç duruma düşürecek”tir. (Bu durumu, yani duygunun çok abartılarak gülünç duruma düşülmesini, “pathos’tan bathos”a kaymak olarak tanımlıyor Gürbilek).
Gürbilek’in çalışmasında yer verdiği Dostoyevski’yi, Atay’ı ve Atılgan’ı usta yazar kertesine çıkaran, işte bu ‘acı’yı anlatırken sergiledikleri ufuk açıcı edebî tavırları, yaratıcı yetenekleridir. Her üç yazar da ‘mağdur’ olma halinden doğan acıyı “ bir inandırıcılık kaybına yol açmadan, acı çekeni küçük düşürmeden, ama aynı zamanda da yüceltmeden” ortaya koyar ve aynı acıyı yaşayan biz ‘mağdur’ okurlarına adeta ayna tutar. O kadar ki herbirimiz sanki o aynada (o kahramanların varlığında) kendimizi görür gibi olur, hikâyesi anlatılan o kahramanlarla adeta özdeşleşiriz. Onların aykırılıkları, dışlanmadan, horlanmadan, görünür ve tanınır olamamaktan, küçük düşürülmekten vb.doğan “gurur yaraları” bize kendi ‘yaralı gururlarımızı’ hatırlatır. Bu yüzden onları bütün zaaflarına rağmen çok da severiz, kendimize çok da yakın buluruz. Evet, onları severiz ve kendimize yakın buluruz, çünkü onlar bizim kendimize itiraf edemediğimiz zaaflarımızın, endişelerimizin, bilinçaltlarımızda gizlenen tutkularımızın, günahlarımızın, kendi varlıklarında ve bilinçlerinde açığa çıkan somut karakterleridir; bir başka ifadeyle kendimizin kendimizden gizlediği, çoğu zaman yüzleşmekten kaçındığımız kendi ‘öteki’ hallerimizdir. Edebiyatın hayatlarımızın vazgeçilmezi olması da belki en çok bu yüzden, bize kendi ‘öteki’mizi hatırlatmasından, yani kendi varoluşumuzun sırlarını çözmek için sürekli ipuçları veriyor, kendimizi sorgulamamızı tetikliyor olmasındandır. İyi de, acaba biz bunu kendi gerçek hayatlarımızda ne kadar yapabiliyoruz? Eğer yapabiliyorsak, ne kadar ve nasıl yapıyoruz? Büyük soru da işte bu olsa gerektir.
Kıbrıslı Türkler olarak sürekli bir ‘mağduriyet’ hali içinde olduğumuz aşikâr. Bu ‘mağduriyet’in varoluşsal bir zeminde geliştiği; başka türlü söylersek, özgür siyasal-toplumsal-kültürel bir irade ve kimlik olarak ‘görünür ve tanınır’ ol(a)mamak gibi bir kadere mahkûm olduğumuz, üzerine hep konuşup yazdığımız bir gerçeklik. Cemil Meriç’in kendi mağduriyetini açıklarken dile getirdiği “coğrafi kader..siyasi kader” (o, zaten arızalı olan görme yetisini sonraları tamamen kaybedip, hayatının bir bölümünü kör karanlık içinde geçirmeye mahkûm olduğundan, buna ‘biyolojik kaderi’ de ekliyor) bir bakıma bizim varoluşumuzu da büyük oranda belirlemiş. Sancılı bir adanın, kanlı bir tarihin çocuklarıyız. Başından beri kendi ayakları üzerinde duramamak, hep bir yerlere tutunmak, bir yerlere yaslanmak gibi bir sorunumuz var. Bunun gerilimli bir ruh hali yaratması kaçınılmaz. Nitekim öyle de olagelmiş. Varoluşsal anlamda yeterince ‘görünür ve tanınır’ olamamak, saygın karşılık bulamamak, başkalarına tabi olmak canımızı acıtıyor; içimizde sürekli kanayan bir “gurur yarası”na yol açıyor. Öfkelerimiz, tepkilerimiz, kızgınlıklarımız da bundan. Bütün bunların anlaşılır ve de haklı yanları var. Ancak bu kadar değil; bunun ötesi de var ve asıl sorun da sanırım burada..
O sorun ise şu: Tarihsel bir sürecin varoluşsal sonucu biçiminde ortaya çıkan, canımızı yakan bir “gurur yarası” olarak yaşadığımız ‘mağduriyet’ halini sürdürmeye devam mı edeceğiz, yoksa bu halimizi bireysel-toplumsal ölçekte kendimizi yeniden sorgulamamızın vesilesi kabul ederek buradan öteye geçmenin, yani kendi ayakları üzerinde durmanın, kendi kaderine hükmeden özgür varlıklar olmanın yollarını mı arayacağız. Ya da daha açık bir ifadeyle; bu ‘mağduriyet’ halimizi salya sümük zırlamanın, kişesel çıkarlarımızın veya toplum olarak nemalanmamızın, kendimizi haklılaştırmanın, ideolojik huzurumuzun, nihilistik tepkilerimizin, “narsistik savunmalar”ımızın gerekçeleri olarak mı kullanacağız; yoksa bütün bunların yol açtığı ‘akıl tutulması’ndan, ‘ahlâk ve vicdan kirliliği’den arınarak , kendimizi yeniden var edecek ‘ortak akıl’ sorumluluğunu, ‘ahlâk ve vicdan’ tutarlılığını gösterebilecek miyiz?
Şuna artık karar vermemiz ve gereğini yerine getirmemiz şart: ‘Mağdurluk’ halimiz, üzerine ne güzellemeler düzenleyeceğimiz, kendimizi haklılaştıracağımız, ne de altında ezileceğimiz bir ‘hâl’ olmaktan çıkarılmalı; onunla yüzleşeceğimiz, başkasına havale etme kurnazlığına sapmayacağımız, teker teker bireysel sorumluluklarımız olarak kabul ederek ortak toplumsal paydada buluşacağımız, diyetini hep beraber ödemeye hazır olduğumuz, bir ‘varoluşsal gerçeklik’ olarak kabul edilmeli ve üzerine gidilmelidir. Bu noktada sahiciliğimizin ve inandırıcılığımızın göstergeleri ise , vazgeçilmez erdemlerimiz olmaları gereken ‘doğruluk’ ve ‘samimiyet’imiz dir. Siyasal ve toplumsal yaşam alanlarını genişletecek, niteliksel dönüşüme uğratacak; siyasal aktörleri ve kurumları hizaya getirecek olan da tek tek bireylerden başlayarak toplumun tümüne yayılarak içselleştirilecek olan bu erdemlerimizdir. Gerisi, bizleri kimi zaman ‘gülünç’ kimi zaman da ‘zavallı’ konumuna koymaktan öteye geçmeyen laf kalabalığından ibaret olacaktır.
Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var. ‘Mağduriyet’ hamasetinin varacağı yeri Adorno yıllar öncesinden göstermiştir:
“Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.”