1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Maraş’a ilk girenler Türk askerleri değil, bazı Kıbrıslıtürkler’di..."
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Maraş’a ilk girenler Türk askerleri değil, bazı Kıbrıslıtürkler’di..."

A+A-

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR...

“Maraş’a ilk girenler Türk askerleri değil, bazı Kıbrıslıtürkler’di... Ele geçirdikleri iki Kıbrıslırum tankıyla Maraş’a girmişlerdi...”

Bir Kıbrıslırum okurumuz, bizimle şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:

“Geçtiğimiz günlerde Maraşlı ünlü Hacıprodromu ailesinin tek oğlu Hristakis Hacıprodromu ile yaptığınız röportajı okudum... Annesi Maria ile babası Panayotis “kayıp” idi... Sonra Kayıplar Komitesi kazılarında kalıntıları bulundu ve geçtiğimiz haftalarda Lefkoşa’nın Strovulo bölgesinde, röportaj yapmış olduğunuz ve sonra vefat eden tek oğluları Hristakis’in yanına defnedildiler...

Ben de bu konuda bildiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum... Aslında yaygın söylentilerin tersine, Maraş’a ilk girenler Türkiyeli askerler değildi, Kıbrıslıtürkler’di... Sözkonusu Kıbrıslıtürkler ele geçirdikleri Kıbrıslırumlar’a ait iki tankla Maraş’a girmişlerdi... İçerisinde Maria ile Panayotis Hacıprodromu’nun ve Nikos Figuratos’un ve bir diğer askerin daha bulunduğu beyaz Morris Minor araba, Maraş’tan çıkmaya çalışmaktaydı. Maria ile Panayotis Hacıprodromu, Maraş’taki Omega apart-otelin sahipleri idiler. Ailelerinden insanlar onlara “Kaçın da güvenli değildir buraları, Türkler geliyor” dedikleri halde onlar kaçmamışlar ve otelde kalmaya devam etmişlerdi... Nihayetinde iki büyük bavulla yola çıkmışlar ve yoldan geçmekte olan bazı Kıbrıslırum askerlerden yardım istemişlerdi... “Arabamız vardır ama kullanmayı bilmeyiz, yardım edin da gidelim” demişler ve bunun üzerine iki Kıbrıslırum asker onlara yardım etmeye girişmişti. O iki koca bavulu, Hacıprodromular’ın beyaz Morris Minor arabasına yüklemişler, kendileri öne, Maria Hanım ile Panayotis efendi de arkaya oturmuşlar ve yola çıkmışlardı...

İleride iki Kıbrıslırum tankını görünce, Nikos Figuratos arabayı onlara doğru sürmeye karar vermişti. Kıbrıslırumlar’a ait bu iki tankı Kıbrıslıtürkler nasıl ele geçirmişti, o kadarını bilmiyorum... Bunu da lütfen siz araştırın bakalım ne bulacaksınız... Arabayı Kıbrıslırum tanklarına doğru süren Nikos Figuratos aslında Maraş’ta ilk cimnastik okulunu açan kişiydi... Onun birliğine komutanları emir vermiş, ricada bulunmuştu – Maraş’tan kaçmışlardı ama komutan 40 kadar Kıbrıslırum askerin Maraş’a geri dönmesini istemişti. “Türkler sizi görsün ve sansınlar ki Maraş boşaltılmadı – onlara sakın ateş açmayınız, sadece sizi görsünler yeter” demişti. İşte Nikos Figuratos da Maraş’a geri dönen o 30-40 asker arasındaydı...

Morris Minor arabayı iki Rum tankına doğru sürünce onu durdurmuşlardı – aslında tanklarda olanlar Kıbrıslırumlar değil, Maraş’a ilk giren Kıbrıslıtürkler’di... Onlara arabadan dışarıya çıkmaları söylenmiş, onlar da çıkmışlar ve ellerini havaya kaldırmışlardı... Burada öldürülmüşlerdi... Senelerdir “kayıp” olarak kalacaklardı – ta ki Kayıplar Komitesi Derinya’da kazı yapıp Maria Hanım, Panayotis Bey, Nikos Figuratos ve diğer “kayıp” Kıbrıslırum askerin kalıntılarını buluncaya kadar “kayıp” olarak kalmışlardı. Maria ve Panayotis Hacıprodromu’nun tek oğlu Hristakis’in ömrü, onların bulunup defnedilmesine yetmemişti – yıllar önce vefat etmişti Hristakis... Bu yüzden onun yanına, Strovulos’a torunları tarafından defnedileceklerdi...

Maraş’a ilk giren bu iki tank ve onlara eşlik eden Kıbrıslıtürkler, askeri pantolon giymekteydi fakat üstten tişört yani sivil kıyafet giymekteydiler...

Olayın devamını da anlatmak istiyorum... Bu olayın devamını, bu olayı yakından gözleyen bazı Kıbrıslırumlar’dan dinledim – bu konuyu lütfen bir de siz araştırınız. Çünkü eğer bu Kıbrıslırumlar’ın anlattığı doğruysa, o zaman Morris Minor’un bulunduğu bölgede bir “kayıp” Kıbrıslıtürk olabilir demektir. O nedenle sizinle bunu da paylaşmak isterim...

Kıbrıslırum arkadaşların anlattığına göre iki Kıbrıslıtürk, Maria ve Panayotis Hacırpodromu, Nikos Figuratos ve diğer Kıbrıslırum öldürüldükten sonra onların kaçmaya çalıştıkları Hacıprodromu ailesine ait beyaz Morris Minor’un dümenine geçmişlerdi. Fakat büyük olasılık yolları bilmiyorlardı ki Mağusa’ya doğru değil, Kıbrıslırumlar’ın bulunduğu güneydeki bölgeye doğru aracı sürmüşlerdi... Sınıra yakın bir noktada bazı Kıbrıslırumlar bu araca ateş açmışlar ve Morris Minor’daki bir Kıbrıslıtürk’ü öldürmüşler, aynı araçta olan ikinci Kıbrıslıtürk ise yaralı vaziyette kaçmaya çalışmış ve bölgede bulduğu bir bisikletle kaçmıştı.

Kıbrıslırumlar bu araca ulaşmış ve içerisindeki iki büyük bavulu bulmuşlardı. Bu bavullarda para olduğunu iddia edenler var, doğru mudur bilmiyorum...

Konuyla ilgili olarak siz de kendi araştırmanızı yürütünüz ve eğer Maraş’ta “kayıp” edilmiş Kıbrıslıtürk varsa, o zaman bu konuyu daha ayrıntılı inceleyiniz...”

Bu Kıbrıslırum okurumuza bizimle paylaştığı bu bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımı isimli veya isimsiz olarak beni 0542 853 8436 numaralı telefondan aramaya davet ediyorum...

Resim, Hacıprodromu ailesine ait Maraş’taki Omega Apart Otel’in şimdiki halini yansıtıyor... Bu fotoğrafları Halil Lisaniler arkadaşımız çekmiş... Ona bu resimler için çok teşekkür ediyoruz...

s1-351.jpg

ss-144.jpg


GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAŞANIYOR?

“Her zaman geriye döndüğüm öyküler ve yerler...”

s2-312.jpg

Nevena Mediç

Balkan Diskurs’ta yazan Nevena Mediç, Bosna-Hersek’in Srebrenika bölgesinden genç bir gazeteci... “Güneydoğu Avrupa’da İnsan Hakları ve Demokrasi” konusunda geçtiğimiz dönem masterini tamamlayan Nevena Mediç, çatışma sonrası iyileşme ve insan haklarının durumuyla ilgileniyor... “Her zaman geriye döndüğüm öyküler ve yerler” başlıklı Balkan Diskurs’ta yayımlanan makalesini, okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik... Nevena Mediç, makalesinde kullandığı fotoğrafları da kendisi çekmiş...  Nevena Mediç özetle şöyle yazıyor:

***  Anlaşılan odur ki çocukluğumun yıkıntılar içerisindeki yerlerine geri dönmekten kendimi alamıyorum... Onlar orada beni kırmak, beni sarsmak için vardır, onlar benim kimliğimin parçasıdırlar... Ne de olmasa bunlar, tekrardan hayata dönmek için buradadırlar...

***  Bir yeri anlatma yeteneğimiz aslında belli bir yerle ilgili kavramsal anlayışımızı derinleştirme yeteneğimizden kaynaklanır. Her zaman biryerlerdeyizdir – biryerlerde yaşarız, biryerlere gideriz, biryerlerden geçeriz... Bunlar aracılığıyla varlığımızı uzlaştırmak maksadıyla öyküler kurarız. Öyküler bu yerleri bizler için önemli kılar ve bunlar hayatımızın anlatılarını koyup bunları koruduğumuz birer derin vazoya dönüşür...

***  Yakın geçmişe yıkılıp yok edilmiş bölgelerde insanlığın özü anlaşılmaz ve bulması zor birşeydir – böylesi yerler kendi özel öykülerini taşırlar... Yıkıntılar içerisindeki otellerden geçmek, terkedilmiş, yıkılmış evlerden ve binalardan geçip de bu yapıları inşa etmiş insanların ellerini düşünmemek mümkün değildir. Aynı insan elleri, bunları yok etmişti... Bunu düşünmek zordur – hem yaratan, hem de yok edenlerin türüne ait olmanın ağırlığını hissetmemek elde değildir.

***  Böylesi yerler ve öyküler, Srebrenika’nın her köşesinde mevcuttur. Bunlar benim çocukluğumu oluştururlar, bugün de hayatımın parçasıdırlar ve hayatımın parçası olmaya devam edeceklerdir ve pek çok bakımdan da geleceğimi belirleyeceklerdir.

***  Kimi zaman hayatın altı yaşına kadar sanki de beyinlerimizin kilitli bir bölümünde gizlendiği izlenimi edinirim – bu kilitli bölüm sanki de karanlık bodrumlarla, kapkara kömürlerle ve nemle doludur... O yıllarda büyüyor olmak bende tuhaf bir iz bırakmıştır ve hayatın diğer belirleyicileri gibi nihayetinde geçmişimden, şimdimden ve geleceğimden bu yerlere ve öykülerine geri dönüyorum hep...

***  Saraybosna yakınlarındaki İliyas’tan ayrıldığımız gün ve 1996 yılında Srebrenika’ya ilk geldiğimiz gün, hatıralarıma net biçimde kazınmıştır. Parlak bir gündü ve bu bana parlak bir ışık gibi geri dönüyor, sanki de belleğimin gözünde bir camdan yansıyan bir suret gibi... Kent simsiyahtı ve kırık döküktü... Geçtiğimiz sokakta yön de yoktu... Her taraf çöpler içerisindeydi, yolda kırık koltuklar vardı, yataklar vardı, yok edilmiş mobilyalar vardı ve bu yüzden de patika dar ve karanlık bir şekle bürünmüştü... Zar-zor geçiyorduk bu patikadan...

***  Çok uzun süre boyunca cam yerine uyduruk naylonlarla kapladığımız yerlerde yaşamıştık. Ama mutluydum. İki dilim pateyi kapının içinde durup yemiştim ve bu da çocukluk hatıralarımın en lezzetli yemeği olmuştu... Bit pazarından aldığımız ucuz futbol toplarını terkedilmiş asansörlerde saklıyorduk. Yarı yarıya boş binaların duvarlarına isimlerimizin ilk harflerini yazıyorduk, N + N yazıyorduk veya yeni Nirvana albümünden bir şarkının bir dörtlüğünü yazıyorduk duvarlara...

***  Yokedilmiş ve terkedilmiş evlere sefer, yağmurlu sonbahar günlerinde çocuklar için kayıp bir cennete kavuşmak gibiydi. Çelişki de şuydu: Biz savaştan sonra dünyaya gelmiş olan çocuklar, savaş oyununu oynamayı en çok sevenlerdik... “Ra-tat-tat-tat” diye sesler yankılanıyordu terkedilmiş ve çürüyen odalarda... Sanki de uzay bize bu oyunu empoze etmişti ve tek bildiğimiz şey de savaştı, tek öğrendiğimiz şey savaştı...

***  Mutlu ve kaygısız bir çocukluk geçirdim... Pek çok başka çocuk için savaş sonrası koşullarda büyümek tam tersiydi ki çoğunlukla bunun bilincinde değildim ben... Bugün geriye dönüp daha dikkatli baktığımda, tüm savaş ve savaş sonrası meydana gelen olayların kimliğimin parçası olduğunu ve farklı bir hayat ve çocukluğu bilmediğimi anlıyorum. Başka türlü bir hayat ve başka türlü bir çocukluk bilmiyorum ve bunu tahayyül de edemiyorum.

***  Çoğu zaman çocukluğumun terkedilmiş yerlerinde dolaşıyorum, buraları nem kokusuyla doludur, tekdüze bir boşluk duygusuyla çocukluk günlerimi hatırlıyorum... Çoğunlukla hayatımın bu çocukluk dönemine geri dönmek istediğimi düşünüyorum çünkü o zamanlar hiçbir şey bilmiyordum. Bazı yönlerden kayıtsızdım. Evden ayrılış unutulmuştur: geride kalan tek şey bir sığınaktır, patlayan bir kurşun ve bir havan mermisidir... Aniden esas sorun ana caddedeki sokak ışığının yanıp yanmayacağı sorunudur – çünkü ışık yanarsa, gece geç saatlere kadar sokakta oyun oynayabileceğiz demektir...

***  Yakın geçmişte “Duvardaki delik” konusunda felsefi bir yazı yazmam istenmişti bir okul ödevi olarak... Anna Karenina’dan birşeyler ödünç almaya girişmiştim, yazacağım makalenin maksadı için: “Duvardaki tüm delikler aynı gibi görünüyor ancak yalnızca bu delik, kendince üzgün görünüyor...” Makalenin sonunda, duvardaki deliğim daha insani bir biçime dönüşecekti...

***  Yeni Belgrad’da göçmenlik döneminde yapay bir sırıtışla bana yaklaşan bir adam, asansörlerin yüksek bir dünyevi güç tarafından yönetildiğine beni ikna etmeye çalışmıştı... Yukarılarda bir yerde, dünyanın kenarında bir grup insanın sürekli olarak asansörleri idare etmekte olduğunu anlatmıştı. Ağzım açık kalmıştı... Srebrenika’da Domaviya Oteli’nde terkedilmiş bir makineyi gördüğümde, bu adamın beni aldattığını düşünmüştüm. Ve sonrasında “O kadar da önemli değil” demiştim çünkü annem de beni aldatmıştı, İliyas’tan asla ayrılmayacağımızı söylemişti annem ve oyuncaklarla dolu dolabımın bir başka kamyonla gönderileceğini söylemişti...

***  İnanıyorum ki bu öykülere ve bu yerlere geri dönmekten kendimi alamayacağım... Bunlar beni kırmak, beni sarsmak ve herşeyle yüzleşmemi sağlamak için oradadır... Ne de olmasa bunlar, terkardan hayata dönmek için vardırlar... Geçmişe, bugüne ve geleceğe açılan bir geçittirler...

s3-159.jpg

https://balkandiskurs.com/en/2019/03/05/the-stories-and-places-i-always-go-back-to/

 

(BALKAN DISKURS’ta Nevena Mediç’in 5/3/2019’da yayımlanan yazısını derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 

 

 

Bu yazı toplam 1683 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar