1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Maraş, bir poşet toprak ve acı…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Maraş, bir poşet toprak ve acı…”

A+A-

MARAŞ’TAN HATIRALAR… - 7 –

Serkan SOYALAN

Maraş (Varosha)’a uzunca yılların ardından, ilk girişimdi. Büyük bir tereddüt, kafamda yığınla soru ile giriş yaptım Maraş’ın ziyaretçilerini ağırlamak için kurulan kapısından.

Biraz da zoraki girdiğim Maraş’a adım atar atmaz başladı içimde huzursuzluğum. Her adımda daha da derinleşti acılarım, yürek sızım.

Yıllar sonra, daha bir olgunlaşmış, daha katmerlenmiş duygularımla ziyarete açılan sokakları adımlarken, bir kez daha ağız dolusu lanetler yağdırdım savaşlara.

1974 Savaşı’nın ardından, sakinleri burayı terk etmek zorunda kalmış ve buranın yönetimi Türk yönetiminde kalmıştı. Buranın sakinleri buradan ayrılıp da daha güvenli bir yere giderken, savaşın sonlanmasıyla yeniden yuvalarına, iş yerlerine dönüş yapacaklarını kuruyorlardı kafalarında.

Türk uçakları üzerlerinde uçarken, hepsinin içinde “Sağ salim bir yere geçelim, bu savaşı bitirelim, sonrasında yeniden evimize döneriz” düşüncesi vardı. O yüzden birkaç eşya alıp, kapılarını çekip, anahtarlarını alıp düşmüşlerdi, kısa bir ayrılık için yola.

Hele turistler. Varoşa’da yaz tatilini geçirmek için gelen, yabancılar. Kafalarında ne umutlarla gelmişlerdi Akdeniz’in bu küçü(cü)k adasının, bu turist beldesine. Deniz, kum, eğlence ve yaz aşkları vardı belleklerinde. Buradan ayrılırken, hayatlarında hatırlayacakları ve içlerini kıpırdatan anıları olacaktı.

s2-164.jpg

Ama öyle olmadı! Ne turistler için, ne de yerliler için.

Gidenler bir daha dönemedi, gelenler de uzunca bir süre gidemedi.

Bir daha çocuk sesi yükselmedi o sokaklarda, notalar enstrümanlara dizilmedi, sustu şarkıları eğlence mekânlarının, buluşamadı dudaklar ve tenler otellerin o giz odalarında, pencere önlerinde dalıp gidilmedi uzaklara Akdeniz’e nazır. Tiyatroların oyunları oynanmadı, sınıflarda öğretmen sesleri kesildi.

Issızlığa hapsoldu, barikatlarla çevrildi, sessizliğe büründü ve “Askeri Yasak Bölge. Girilmez” tabelaları asıldı her bir yanına.

***

Onlarca yıl önce sevgiyle, insan sesleriyle, çocuk çığlıklarıyla dolu evlerin içerisinde talanın, yağmanın izleri vardı. Bolca da savaşın, acıların.

İçinde hayatın olduğu yıllarda, bölgenin cazibe merkezi olan Maraş, 1974’ten sonra sessizliğe büründü, tıpkı yüreğimiz gibi.

Nice yitik öykülerin, sönüp giden hayatların, gözyaşlarının, acıların izleri arasında, yürek sızısıyla attım adımlarımı, “Hüznün Şehri”nde.

***

Toplumsal bellekte yarattığı travmayla, anıları ve yaşanmışlıkları yutarken acıları, Sophia Loren’in izini sürdüm Leonidas Caddesi’nde, ressam Xantos’un boynu bükük, hüzne gömülmüş insanlarına baktım uzun uzun, dalgaların dövdüğü sahillerde. Her bir dalga aldı bizden insanlığımızı ve çok uzaklara götürdü.

Elizabeth Taylor, Richard Burton, Paul Newman ve Raquel Welch vardı bir zamanlar şimdi ıssız, yalnızlık kokan sokaklarında.

