1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Mağusalı Terzi Mürüde Hanım’dan terziliği alışan Hrisanti’nin öyküsü... Maraş’tan Melburn’a hatıralar...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Mağusalı Terzi Mürüde Hanım’dan terziliği alışan Hrisanti’nin öyküsü... Maraş’tan Melburn’a hatıralar...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız Konsantinos Emmanuelle’in “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Öyküleri” sayfasından ilginç bir öyküyü okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik: Maraş’tan Melburn’a hatıralar...

Konstantinos Emmanuelle özetle şöyle yazıyor:

***  Hrisanti Haralambus (evlenmeden önceki adıyla Hacıfriksu) 11 Ağustos 1936’da Yalusa’da (şimdiki adı Yeni Erenköy – S.U.) dünyaya gelmişti. Annesi Andriana ve babası Friksos’un sekiz çocuğu vardı – Dimitris, Hristina, Gadina, Lukas, Haralambos, Hrisanti ve Kleo...

***  Hrisanti’nin Kıbrıs’la ilgili en eski hatırası, annesiyle babasıyla birlikte ovalara gitmek, temiz havanın yüzüne vurmasını hissetmek ve pınardan soğuk su içmekti... Sınıfta Kraliçe Viktorya’nın resminin duvarda asılı olduğunu ve köyünde sadece üç tane otomobil olduğunu hatırlıyor... Köydeki anayol asfalt iken, diğer yollar toprak ve buri taşıyla kaplı yollardı. “Hala burnumda taze pastırma kokusu var, köyümüzdeki Ermeniler yapardı bu pastırmayı” diye hatırlıyor...

***  Hrisanti’nin babası Friksos, tarlalarında ekip biçtiklerinden elde ettiği küçük gelirle ailesini doyurmaya çalışıyordu. Sık sık köyden ayrılıp İngiliz İdaresi’nin yol yapımında çalışmaya gidiyordu, birazcık ek gelir elde etmek için. İkinci Dünya Savaşı esnasında Kıbrıs Gönüllü Birliği’ne aynı nedenle katılmıştı, ailesinin hayatta kalabilmesi için daha fazla para kazanmaktı bu...

***  1940 senesinde babası savaşa katılmak üzere adadan ayrıldığında Hrisanti henüz dört yaşındaydı, kızkardeşi Kleo ise henüz 40 günlük bir bebekti... Beş sene sonra babası köye döndüğünde bu yüzden onu tanıyamamıştı. Döndüğü zaman Frkisos, Leymosun’daki Ağrotur üssünde gece bekçisi olarak iş bulmuştu – iki sene de burada kalmıştı, bir kez daha ailesinden uzaktaydı...

***  1946 senesinde Friksos ailesini Yalusa’dan Maraş’a taşımıştı, böylece daha yetişkin olan çocukları cimnasiyuma gidebilecekti ve Ağrotur’a da daha yakın olacaklardı. Başlangıçta Hrisanti, Maraş’ta yaşamayı sevmemişti, kent yaşamını itici buluyordu kozmopolit toplumu ve büyük binalarıyla... “Köyde olduğu gibi serbestçe dolaşamıyorduk” diye hatırlıyor... “Ancak biraz daha büyüdükten sonra orayı sevmeye başlayacaktım...”

***  12 yaşına gelince, Hrisanti Mağusa’da hayatını sürdüren bir Kıbrıslıtürk terziden terzilik öğrenmek üzere ders almaya gönderilmişti... “Çok iyi bir insandı” diye hatırlıyor... “Bana çok şey öğretti, nasıl ölçü alacağımı, nasıl patron çıkaracağımı ve nihayetinde nasıl dikiş dikeceğimi öğretmişti... Ona para ödeyip ödemediğimizi hatırlamıyorum. Sanırım adı Mürüde idi ya da ona benzer bir isimdi... Çok uzun zaman önceydi bu...”

***  Hrisanti 20 yaşına geldiğinde, genç bir terzi olan Sotiris Haralambus’la tanıştırılmış. Sotiris, 13 Aralık 1933’te Aysergi köyünde dünyaya gelmiş (şimdiki adı Yeni Boğaziçi – S.U.) Taş bir evde annesi Hristina, babası Humbi ve üç kızkardeşi Maria, Hristalla ve Yorgulla’yla birlikte yaşıyormuş. Babası küçük yaşta öksüz kaldığı için okuma-yazma da bilmiyormuş, hiçbir zaman bir meslek de öğrenemiş... Yalnızca tarlalarda hendek kazarak, toprak sahiplerinin yanında emeğine karşılık birkaç kuruş kazanmak üzere ekip biçerek işçi/emekçi olarak çalışmaktaymış...

***  Sotiris, Kıbrıs’ın bir Britanya sömürgesi olması hasebiyle bölgedeki diğer ülkelere kıyasla daha hızlı ilerleyebildiğine inanıyor. “Yunanistan’dan önce bizde televizyon vardı” diye övünüyor... Kıbrıslıtürkler’le ilişkilerine gelince, sesi heyecanla yükseliyor: “Çok iyi geçinirdik” diye bağırıyor... “Aramızda ayrı-gayrı yoktu, kesinlikle düşmanlık yoktu... Rumca konuşuyorlardı ve hatta bazıları da Pazar günleri bizim kilisemize geliyordu. Bizim papazın bu konudan haberi bile yoktu... Size başka bir şey daha anlatayım. Kıbrıs’ta bazı Türk köyleri vardı ki buralarda tüm köylüler yalnızca Rumca konuşuyorlardı. Hiç Türkçe bilmiyorlardı...”

***  Gençliğinin Kıbrısı’na gelince Sotiris çok heyecanlanıyor ve tutkuyla hatırlıyor Kıbrıs’ı... “O zamanlar ne kadar fakirlik olursa olsun, insanlar daha fazla müteşekkirdi... Daha saygılıydı, daha hoştu... Buna inanıyorum... Bunun gerçek olduğunu biliyorum... Bugün artık göremeyeceğiniz şekilde gelenek ve göreneklerimize bağlıydık. Örneğin o günlerde eğer bir adam bir kadından ya da bir kadın bir adamdan hoşlanırsa önce nişanlanıp bir süre vakit geçirmeleri gerekirdi. Bu ciddi bir olaydı. Bir anlaşma imzalıyorlardı, ailelerinin önünde ve papazın önünde, bir kontrattı bu. Eğer sözünüzde durmazsanız, mahkemeye veriliyordunuz...”

***  Sotiris, Maraş’a bir meslek öüğrenmeye gitmişti, o da terzilikti. Henüz 13 yaşındaydı ve Vaftiz Babası Yakovos Stavru’nun gözetiminde olacaktı bu. Vaftiz babasının bir terzihanesi vardı... Aynı zamanda bir de “bahçe dükkanı” vardı buna bitişik ve gelenler daha çok İngiliz müşterilerdi bu “bahçe dükkanı”na, aniden takım elbise diktirmeye karar veriyorlardı bunlar...

***  1954 yılında Sotiris, Artemis Laudaris adlı arkadaşıyla ortaklaşa bir terzihane açacaktı. Artemis daha sonra İngiltere’ye gidince, Sotiris arkadaşının payını da satın alıp dükkanın tek sahibi olacaktı.

***  Genç bir insan olarak Sotiris Kıbrıs’ın pek çok yerini ziyaret edecekti. Arkadaşı Hristakis bir motosiklet kiralayacak ve birlikte Bellapais ve Trodoslar’a gidecekler, taa Poli Hirsofu’ya kadar gideceklerdi... “Hiç duymadığımız yerlere gidiyorduk.... Şahane bir dönemdi. Eğer çok fazla seyahat etmişsek ve eğer aynı gün geri dönemeyeceksek o zaman geceleyin birceez manastırda yatıp uyuyorduk...” Kıbrıs’ın bir ada olmasına karşın, farklı yerlerdeki Kıbrıslılar arasında çok büyük farklar olduğu dikkatini çekmişti Sotiris’in... “Aksanları farklıydı, kullandıkları sözcükler farklıydı, hatta zaman zaman yedikleri şeyler ve gelenekleri de farklıydı...”

***  Bir gün Sotiris’in Andreas adlı bir arkadaşı, nişanlısının Hrisanti adlı çok hoş bir genç kız tanıdığını, onun için Hrisanti’nin uygun bir eş olabileceğini söyledi kendisine. Hrisanti’yi Yalusa’dan tanıyan Andreas’ın nişanlısı da aynı anda Hrisanti’ye evlilik namzeti olarak Sotiris’ten söz ediyordu. Sene 1956 idi...

***  Tamamen tesadüf eseri Hrisanti’nin kızkardeşi Kleo da Sotiris’le tanışmıştı zaten... Bir Ermeni fotoğraf stüdyosunda çalışıyordu Kleo ve Sotoris de sık sık orayı ziyaret ediyor ve yıkanması için çektiği fotoğrafların filmlerini getiriyordu. “Kızkardeşim Kleo’dean beni onun terzihanesine götürmesini istemiştim, böylece ona bir göz atabilecektim” diyor Hrisanti. “Oraya gittiğimizde traşsız bir adam gördüm, motora biniyordu, arkasına büyük bir karpuz bağlanmıştı. İtiraf etmeliyim ki ilk izlenimim iyi değildi, gördüklerimden hoşlanmamıştım, biraz titizdim, özel birisini istiyordum ben...”

***  Sotiris bunu duyunca gülüyor... “Ancak evine giyinmiş kuşanmış vaziyette annemle birlikte geldiğimde ne düşündün?” diyor. Hrisanti ise “Eh, o zaman iyi göründüğünü düşündüydüm” diyor. Her ikisi de gülüyor...

***  Bir kez Hrisanti ve Sotiris nişan olunca, bir çift olarak birlikte zaman geçirmelerine izin verilmişti... “O günlerde önce nişan oluyordunuz ve sonra da evleniyordunuz. Bundan geri dönüş yoktu, ne olursa olsun! O zamanlar durum böyleydi... Tamamen fiziksel çekime ve birbiriniz hakkında duyduklarınıza dayanarak evleniyordunuz. O kadar... Hakkınızda söylenenler çok önemliydi...”

***  Bu noktada Sotiris bir “eşleştirme” geleneğinden söz ediyor, bu yalnızca Mağusa dışındaki Derinya’da varmış... “Her Paska dönemi, köyün gençleri köy meydanında toplanıyormuş – yolun bir tarafına oğlanlar, diğer tarafına kızlar oturuyormuş. Eğer bir oğlan belli bir kızdan hoşlanmışsa, köy kahvesinin garsonuyla kıza bir tabak Türk lokumu gönderiyordu. Kız bu hediyeyi kabul ederse, o da oğlandan hoşlandı demekti. Eğer hediyeyi kabul etmezse, oğlan bir başka kızla şansını deniyordu. Her halukarda, yine de lokumun parasını ödemek zorundaydı...” Bir kez daha bu “eşleştirme” ritüeli, fiziksel görünüşe bağlıydı çünkü oğlanlarla kızların birbirine konuşmaması gerekiyordu...

***  Hrisanti ile Sotiris’in evlenecekleri gün ne yazık ki bir aile trajedisi yaşanacaktı. Hrisanti’nin küçük kızkardeşi Kleo’ya işe gitmekte olan ve sürat yapan bir İngiliz askeri cipi çarpıp onun ölümüne yol açacaktı. Sotiris’e göre İngiliz cipi belki de bir tuzaktan kurtulmak için hızlanmıştı çünkü o günlerde EOKA üyeleri tarlalarda saklanıp geçen İngiliz askeri ciplerine el bombası atıyorlardı...

***  Hrisanti o günü iyi hatırlıyor... “Aziz Andreas günüydü, 13 Kasım’dı tarih. O gün kızkardeşim sabahleyin bir mum yakmak üzere kiliseye gitmişti, sonra da bisikletiyle işe gidecekti. Anayolda bir viraja geldiğinde aniden cip ortaya çıkmıştı... Cip bisikletin arka lastiğine o kadar büyük bir süratle çarpmıştı ki Kleo fırlayıp başını bir ağaca çarpmıştı. Aceleyle hastaneye kaldırılsa da birkaç saat sonra ölmüştü... Cip hiç durmamıştı, hiçbir soruşturma yapılmamış, hiçbir tazminat ödenmemiş, İngilizler bu kazadaki vur kaç için özür bile dilememişlerdi. Hiçbirşey olmamıştı!”

***  Sotiris, İngilizler’in bir Kıbrıslı kızı öldürdüklerini itiraf etmek istemeyeceklerine inanıyor: Özellikle o karmaşanın ve etnik çatışmanın olduğu günlerde... Kleo bu talihsiz dönemin ve “Kıbrıs sorunu”nun bir diğer masum kurbanı olmuştu böylece...

***  “Kızkardeşim Kleo’ya aşık olan Kostaki adlı genç bir oğlan vardı” diyor Hrisanti... “Kaza olunca hastanede yanına koşmuştu. Onu kaybedince kalbi kırılmıştı. Kesinlikle onunla evlenmeyi düşünüyordu. Onu kilisede mum yakarken ve kazanın olduğu gece bir mucize olsun diye dua ederken görmüştüm... Hepimiz için çok korkunç bir dönemdi...”

***  Anlaşılacağı üzere Hrisanti ve Sotiris’in düğünleri, yas nedeniyle ertelenmişti. Nihayetinde 18 Şubat 1959’da evleneceklerdi. Dokuz ay sonra ilk evlatları Haralambos (Harry), 1965 yılında ise kızları Andrea dünyaya gelecekti. Sonra 1975 yılında oğluları Friksos dünyaya gelecekti. “Üç çocuğum oldu” diyor Hrisanti...

***  Ağustos 1974’te Sotiris ve Hrisanti, 40 bin kadar Maraşlı’yla birlikte Türk işgalinin ikinci dalgası sonrasında Maraş’ı boşaltmak zorunda kalacaklardı... “Sonuçta İskele’ye ve daha sonra da Leymosun’a gittik, yalnızca sırtımızdaki giysilerimiz vardı” diyor Hrisanti. “Başlangıçta evlerimize döneceğimizi çünkü dünyanın Türkiye’nin kalmasına izin vermeyeceğine inanmaktaydık. Ben evimi temizlemiştim baştan aşağı ve tüm kapıları ve pencereleri kilitlemiştim. Çünkü kısa bir süreliğine Maraş’tan ayrılacağımızı ve birkaç hafta sonra geri döneceğimizi zannediyordum. Bir bavul dolusu fotoğrafım vardı; bir ev dolusu eşyamız vardı... Herşey yitip gitti şimdi...” diyor...

***  Sotiris de geceden sabaha terzilik işini kaybetmişti... “Üst sınıftan müşterilere takım elbise dikmekten, göçmenlerin giysilerine yama vurup bunları tamir etmeye kadar düşmüştüm” diye anlatıyor... Darbe dönemi ve onu izleyen Türk işgali esnasında Hrisanti’nin en büyük oğlu Harry, Lefkoşa’daki İngiliz Okulu’nda öğrenim görmekteydi. Çok şükür burnu kanamadan kurtulmuş ve ailesi tarafından derhal öğrenimini devam ettirmesi ve bölünmüş bir Kıbrıs’ta kalıp travmaları yaşamaması için derhal Londra’ya gönderilmişti...

***  1976 yılında Sotiris ve Hrisanti aileleriyle birlikte Kıbrıs’tan ayrılıp Avustralya’ya gidip orada yaşamaya karar vermişlerdi. Hrisanti’nin abisi Dimitri 1950’li yıllarda Melburn’a göç etmişti ve orada yaşıyordu zaten. Kısa bir süre içerisinde yeni ülkelerine yerleşmişlerdi, Sotiris terzi olarak iş bulmuştu “Dressbon” adlı küçük bir İtalyan moda şirketinde... Düşük ücreti onu düşkırıklığına uğratmış ve iki sene sonra Stafford Ellison adlı daha büyük bir erkek giyim şirketinde çalışmaya gitmişti – bu şirket Melburn’un kalbinde, Swanson Sokağı’ndaydı. Nihayetinde Stafford Grubu’nun Preston şubesinde Sotiris ve eşi yanyana çalışacaktı...

***  Sotiris ve Hrisanti, zor zamanlarda birbirine dayanarak birbirine destek olan, çok büyük zorluklarla karşılaşan, kişisel kayıpları olan ve trajedilerden geçen tipik bir Kıbrıslı çiftin önde gelen bir örneğidirler. Pek çok bakımdan onların kuşağında tanık olduğum hiç şaşmayan bir Kıbrıslı ruhunu simgeliyorlar... Dayanıklılıkları ve parçalarını toplama yetenekleri, hayatlarını sade biçimde devam ettirmeleri, hayatta kalmalarının en önemli kanıtıdır... Bu hayat öyküsünde annesiyle babasının zaman zaman unutkanlıkları nedeniyle açık olmayan bazı noktaları açıklığa kavuşturmama yardım ettiği için kızları Andrea’ya çok teşekkür ediyorum...

s1-352.jpg

s2-313.jpg

s3-160.jpg

 

(TALES OF CYPRUS’tan Konstantinos Emmanuelle’in öyküsünü derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 

 

Bu yazı toplam 1916 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar