Masumiyetini kaybeden ada…
Yaşamını Avustralya’da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1963 ve 1974’ten hatıralarını anlattı.
Tatil için Kıbrıs’a gelen ve sorularımızı yanıtlamayı kabul eden Spiro Konstantinu’yla aslında 2007 yılında internet üzerinden yazışmıştık…
Fatma Azgın ablamızın SİM TV’deki “Düşünüyorum” programına yine Avustralya’dan Tümer Mimi’yle birlikte konuk olarak katılmak üzere United Medya binasına geldiği zaman karşılaştık Spiro Konstantinu’yla ve hemen “Sen Sevgül olmalısın” diyerek beni tanıdığını söyledi…
Oturup konuştuk ve röportaj için o adadan ayrılmadan önce buluşmayı kararlaştırdık…
Onunla HAMUR’da buluşarak üç saat devam eden harika bir röportaj yaptık…
Tserili Spiro Konstantinu bizi alıp 50-60 yıl öncesinin Kıbrısı’na götürdü – yitirdiğimiz, elimizden kayıp giden o eski Kıbrıs’a… Kıbrıs’ın masumiyetini nasıl yitirdiğini onun anlattıklarından anlıyorduk…
1958’de, 1963’te, 1974’te köyde neler olmuştu?
1953 doğumlu olan Spiro Konstantinu, 1963’te 10 yaşındaydı ve bir Kıbrıslırum’un kahvehanede bir Kıbrıslıtürk’ü nasıl öldürdüğünü anlatmasına tanık olmuştu… Ardından babasıyla Tseri’nin dışında bir gömü yerine rastlamıştı… Yıllar sonra bunun Aretyu’dan alınarak “kayıp” edilen bazı Kıbrıslıtürkler’in gömü yeri olduğunu anlayacaktı…
Bu gömü yerini bize bir başka Kıbrıslırum okurumuz göstermiş, biz de hem bu yeri, hem de bir başka noktayı Kayıplar Komitesi’ne göstermiştik – buralarda yapılan kazılarda üçü kuyuda olmak üzere dört “kayıp” Kıbrıslıtürk’ten geride kalanlar bulunmuştu. Bunlar Mustafa Osman Akay, Naim Hüseyin, Kemal Hüseyin ve Salih Mehmet’ti… Tserili bir Kıbrıslırum okurumuz sayesinde onlardan geride kalanlar bulunmuş ve ailelerine defnedilmek üzere Kayıplar Komitesi tarafından küçük tabutlar içinde verilmişti… Biz de onların cenaze törenlerine katılarak bu son yolculuklarında onlara veda etmiştik…
Tserili Spiro Konstantinu işte böylesi dehşet hikayeleriyle büyümüş, 1974’te bu kez EOKA-B tarafından tutuklanarak bir idam mangasının önüne çıkarılmış ve öldürülmek üzereyken bundan kurtulabilmişti…
Adını Balmumundan alan köy: Tseri
Spiro Konstantinu’nun masumiyetini kaybeden Kıbrıs’ın geçmişiyle ilgili röportajımız şöyle:
SORU: Sayın Spiro Konstantinu, kaç yaşındasınız?
SPİRO KONSTANTİNU: Bu yıl 65 yaşında olacağım… Yani Temmuz 1953’te Lefkoşa’da, Tseri köyünde dünyaya gelmiştim…
SORU: Babanızın adı neydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Konstantinos Sofokleus. Annemin adı İrini Konstantinu. Beş kardeşten beşincisiyim ben. İki kız, üç oğlan… En büyük kardeşimiz 1946’da dünyaya gelmişti… Ben en küçükleriyim, 1953 doğumluyum… Her iki yılda bir çocuk… Ben de kazaen dünyaya gelmişim!
SORU: Babanız ne iş yapardı?
SPİRO KONSTANTİNU: Çiftçilik yapardı babam. Evet, babam çiftçiydi ancak babamla diğer köylüler arasındaki fark şuydu: Babam köyde sanayileşme için adım atan ilk kişiydi… Traktör satın alan ilk kişiydi köyde, sonra da kombay satın almıştı. Sonra da yağ değirmeni almıştı…
SORU: Yağ değirmeni vardı yani…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, evet… Ve hala oradadır o değirmen… Kızkardeşime kaldı bu yer ve eski değirmendeki bazı aksamları korudu o…
SORU: Sanırım siz çok özgür büyüdünüz…
SPİRO KONSTANTİNU: Çok özgür biçimde, evet… 1950’li-60’lı yılların tipik bir Kıbrıs köyüydü – çoğunlukla yalınayak gezerdik… Potinsiz yani…
SORU: Potin almaya paraları olmadığı için miydi bu yoksa bu bir yaşam biçimi miydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Haftasonları giyerdik potin ya da okula gittiğimizde, bazı çocuklar potin giyerdi, bazıları giymezdi. Bu plastik potinler çıkana kadar böyle gitti – bu plastik potinlerin çifti 3 şilindi… O zaman herkesin potini oldu çünkü hem ucuzdu, hem de köy kooperatifinde bulunuyordu bunlar… Gidip üç şiline alabiliyorduk…
SORU: Babanızın davarı da var mıydı?
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, hayvanımız yoktu. Esas olarak çiftçilik yapıyordu. Arpa buğday ekiyordu, zeytinlerimiz vardı. Ancak babamın esas geliri tarımsal araçlarından geliyordu. Bir traktörü, bir kombayı vardı ve hasat zamanı geldiğinde yalnızca bizim köyde değil, Lakadamya, Deftera, Psimolofu, Latça, Koççat, Marki gibi köylerde tüm hasadı babam yapıyordu… Başkaları da gidip bu tarımsal araçlardan alıncaya kadar babam bölgede bunlara sahip olan ilk kişiydi…
Babam çok tanınmış birisiydi çünkü bölgeden pek çok insanla ilişkisi vardı.
SORU: Tseri köyü, Lefkoşa’nın dışındaydı… Lefkoşa’ya gittiğiniz olur muydu? Veya özel günlerde mi giderdiniz Lefkoşa’ya?
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, çok enderdi Lefkoşa’ya gidişler… Lefkoşa’ya gitmek için bir nedenin olmalıydı, çok ciddi bir gerekçen olmalıydı şehere gitmek için… Genellikle eğer hasta olursak ve doktora ihtiyaç duyarsak ancak o zaman giderdik Lefkoşa’ya… Ben Lefkoşa’yı ziyaret etmemizle ilgili pek bir şey hatırlamıyorum, ta ki 10 yaşıma gelinceye kadar – apandisitim patlamıştı o zaman, çok hastalanmıştım, ölüyordum… Annem beni Lefkoşa’ya götürmüştü. Bazı otobüsler bizim köyden Lefkoşa’ya giderdi… Otobüsle gitmiştik… Son otobüsle gitmiştik hatırlarım çünkü çok büyük sızılar içindeydim apandisitim patlayıncaya kadar ve anneciğim Lefkoşa’da nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Annem doktorların nerede olduğunu bilmiyordu – otobüsteki bir kadın bizi yönlendirmişti, nerede otobüsten inmemiz gerektiği konusunda. Özel bir klinikti bu ve küçük bir tabellası vardı, bir ayak kadar, üstünde kızılhaç ve doktorun adı. Bizi oraya götürdü bu kadın… Annemle benim ödümüz patlamıştı kaybolacağız diye çünkü yol-sokak bilmiyorduk. Başka bir gezegene gitmek gibiydi bu! Lefkoşa ile Tseri arası yalnızca birkaç kilometre olduğu halde o kadar korkuyorduk ki kaybolacağız diye! O duyguyu hatırlıyorum…
SORU: Klinikte ne yapmışlardı?
SPİRO KONSTANTİNU: Beni muayene eder etmez ölmek üzere olduğumu anlamışlardı… Anneme beni hastaneye götürmesini söylediler çünkü bir çocuğun kendi kliniklerinde ölmesini istemiyorlardı. Annem de kendilerine “Madem ki ölecek, ne manası var hastaneye götürmenin? Neden onu kurtarmaya çalışmıyorsunuz?” demişti.
Doktor da anneme, “Onu kurtarmam için durumu bildiğiniz yönünde bir kağıt imzalamalısın, babası da imza atmalı ki sonra hakkımda soruşturma açılmasın” demişti.
Ancak babam orada değildi… Böylece bizi oraya götüren şöför, babammış gibi kağıda imza atmıştı!
Böylece beni ameliyat etmeyi kabul etmişlerdi, apandisitimin patlamış olduğunu bildikleri halde…
Anneme hayatta kalmam için çok ufak bir şansım olduğunu söylemişlerdi… Sonraki üç gün baygın yatmıştım – kendimde değildim… Tüm bağırsaklarımı yıkamışlardı enfeksiyonun yayılmasını durdurabilecek ilaçlarla – göbeğimin yan tarafına da bir hortum takmışladı… Bunun izi hala duruyor… Ondan sonraki hafta beni yan tarafıma çevirip bu hortumdan çıkacak olanları süzüyorlardı…
Anneme de, bana da yaşayıp yaşamayacağımı ancak sistemim yeniden çalışmaya başlarsa anlayacaklarını söylemişlerdi.
Bundan bir hafta kadar sonra doktor bana yellenip yellenmediğimi sormuştu… O kadar utanmıştım ki! Bir doktorun bana böyle bir şey sorması karşısında çok utanmış, kıpkırmızı kesilmiştim! Dönüp anneme bakmıştım… Annem de bana “Utanma, yaptıysan lütfen söyle!” demişti.
Böylece doktora bakarak “Evet, yaptım!” demiştim… Ona bunu söylemekten çok korkmuştum!
Doktor çok mutlu olmuştu! Yellenmenin neden bu kadar önemli olduğunu anlayamamıştım! Çok utangaç bir köylü çocuğuydum! Yellenmek çok utanç verici birşeydi, hele de doktorun önünde!
Ancak doktor çok mutlu olmuştu ki “Sana bir şilin vereceğim!” demişti!
O zaman anlamışlardı ki hayatta kalma şansım yüksekti…
Tüm olumsuzluklara karşın hayatta kalmayı başarmıştım… Aslında bu olay, 63 olaylarının başlamasına çok az kala meydana gelmişti… DEVAM EDECEK...