***

Kaldırmadı içim daha fazla, boğulur gibi hissettim kendimi ve koşar adımlarla çıkmak için döndüm geriye.

Dönüş yolumda gördüm, elinde bir poşet içerisinde toprak taşıyan adamı.

Toprağı görünce sokuldum yanına ve konuşmaya başladık. 1974’te Maraş’tan koparılmış bir Kıbrıslırum Maraş sakininin mezarına götürüyormuş toprağı.

Kıbrıslıtürkler ile huzur içerisinde bir yaşam varken, birden koparılmış toprağından ve hep geri dönecek umuduyla beklemiş yaşlı adam.

Alın teriyle çalışarak kazandıklarıyla aldığı evini, mahallesini, komşularını, bahçesindeki asma ağacını, gece tütenlerini, özenle budadığı kırmızı gülünü yad etmiş ömrü hayatında. Gazetedeki haberlerde, Maraş konusunu görünce, dikkat kesilmiş satır satır okumuş, beklemiş, hep beklemiş ancak yetişememiş.

Kederleriyle katmerlenen kanser vücudunu sarıp, hastane yatağına hapsolunca, yakınlarına vasiyette bulunmuş: “Olur da ölürsem ve Maraş’a girebilirsiniz. Bana bahçemden toprak getirin. Onun altında yatmak isterim”.

İşte o poşetteki toprak gidiyordu, sahibiyle buluşmaya. Her adımda bin acıyla, bin bir utançla ve iç burukluklarıyla.


BİR KİTAP…

 

“Eli Şaul: Balat’tan Bat Yam’a…”

Nesi Altaras

1916 Balat doğumlu diş hekimi ve yazar Eli Şaul’un anıları ve mektupları Cumhuriyet döneminin ilk yarısındaki Yahudi toplumuna, ırkçılığa ve Yahudilerin hala karşı karşıya olduğu sorulara mizahlı bir üslupla ışık tutuyor.

Balatlı bir Yahudi olan Eli Şaul’un lise ve askerlik günlüklerini bazı gazete yazılarıyla birleştirerek okurlara sunan deneyimli redaktör Rıfat Bali önsözünde şöyle diyor: “Eli Şaul, Türkiyeli bir Yahudi’dir.” (Şaul, 9) Bu basit cümleyle Bali, Şaul’un anıları boyunca altını çize çize tekrar ettiği ‘Türk addedilmeme’ halinin devamını işaret ederken çözüm niteliğindeki Türkiyeli kavramını sunuyor. 

Balat’taki Yahudi yaşamını anlatmakla başlayan 1916 doğumlu Şaul’un üslubu içten ve esprili – okuru kendi kendine gülümsetecek birçok kısım var. Yalın bir dille aktardığı anılarında Balat’ın karakterlerini tanıtırken mahallesindeki ciddi sefaleti anlatmaktan kaçmıyor. Bu isimlerden Kulübedeki Avram işporta olarak ancak küflü portakal satabiliyormuş. Ancak Balat Yahudileri öylesine fakirmiş ki küflü portakal alanların çok olduğunu söylüyor (45).

 

Türkiye’de Türk Olmama ‘Suçu’

Kitabın belki de temel sorunsalı Türk olma isteği ile Türk kabul edilmeme arasındaki açmaz. Şaul, bugünün önde gelen Yahudilerinin cesaret edemediği bir dürüstlükle Türkiye’de “milliyetçiliğin, ırkçılıktan katiyen farkı olmadığı[nı]” defalarca söylüyor (29, 49, 125). Bunun en bariz kanıtını olarak Türk (eşit, birinci sınıf vatandaş) addedilmeyen gayrimüslimleri gösteriyor. Yeni ulusal kimliğin temellerinin de farkında: “Müslümanların yani Türklerin” diye açıklıyor kendini (26). Bu Türklük sözleşmesinin kendine açık olmadığını da biliyor: “Tek parti devrinde Türkiye’de bir Yahudi polis, bekçi, devlet memuru, nahiye veya kaza katibi, bir Türk bankasının memuru, bir hükümet dairesinin memuru ilah olamazdı.” (47) Nitekim bu durumda hiçbir değişiklik olmamıştır. Mesela eşinin iş hayatına engel olan hastabakıcıların Türk olması zorunluluğu 1965 (!) yılında kanundan çıkartılsa da hem gayrimüslimlerin sayısının iyice azalması hem de pratikte bu zorunluluğun devam etmesiyle kamunun kapıları hala Eli gibilere kapalıdır.

