1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Makineli tüfeklerle tehdit edilmiştik…” – 4 -
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Makineli tüfeklerle tehdit edilmiştik…” – 4 -

A+A-

BM Barış Gücü’nde İsveç’ten genç bir asker olarak 1965 yılında Kıbrıs’ta bulunan Erik O. Sjödin, hatırladıklarını kaleme aldı

 

e2-055.jpg

Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde İsveç’ten genç bir asker olarak 1965 yılında Kıbrıs’ta bulunan Erik O. Sjödin, ricamız üzerine hatırladıklarını kaleme aldı, daha önce kaleme aldığı bazı hatıralarını da İsveççe’den İngilizce’ye çevirerek bize gönderdi… Biz de ona içten teşekkürlerimizle, onun değerli hatıralarını Türkçeleştirerek, okularımızla paylaşmaya çalışacağız…Erik O. Sjödin’in bizimle yazışmalarını ve bize göndermiş olduğu hatıralarını içeren iki makaleyi derleyip Türkçeleştirdik. Erik O. Sjödin  devamla şöyle yazıyor:

“Makineli tüfeklerle tehdit edilmiştik…

Üç harika yaz ayı boyunca, Komikebir’deki hizmetlerim süresince görevlerimden birisi de ekibimizin müzakerecisi olan Hudiksvall’li subayımız Östen Andersson’u, adanın kuzeyine götürmekti.

Ben ilkokulun son iki senesinde İngilizce öğrenmiştim ve Kıbrıs’ta bulunduğum süre bana bu dille ilgili bilgimi artırıp geliştirmek için harika olanaklar sunuyordu.

Subayımız Andersso çok iyi ve kibar bir insandı… Öteki bazı komutanlar gibi sert ve prensipli birisi değildi. Çok iyi kalpli ve anlayışlı bir insandı…

Müzakerecilik misyonundaki yetenekleri somuttu ve sağlamdı, hem Kıbrıslıtürkler, hem de Kıbrıslırumlar onu büyük bir takdirle karşılamaktaydı…

Küçük köylere ziyaretlerimizde, biz araç sürücülerine eğer çevrede başka asker yoksa, yerimizden fırlayıp ille de ona kapı açmamız gerekmediğini söylemekteydi. Bu, öylesi bir anlaşmaydı ki bizim pozitif tavrımıza katkıda bulunmaktaydı. Sürdüğümüz cipin ne kadar sürat yapabileceğini denemek maksadıyla hız limitini aştığımız bazı zamanlarda da bizleri protesto etmiyordu.

Ben kendimce bir teknik geliştirmiştim ki köy yollarındaki virajlarda mümkün olduğunca hızlı gidebiliyordum… Öncelikle virajların ötesindeki telefon direklerine bakıyordum, böylece ne kadar süratli gidebileceğim hakkında bir yargıya varabiliyordum… Kendi icat ettiğim bu teknik hakkında konuşmuyordum ancak bazı askerler benimle gelmeyi reddediyordu çünkü virajlara aşırı süratli girmemden korkuyorlardı…

Öte yandan subayımız Andersson’un sanki de bu sürat hoşuna gidiyordu ve son sürat virajlara girerken sıkıca tutunuyordu ancak hiçbir zaman benim sürüşümle ilgili herhangi bir yorum yapmamıştı…

Çeşitli küçük köylerde çeşitli kereler köydeki hem Kıbrıslırum, hem de Kıbrıslıtürk taraflarında bulunan seçilmiş şahıs olan “Muhtar”la müzakereler ardından, bazı ailelerle yemek yemeye davet ediliyorduk. Bu Kıbrıslırum evlerine girerek gündelik yaşama bu kadar yakın olmak harika bir şeydi… Gösterdikleri misafirperverlik çok güzeldi ve ben kırık dökük İngilizcemle, bize sunulan yemekleri öğrenmeye çalışıyordum… Aynı zamanda elde sarılmış eğri büğrü ama çok özel bir tadı olan tütünden özel sigaralar da sunuyorlardı bize…

Eğer köylerde toplantılar ve müzakereler için seyahat etmeyeceksek, o zaman yakınlardaki Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk mevzilerini izlemeye koyuluyorduk… Burada da BM’nin misyonu, adadaki tarafların asker sayısını takip etmekti…

Subayımız Andersson’un bir dürbünü vardı ve dağlarda herhangi bir mevziye yaklaştığımızda bunu çıkarıyordu…

Günlerden bir gün Kıbrıs’ın kuzey tarafında böylesi bir takip devriyesindeyken, heyecanın dozu aniden artacaktı… Güzel liman kenti Girne’nin birkaç mil kadar doğusuna gitmekteydik… Akdeniz güneşi ortalığı yakıp kavırıyordu, bütün sabah boyunca aracımızla seyahat etmiştik ve en nihayet adanın kuzeyine yaklaşmaktaydık… Öğle yemeğimizi yedikten sonra, serinlemek maksadıyla denize bir dalıp çıkmayı önerdik. Ancak bizler yemek yemek için durmadan önce, yakınlarımızda bir tepede, dinleneceğimiz yerden 300-400 metre kadar uzaklıktaki bir tepede bir Kıbrıslırum mevzisini görmüştü subayımız Andersson. Cipte ayağa kalkarak dürbünüyle oraya doğru bakmış ve orada yaklaşık on kadar askerin bulunduğunu söylemişti, böylece bunu not etmiştik dikkatli biçimde.

Ben oldukça meraklı bir fotoğrafçıydım ve her zaman yanımda Yashica marka küçük ekranlı kameramı taşımaktaydım. Bunu Kıbrıs’a gelişimden hemen önce yenile almıştım ve bunu her zaman sürdüğüm araçlarda yanımda götürüyordum. Bu kez de kaldığımız yerlerden çok güzel fotoğraflar çekmiştim ve tozlu yollardan yükselen tozdan kameramı korumak maksadıyla, kameramı torpido gözüne koymuştum.

Yanımızda getirdiğimiz sandviçlerimizi çabucak yemiştik ve sonra da serinlemek maksadıyla sahile inmiştik. Denizin içinde kayalar vardı ve bunlar taa içlere kadar uzanıyordu, böylece bunları aşmak kolay değildi ancak kısa süre sonra kendimizi tuzlu sularda yüzerken bulmuştuk… Tekrar hareket etmek üzereydik, yani çok kısa bir süre yüzmüştük… Denizden çıktığımızda bir de baktık ki on kadar Kıbrıslırum tam teçhizat, taşınabilir otomatik tüfekleriyle bulundukları tepedeki mevziden koşarak bizim dinlendiğimiz noktaya doğru gelmekteydiler…

Bu duruma biraz şaşırmıştık ve bu grubun başının silahı havada subayımız Andersson’un protestolarına karşın bağırıp çağırmalarını izlemekteydik… Bu arada diğer askerler de önümüzdeki kumlarda gruplaşmaktaydılar… Ve ellerindeki bazı yarı otomatik tüfekler, ürkütücü biçimde bize doğrultulmuştu… Subayımız, Kıbrıslırum askerlerin grup liderine İngilizce olarak aradıklarının ne olduğunu soruyordu ancak grup lideri İngilizce bilmiyordu ki Rumca olarak öfkeli yanıtlar veriyordu… Cipi karıştırıyordu ve torpido gözünü açınca da benim Yaschika kameramı görmüştü! Böylece bu kamerayı kaparak birkaç adım geriye doğru fırlıyordu… Kameranın arkasını açarak içindeki film rulosunu çekiştirmeye başladığında ben de öfkelenmiştim ve fırlayıp kameramı elinden kopararak almıştım… Çevremizdeki otomatik silahların bize doğrultulduğunu da duyuyordum bu arada…

Subayımız Andersson yeterince diplomasi bilgisine sahipti ki benden, film rulosunu Kıbrıslırumlar’ın grup liderine vermemi istemişti, ben de istemeye istemeye film rulosunu ona vermiştim…

Film rulosunu alınca tüm bu gösterişli çete derhal kendi tepelerine ve kendi mevzilerine doğru yollanıyorlardı!

Komikebir’deki kampımıza dönerken, bu “saldırı”nın nedenini konuşuyorduk… Subayımız Andersson, bu durumu tabur yetkilerine rapor edeceğini, belki onların daha ileri bir harekette bulunacağını söyleyince, ben de kendime sakinleşmek için izin veriyordum… Ancak içim içimi yiyordu çünkü benim çekmiş olduğum o şahane resimler, şimdi hiç de güvenli olmayan bir ortamda, hiç tanımadığımız bazı Kıbrıslırumlar’ın elindeydi…

Birkaç gün sonra bana diplomatik yolların iyi çalıştığı bilgisi verilecekti – ben ve subayımız Andersson, Trikomo’daki Milli Muhafız Ordusu merkezine davet edilmiştik, burada bana film rulomu vermeleri bekleniyordu – o film rulosu ki o günkü grup lideri, çok kötü biçimde ellemişti…

Milli Muhafız’ın merkezinde çok uzun süre geçirmedik… Aşırı süslü bir üniforma içerisindeki bir asker kibar biçimde bizi karşıladı, kibar bir sohbetten sonra askerler adına özür diledi ve film kasetimi gayet iyi durumda bana iade etti… Daha sonra bu film yıkanmaya gittiğinde, herhangi bir zarar verilmemiş olduğu ortaya çıkacaktı – her şey normaldi ve böylesi bir deneyimle, zenginleşmiş oluyorduk!

Daha sonraları bu olay analiz edildiği zaman, o mevzideki sözkonusu Kıbrıslırumlar’ın yanlış bir algılama yüzünden ani bir müdahalede bulundukları ortaya çıkacaktı… Parlak güneşte yansıyan lensin yansımalarını görünce, tüm kurallar çiğnenerek kendilerinin mevzisinin fotoğrafının çekildiğini sanmışlardı… Aslında görmüş oldukları şey, subayımız Andersson’un dürbününün yansımasıydı…


 

BİR KİTAP…

 

‘Ayvali’ romanının çizeri Soloup:
“Kitabım önyargılarla mücadele ediyor…”

kk-101.jpg

Figen Yanık

Midilli’den her perşembe sabahı feribota atlayıp karşı kıyıya, Ayvalık’a pazar alışverişine gelen Yunan komşularımızın rahatlığına bakılırsa Ege’nin iki yakası arasındaki dostluk bağları çok sağlam. Aynı şekilde Midilli’de de lokantalarda Türkçe yazan mönüler olduğu gibi yine Türkçe satılık ev ilanlarına rastlıyorsunuz. Bugün manzara böylesine olumlu da olsa 1923’te Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan, 2 milyon kişiyi evinden, toprağından eden mübadele gerçeği de unutulmuş değil.

Gelenlerin ve gidenlerin anısına, 93 yıl sonra o döneme tanıklık eden bir kitap da bizi yeniden geçmişle yüzleştiriyor. Akademisyen ve çizer Soloup’un birkaç ay önce Türkçeye de çevrilen “Ayvali-Ayvalık” adlı çizgi romanı, dört Ayvalık doğumlu yazarın rehberliğinde mübadele dönemini farklı açılardan yansıtıyor. Kitapta, üç Yunan ve bir Türk yazar, Fotis Kondoğlu, İlias Venezis, Agapi Venezi-Molivyati ve Ahmet Yorulmaz’ın tanıklıklarına yer veriliyor. Yunan çizer-yazar Soloup, kitabıyla Yunanistan’da 2015’te “En İyi Çizgi Roman” ile “En İyi Senaryo” ödüllerini aldı.

Ege’nin iki yakası arasında bundan 93 yıl önce evlerini, topraklarını bırakıp gitmek zorunda bırakılan mübadillerin anısına hazırlanan “Ayvali”nin çizer ve anlatıcısı Soloup ‘’Bizi ayıran her neyse yeniden bir araya getirebilir’’ diyor.

‘Yolculuk bir kitapla başladı’

***  Soloup gerçek adınız mı?

Hayır, bu benim takma adım. Atina Panteion Üniversitesi’ndeki öğrencilik günlerimden bu yana çizgilerimde bu imzayı kullanıyorum. Çıkış noktam arkadaşlarla başlattığımız isimleri, sözcükleri ters yazma oyunuydu. Bu teknikle Soloup çıktı ortaya. Beğendim ve kullanmaya başladım. Hayatta yapmak istediğinle uyuşan bir isim seçmek gerçekten ilginç bir süreç.

***  Nobelli yazarımız Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanı ‘Bir kitap okudum hayatım değişti’ diye başlar. Siz de “Beş yıl önce Midilli’den Ayvalık’a bir feribot bileti aldım, bu kitap çıktı ortaya” diyor musunuz?

Bir açıdan evet. Fakat kitabımın çıkış noktası feribot bileti değil, Pamuk’un söylediği gibi bir kitaptı. Bu yolculukta okumak üzere yanıma Fotis Kontoglou’nun “Yurdum Ayvalık” kitabını almıştım.

Ayvalık’a ilk kez, çizgi roman hazırlamaya karar vermeden iki yıl önce, eşim ve kızımla gelmiştim. Bodrum’dan Çanakkale’ye kadar harika bir yolculuk yaptık. Dedeağaç’tan Yunanistan’da döndük. İşte bu gezide dedelerimin doğduğu toprakları görme fırsatım oldu.

***  Ege’nin bu tarafıyla bağlarınız var. Ailenizden kimler, nereden karşı kıyılara göç etmiş?

Tüm aile büyüklerim Anadolu’da doğmuş. Dedem Angelos, Bayındır’dan. Annemin babası Çeşme’den. Her iki büyükannem de İzmir göçmeni.  

‘Babaannem cesetlerle yüzmüş’

***  Çocukluğunuzda geçmişe dair epey hatıra dinlemiş olmalısınız. Aklınızda neler kaldı?

En fazla öyküyü babaannem Maria’dan dinledim. İzmir yanarken rıhtımdaymış. 22 yaşındaymış. Bazı Türk çetelerinin tecavüzüne uğramamak için boğulma tehlikesini göze alıp kendisini denize atmış. Cesetlerin arasından yüzüp açılmış, bir Amerikan gemisince kurtarılmış.

Çizgi romanı hazırlarken bazı fotoğrafları çekmek için dört kez Ayvalık’a geldim. Bu fotoğraflar Ayvali’nin ilk ve son bölümündeki çizimlere kaynak oldu. Bu geziler yalnız ve hüzünlüydü. Çünkü her seferinde öykünün izinden gidiyordum. Ayvalık’ta yaşayan Türklerle ancak kitabın Yunanca ilk baskısı yayımlandıktan sonra tanıştım, aralarından dostlarım oldu.

***  Anılarından yararlandığınız ve size kitap için rehberlik eden yazarların hiçbiri artık hayatta değil. Türk okurlar arasında onları tanıyanların sayısı azdır. Yunanistan’da bilinen isimler mi?

Evet, Venezis ve Kondoğlu, Yunanistan’da çok iyi tanınıyor. Fakat Yunan okurlarım Ahmet Yorulmaz’ı tanımıyordu. Pek çoğu bu Türk yazarı benim kitabımla tanıdı. Sanırım bu çizgi romanın faydalarından biri de Yunanların Türkler hakkında bir şeyler öğrenmesini sağlamak olacak. Tam tersi de geçerli…

***  Yunanistan’da mübadelenin izleri kendini ne şekilde gösteriyor? Gençler bu dönemi, yaşananları merak ediyor mu?

Pek çok Yunan, belki nüfusun yüzde 40’ının en azından bir aile büyüğü Anadolu kökenli. Dolayısıyla bu Yunanlar için hassas bir konu. Özellikle de yaşlılar için. Dördüncü kuşak mübadelenin gerçek etkilerinden habersiz. Her iki tarafta da Yunanlar ve Türkler aynı önyargıyı paylaşıyor: Karşıdakini şeytan gibi görüyor. Kitabım bu önyargılarla da mücadele ediyor.

‘Ayvali galerilerde sergileniyor’

***  Kitap Yunanistan’da nasıl karşılandı?

Şu ana kadar okurlardan, çizgi roman meraklılarından hep olumlu tepkiler geldi. Bununla birlikte tarihçi, dilbilimci, eğitimci, akademisyen, üniversiteler, kitaplıklar, sanat müzelerinden de benzer tepkiler aldım. Atina’daki Benaki Müzesi’nde düzenlenen sergiden bu yana “Ayvali”, Yunanistan’ın dört bir yanındaki galeriler arasında seyahatte.

Kuşkusuz Yunanistan’da da bazı olumsuz tepkiler aldım. Özellikle kitabın Türk yanlısı olduğunu düşünen Yunan milliyetçilerinden. Muhtemelen kitap Türkiye’de de benzer tepkiler aldı. Şunu hepimiz biliyoruz ki, çok uzun yıllardır Türkiye ve Yunanistan birbiri hakkında önyargılara sahip. Bunun sonucunda günümüzde pek çok Türk, Yunanlara kuşkuyla yaklaşıyor. Tam tersi de söz konusu. Hayır, sanırım “Ayvali” gibi dostluk, ulusların savaşta zedelenen onurlarından bahseden bir kitabın bir tarafa daha yakın olduğunu söylemek haksızlık. Bu görüşe katılmıyorum. Çünkü şuna inanıyorum ki tango yapmak için bile iki kişi olmak gerekir. Yani dostluk şarttır.

Dikkat ettiyseniz çizgi romanda Kontoğlu, Venezis, Molivyati, Yorulmaz gibi yazarların eserleri kullanıldı. Ayvalık’ta mübadele üzerine kitap yazan başka yazar var mı? Ben başka yazar bilmiyorum. Bununla birlikte Yunanca bulabildiğim tek kitap Ahmet Yorulmaz’ınkiydi. Fakat tüm kaynaklarımın Ahmet Yorulmaz’ın eserleri olduğunu düşünmeyin. Elimden geldiğince geniş Türkçe kaynak taraması yaptım. Şerafettin Mağmumi, Feride Çiçekoğlu, İrfan Orga, Fethiye Çetin, Saba Altınsay gibi yazarları Yunanca ya da İngilizce tercümelerinden okudum. Tüm bunlardan sonra kitabın son bölümünde Yunan anlatıcının sözlerindeki önem, İzmirli bir Türk vatandaşının sözleriyle eşit oranda veriliyor. Tüm bunların ötesinde her iki tarafı incelerken konuya önyargısız baktım. Fotis Kontoğlu’nun öyküsü savaş öncesinde Türk ve Yunanlar arasındaki barışçıl yaşamı yansıtıyor. İlias Venezis’in öyküsü Yunan tezlerini aktarıyor. Ahmet Yorulmaz’ın öyküsü Türklerin bakış açısını iletiyor. Ve nihayet ‘Agapi- Zehra’ bölümünün ortasında olumlu karakterler yer alıyor: Yunan genç kız ve Türk subayı. Buradaki ana tema iki taraf arasındaki dostluk ve insan onuru.

Göçmenlerin yüzündeki acı…

***  O dönemin günlük hayatını birebir çizgilerle aktarmak için görsel kaynak, fotoğraf bulmak kolay oldu mu?

Pek zor olmadı. Fakat doğruluğu koruyarak bir iş yapmak istiyorsanız tarihi kaynaklara dayanmak zorundasınız. Kütüphanelerin arşivlerine bakmak, eski fotoğraf ve posta kartları toplamak, eski gazeteleri okumak, tarihi metinleri okumak, albümleri taramak ve kuşkusuz Google başında saatler geçirmek, silah, eski gemi, giysi, askeri üniformaları incelemek  zorundasınız.

***  Ege Denizi son yıllarda yeni bir insanlık dramına tanıklık ediyor. Göçmenlerin yaşadıklarını izlerken 1923 ile 2016 arasında benzerlik görüyor musunuz?

Benzerlikler ve farklılıklar var. 1922-24 arasında pek çok kişi yurdundan sürüldü. Aynı din ve bir ulustan kişilerle bir arada yaşamaya zorlandı. Şimdilerde göçmenler savaş meydanları, savaş riskleriyle karşılaşmadan daha iyi bir hayat için Avrupa’daki ülkelere gidiyor. Fakat tüm isimsiz göçmenin yüzünde acıyı, savaşın neden olduğu büyük insani krizi, ekonomik çıkarları, diplomatik tartışmaları ve insan ruhunu bulabilirsiniz. Yabancı bir ülkede sığınmacı olmak, hiçbir hakka sahip olmayan ruhlar gibi dolaşmak demektir.

Ne yazık ki sanat ve edebiyat sadece sorunların altını çizer, onları çözemez. “Ayvali”daki ana mesajım politikacılara, diplomatlara değil, sizin, benim gibi sıradan kişilere… Bizim de halk olarak sorumluluklarımız var.

Bizi ne ayırdıysa, aynı şekilde bir araya getirebilir. Göçmenlerimizin, mübadeleye tabi tutulan atalarımızın yaşadığı acılar önemli. Bununla birlikte bizler, Lozan’ın torunları, geleceğe daha fazla karşılıklı anlayışla bakabiliriz. Hayat dostlarla güzel.

(KÜLTÜR SERVİSİ – Figen YANIK – 2016)

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2369 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar