Mağusa’dan Kufez’e “kayıplar”ın izinde… (2)
Kayıplar Komitesi araştırma görevlilerine, bazı okurlarımızla birlikte bazı olası gömü yerlerini gösterdik, bazı gömü yerleri hakkında bilgi paylaşımında bulunduk…
Bundan bir ay kadar önce, güneşli bir gündü – tatil günlerinden biriydi ve okurlarımdan birisi beni ve eşimi davet etmek üzere telefon açmıştı… Yıllardır bana sözünü ettiği bir gömü yerini göstermek istiyordu…
Burayı gidip bulmak bugüne dek kısmet olmamıştı, bölgeden her geçtiğimde zeytin ağaçlarına bakınıyor ama sözünü ettiği yerin neresi olduğunu kestiremiyordum. Bana bir de kroki çizmiş olduğu halde, sözünü ettiği zeytin ağaçlarının tam olarak nerede olduğunu bulamıyordum… Onun bu yeri göstermek için zaman yaratması gerekecekti – işte böylesi bir tatil gününde bizi davet ediyordu, hem eşlerimizle birlikte güzel bir yemek yemeğe, hem de bana bu gömü yerini göstermeye…
1974’te genç bir çocukken, savaşın hemen sonrasında abisiyle birlikte bana sözünü ettiği üç yaşlı zeytin ağacından zeytin toplamaya gitmişti…
Zeytin toplarken bir noktada çişi gelmiş ve zeytin ağaçlarından uzaklaşarak tuvaletini yapmaya gitmişti – işte zeytin ağaçlarının yakınında bir noktada topraktan çıkmış bir bot görmüştü, içinde ayak kemiği de vardı… Buraya birisi gömülmüştü – belki bir, belki birkaç kişi gömülmüştü… Belki 1963-64’ten, belki 1974’tendi bu gömü ve gördükleri beynine kazınacak ve yıllar sonra bana o zeytin ağaçlarının yakınında gördüklerini anlatacaktı…
Böylece eşimle birlikte o güneşli kış gününde onunla buluşmaya gittik – onun arabasına binerek üç yaşlı zeytin ağacını aramaya çıktık…
Önce Lefkonuk köyüne gittik – babamın köyüydü bu – sonra da mandralara dönen yola girdik…
O noktadan sonra bizi bu üç zeytin ağacına götürecek toprak bir yol aramaya başladık… Birkaç kez denedikten sonra en nihayet doğru yolu bulduk – burası Lefkonuk’la Kufez arasında bir noktaydı ve yavaş yavaş ilerleyerek bakınmaya başladık…
En sonunda o üç yaşlı zeytin ağacını görüp tanıdı okurum…
“Evet, aha orda, o zeytin ağaççıkları!” diyerek aracını durdurdu – ağaçlara kadar arabayla gitmek mümkün değildi zaten, yakın zamanda sürülmüş bir tarla duruyordu önümüzde…
Birkaç dakika yürüdükten sonra o üç yaşlı zeytin ağacına vardık…
Bundan sonra da ağaçların soluna ve kuzeyine doğru o dönem var olan “ohto”yu aramaya başladı okurum – böylece tarlaların içinde yürümeyi sürdürdük, ta ki o, aradığı ohtonun izlerini bulabilsin…
Sonra da zeytin ağaçlarından hangi noktaya kadar yürümüş olduğunu hesaplamaya girişti okurum – ohtonun ortalarına doğru durup, bunun doğru nokta olduğunu söyledi: İşte burası olası gömü yeriydi – düşününce, burasının bir cinayet mahalli olduğu aklıma geldi…
“İşte bu noktada topraktan dışarıya çıkmış bir bot vardı ve adamın üstünde kalın, keçemsi bir kumaştan yapılmış bir pantolonun paçasını da görebiliyordum – bunlar sanki de İkinci Dünya Savaşı esnasında giydikleri giysilere benziyordu – bilirsiniz kalın, yünlü, keçe gibi sert kumaşlardandı…”
“Gördüğün kumaş 1964’ten olamaz” dedim okuruma, “mutlaka 1974’ten olmalıydı… Çünkü yünlü ya da pamuklu olan her şey erir gider ve yok olur… On sene boyunca o şekilde kalamaz yani…” dedim okuruma.
“Öyle mi?” dedi…
“Evet, sade sentetik iplikler içeren, naylon içeren şeyler olduğu gibi kalır… Onlara hiçbir şey olmaz aradan yüzyıllar geçse bile…” dedim. “Hatta naylon çorapların üstündeki desenler bile ilk günkü gibi kalır, toprak altında, bir toplu mezarda onlarca yıl kalsa bile…”
İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun bir “kayıp” şahsın bulunmasına yardımcı olduğumuzda, kimi zaman “kayıp” yakınları, Kayıplar Komitesi’nin laboratuvarındaki “Görüş Günü”ne benim de katılmamı istiyordu… Onlara eşlik ettiğim “Görüş Günleri”nde, bir “kayıp” şahsın üstünden çıkarılmış olanlar da sergileniyordu ve bunlar arasında hiçbir zaman pamuklu ya da yünlü bir şey olmuyordu – sadece naylon içeren şeyler oluyordu… Saatler kalıyordu, kemerler kalıyordu, kilotların lastikleri kalıyordu, gömleklerin düğmeleri ve botlar kalıyordu, naylon çoraplar, ceplerdeki birkaç kuruş bozukluk kalıyordu, deriden ya da plastikten cüzdanlar kalıyordu… Tüm bunlar bize burada sergilenen insan kemiklerinin bir zamanlar canlı kanlı birer insan olduğunu hatırlatıyordu, sigara içtiklerini, işte sigara ağızlığının, işte yüzüğünün, parlak kırmızı altından nişan yüzüğünün de burada olduğunu görüyorduk… Nişan yüzüğü ilk günkü gibi pırıl pırıl parlıyordu, bir “kayıp” şahsın hep üstünde taşıdığı sigara tabakası ya da cebinde taşıdığı tesbihleri de öylece kalıyordu… Ya da Palekitre’de (Balıkesir) öldürülen beş yaşındaki bir çocuğun cebinden çıkan o dönemin plastik oyuncakları kalıyordu geriye, plastik harfler ve plastik sayılar, beş yaşındaki “kayıp” çocuğun cebine tıktığı son şeyler… Ya da Trahoni’de (Demirhan) öldürülmüş bir bebeğin bezinin üstüne geçirilmiş ve kanca iğneyle tutturulmuş naylon kalıyordu, bebeğin ağzındaki plastik yalancı emzik kalıyordu ve tüm ailesiyle birlikte öldürülerek bir toplu mezara gömülmüş bu bebekten bunlar kalıyordu geriye – ailesinden birkaç kişi bu toplu katliam olmazdan birkaç dakika önce geçmekte olan bir araca binip gidebildikleri için hayatta kalmışlardı ve şimdi onlar da bu “Görüş Günü”nde bu emziciğe ve bezin üstüne geçirilen naylona ve kanca iğneye bakıp ağlıyorlardı… Toplu mezarı kazan ve bunları bulan arkeologlar da bundan çok etkileniyordu, kaçınılmaz olarak: Çünkü insandık, insan gibiydik – katiller gibi, bebekleri öldürmeyi maruz görebilen ve bunları mazur göstermeye çalışan ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum müsveddeler gibi değildik, insandık…
Kaç yaşında olursa olsun, hangi etnik kökenden olursa olsun, her bir “kayıp” şahsın üstünden ve gömülmüş olduğu o gizli mezardan çıkarılmış olanlar ayrı bir madada sergileniyordu, sevdikleri bunları görebilsin diye… Bazı “kayıp” yakınları bunları alıp saklıyordu, kimisi çerçeveleyip duvara asıyordu, tıpkı değerli arkadaşımız, “kayıp” yakını Veli Beidoğlu’nun yaptığı gibi – Barclays Bankası’ndaki ofisinden bazı Kıbrıslırumlar tarafından alınıp götürülen ve “kayıp” edilen ve Paralimni yöresinde bir toplu mezardan kalıntıları çıkarılan Veli’nin sevgili babacığı Ertuğrul Beidoğlu’nun kravatı ilk günkü gibi pırıl pırıl duruyordu ve Veli, bu kravatı ve babasının üstünden çıkan diğer eşyacıkları camlayıp çerçeveletmişti… Palekitreli Petros Suppuris’in sevgili anneciği Areti Suppuris’in kulağındaki altın küpeler de çıkmıştı Palekitre’de bazı Kıbrıslıtürkler’in öldürdüğü kadınlar ve çocukların gömüldüğü toplu mezardan… Bu küpelere hiçbir şey olmamıştı – ilk günkü gibi pırıl pırıl, altın “ful” küpelerdi – bu küpeler o günlerde Kıbrıs’ta çok modaydı…
İşte tüm bunlar kalıyordu geriye ve kalbimiz bunlara baktıkça daha da çok sıkışıyordu, daha bir hüzünleniyorduk, hele de ailesiyseniz, o zaman bu tanıdık küpeler, kravatlar, giysiler, ayakkabılar, saatler, cüzdanlar, sizi paramparça ediyordu…
Kufez’le Lefkonuk arasında durduğumuz yerden bazı fotoğraflar çekmiştim – burada bulunan tellerle çevrilmiş, içine genç zeytin ağaçları ekilmiş arazide daha önce bir şey olmadığını anlatıyordu okurum – birileri buraya zeytin ağaçları ekmiş, etrafını da çevirmişti…
Az ileride bir su deposu vardı, yüksekte bir yerdeydi bu depo ve ben bunu nişan olarak marke etmiştim kafamda – bir sonraki gelişimizde bu su deposunu arayacaktım – çünkü uzaktan görünebilecek bir yerdeydi… Okurum, Kayıplar Komitesi’yle veya herhangi bir yetkiliyle bu konularda muhatap olmak istemiyordu – bu yüzden onun yerine Kayıplar Komitesi’ne bu yeri benim göstermem gerekecekti… Böylece Kayıplar Komitesi’nin Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum araştırma görevlilerine işte bu yeri göstermeye gidecektim bir ay kadar sonra… Böylece bu yeri inceleyebilecekler, eğer karar verirlerse burayı kazabileceklerdi…
Okurumla bu yeri gördükten sonra başka bir köydeki evine giderek güneşte oturduk, sevgili eşinin bizim için pişirdiği fırında tavuk, bütün olarak kavrulmuş patates ve güzel bir salatayı yemeye koyulduk… Hava güneşliydi, etrafımız o kadar açıklıktı ki çok uzaklara kadar geniş bir alanı ve boşluğu görebiliyorduk, kuşların ötüşünü dinliyorduk, hafif bir esintinin yakınımızdaki ağaçların yapraklarını hışırdatmasını dinliyorduk…
Okuruma ve eşine bizi konuk ettikleri ve bana olası gömü yerini göstermiş oldukları için teşekkür ettim ve eşimle oradan ayrılıp Lefkoşa’ya döndük – onlara söz verdim, eğer bir gelişme olursa haber verecektim. Çünkü geçmişte herhangi bir yerle ilgili olarak bazen beş, bazen sekiz, bazen on yıl geçiyor ve ancak o zaman bir hareketlenme oluyordu… Bakalım bu olası gömü yeriyle ilgili neler yaşayacaktık…
Aradan bir ay kadar geçtikten sonra Kayıplar Komitesi araştırma görevlileri Hristiana Zenonos ve Halil Sayın’la birlikte Mağusa’ya gittikten ve buradaki işimizi tamamladıktan sonra, işte o zaman Lefkonuk-Kufez arasındaki bu olası gömü yerini onlara göstermeye gittik. Önce Lefkonuk’ta bir başka okurumla buluştuk – o bize mandralar bölgesine yakın bu üç zeytin ağacına nasıl gidebileceğimiz konusunda rehberlik yaptı ve kısa sürede yüksekteki depoyu gördüm, zeytin ağaçlarını bulduk ve olası gömü yerini göstermek üzere araçtan indik…
Buraya son gelişimde toprak kuruydu, tarlalarda bata çıka yürümüştük ama çamur yoktu…
Oysa şimdi yağmur yağmıştı, her yer çamurdu – bu kez çamurlara bata çıka ilerledik – Hristiana ve Halil’e olası gömü yerini gösterdim, okurumun bana anlattıklarını aktardım… Fotoğraf çektiler, koordinat aldılar… Lefkonuk-Kufez arasındaki bu yer hakkında bildiğim her şeyi paylaştım… Şimdi sıra onlardaydı – bu konuda gerekli araştırmalara girişecekler ve Kayıplar Komitesi burasının kazılıp kazılmayacağına, ne zaman kazılacağına karar verecekti…
Buradan ayrılmadan Lefkonuk’tan aldığımız ve bize rehberlik eden okurum başka bir yeri daha işaret etti: Mandraların yanındaki ohtoların yanına da bazı “kayıp” Kıbrıslırumlar’ın gömülmüş olduğu yönünde söylentilerden söz etti… O noktaya gitmemiz mümkün değildi – ortalık çamur deryasıydı… Birkaç günlük güneşten sonra toprak sertleştiği zaman tekrardan bu noktaya gelinerek, bu okurumun sözünü ettiği ohtolar araştırılabilirdi… Okuruma göre 1974’te mandralar bölgesine Türk askerleri konuşlandırılmıştı ve ohtoların yanına bazı “kayıp” Kıbrıslırumlar’ın gömülmüş olduğu anlatılıyordu. Okurum başka bir şey bilmiyordu… Duyduklarını aktarıyordu…
Okurumu Lefkonuk’taki evine bıraktık, birer kahve içip Lefkoşa’ya döndük…
Bu konuda bana yardımcı olan, gömü yerlerini gösteren veya bildiklerini bana aktaran okurlarıma yürekten teşekkür ediyorum…
Kayıplar Komitesi araştırma görevlileri Hristiana Zinonos ve Halil Sayın’a ve Kayıplar Komitesi yetkililerine de bu olası gömü yerlerini göstermemiz için olanak sağlamış oldukları için sonsuz teşekkürler…