Bu konudaki tespitleri kuvvetli ve maalesef devam eden sorunlardır. Siyasi konularda Türklerle de konuşan, arkadaşlık eden bir Yahudi olarak Eli Şaul hem okura hem de kendine hatırlatır: “En medeni ve en okumuş bir arkadaş bile günün birinde … aslen Türk olmadığımı yüzüme fırlatmaktan çekinmez.” (110) Türk olmadığı hatırlatanlara göre onlar varken “sana ancak susmak icap ettiğini” de söylerler. Bu ‘arkadaşlar’ “beni methederken “bu bildiğin yahudilerden değildir” der” (110). Bu zihniyeti Eli Şaul gazetelerde de gözlemler. Mesela azınlık okullarının kapatılmasının gazetelerde zafer olarak kutlanmasını hatırlatıyor (123). Hala süren Yahudi-Musevi karmaşasını da o uzun zaman önce basitçe açıklamış: “Türkiye’de Yahudi bizim kaba ismimizdir. Bizi methetmek için … Musevi kelimesi kullanılır. İyi bir şey yaptığımızda Musevi, “Hırsızlıktan, yankesicilikten bahsedilince hemen Yahudi oluruz.” (113)

 

Pogrom, 20 Kura, Aksan

Ayrımcılık sanat dünyasında da gözüne çarpar: Şehir tiyatrosu piyeslerinde Rum, Ermeni ve Yahudilerin aksan ve isimlerinin (Arşak Palabıyıkyan) alay konusu olmasını eleştirir. Azınlıklar hem Türkçe konuşamadıkları için aşağılanıyor, Türkçe konuştuklarında da aksanları yüzünden alay konusu oluyorlardı. Hatta gayrimüslimler olmasa mizah gazetelerine malzeme kalmayacağını söyleyerek şaka yapar. (27) Bu sıkıntı da yakın zamanda Ali Poyrazoğlu’nun oynadığı bir Ermeni karakterde kendini tekrar göstermişti.Genç yaştan ırkçılığı etrafında irili ufaklı örneklerle görür: abisi parasız amele olarak 20 Kura askere alınır (9), Trakya’da pogromdan kaçıp gelenleri etrafına yerleşip, komşu ve okul arkadaşları olur. Pogromdan kaçan fakirlere Kızılay’ın yardım etmediğini, bunun açıkça ırkçılık olduğunun da adını koyar (29).

 

Varlık Vergisi Kabusu ve Aşkale

Ancak bu farkındalığına rağmen (“Bir gayrimüslim ne yaparsa yapsın Türk addedilmez,” 109) kitap boyunca vatana bağlılığını ve Atatürk sevgisini kanıtlama uğraşı da hissedilir. Bu çelişki özellikle Varlık Vergisi’nin anlatıldığı kısımda trajik bir hal alır. Eşi Yıldız, ailesinin İzmir’deki Varlık Vergisi kabusunu anlatırken mal müdürlüğü, polis, haciz memuru gibi kurumların memurlarına ailesinin fakir olduğunu, bu borcu ödemelerinin mümkün olmadığını söyler. Bu yakarışların hepsinde nasıl evde Türkçe konuştuklarını, Atatürk’e olan sevgilerini ve Rumların aksine nasıl Yunan işgaline karşı olduklarını tekrarlar. Ancak bu Türklük kanıtlama çabası hiçbir mecrada fayda etmez. İstanbul’a kaçsa da Yıldız Özonur’un babası, yani ailenin asıl vergi mükellefi, yakalanır ve ailesine veda edemeden Aşkale çalışma kampına yollanır. Bu korkunç deneyime rağmen Yıldız hikayesini ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ ibaresiyle bitirir (85-90). Irkçılıkla bu kadar yüz yüze geldikten, kimseden merhamet görmedikten sonra hala Türk olma isteği baskındır. Yıldız gibi Eli de bu Türklüğünü kanıtlama refleksini sık sık gösteriyor (180).

1950’de İsrail’e göç eden diş hekimi Eli Şaul’un aklında Varlık Vergisi deneyimi büyük bir yer tutar. Yasanın yürürlükte olduğu süre boyunca askerdedir ancak arkadaşlarından mektupla haberler alır. Bir Yahudi arkadaşı “Peder her gün ağlıyor. Altmış yaşında bir ihtiyar; Aşkale’ye selametle gidemez. Yolda muhakkak ölür” (92) derken bir Rum arkadaşı yüksek verilen vergi için “[Babam] Aşkale’de galiba hayatıyla ödeyecek” der (94). Bu hikayelerin üzerine Şaul Aşkale’ye gönderilenler listelerini gazetelerden takip eder ve tek bir Müslüman’ın dahi yollanmadığını, çalışma kampına mahkûm edilenlerin hep Rum, Ermeni ve Yahudi olduğunu söyler. Bugün bile sıkça inkâr edilen bir gerçeği Şaul çekinmeden belirtir: “Varlık Vergisi sırf gayrimüslimleri ezmek için yapılmış bir vergiydi.” (97)

 

Askerlik ve Ardından Göç

Bu eziyete rağmen Şaul’un Türkiye’ye olan sevdası anılarının her köşesinde görülür. Özellikle Erzurum ve Ağrı’nın kasabalarında geçen askerliği sırasında tuttuğu günlüklerde ülkesinin fakirliği, gıda pahalılığı, zührevi hastalık, uyuz ve bitlerin yaygınlığı, otellerin kötülüğü, memurların yolsuzluğu ve rüşvetçiliği gibi konularda yakınır. Doğuda doğru düzgün yol ve hamam olmayışından, sabunun bile bir lüks olarak görülmesinden bahseder. Ülkesindeki fikir ve basın özgürlüğü eksikliği de Şaul’a dert olur (144-5).

İsrail-Filistin’e olan göç ve oradaki transit kamplarının sıkıntılarını da bugün Yahudi toplumunda nadir rastlanan bir cesaret ve açıklıkla anlatır. Eli Şaul’un anılarında değinilebilecek çok konu var. Yahudilerin CHP’ye olan tepkilerinden hatırı sayılır DP desteğine, Balat mahalle yaşantısından kesitlere ve göçe dair Eli Şaul’un anıları bir kaynak kitap. Erken Cumhuriyet’te Yahudileri anlamak için paha biçilmez bir anlatı. Ancak Eli Şaul bize tüm cevapları veremez. İşaret ettiği sıkıntılar devam ediyor. Türkiye’ye derinden bağlı, ancak Türklüğün kapılarının kapalı olduğu gerçeği onu İsrail’e yerleşmeye, ailesinin hayatını orada kurmaya çekmiştir. Yahudi toplumunun tek seçeneği bu mudur? Doğduğu, büyüdüğü ve sevdiği ülkeden bir derece mecburen ayrılmak? Her birey bunu ancak kendi adına cevaplayabilir ancak sıcak ve samimi anlatısıyla Eli Şaul’un bu sorularla cebelleşmesini okumak bize önceki dönemlerle ilgili fikir veriyor. Bu sorunlarla yüzleşenin ilk biz olmadığını hatırlatıyor.

(İletişim Anı serisinden çıkan Eli Şaul: Balat’tan Bat Yam’a kitabının uzun süre önce baskısı tükendi. Umarım bu yazı İletişim’e bu önemli eseri tekrar yayınlamayı düşündürür. Kitabın İngilizce çevirisi Libra Yayınları‘ndan 2012’de basıldı.)

(AVLAREMOZ – Nesi ALTARAS – 1.11.2020)

 

Bu yazı toplam 2037 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar