Masumiyetini kaybeden ada…2
Yaşamını Avustralya’da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1958, 1963 ve 1974’ten hatıralarını anlattı…
Spiro Konstantinu’nun, Masumiyetini kaybeden Kıbrıs’ın geçmişiyle ilgili röportajımızın devamı şöyle:
SORU: 63 olaylarına geçmeden önce, genel olarak köyünüzün ve de ailenizin Kıbrıslıtürkler’le ilişkileri nasıldı? Mesela Kıbrıslıtürkler’le hiç karşılaşır mıydınız?
SPİRO KONSTANTİNU: Benim annem Perahoryo Nissu diye başka bir köydendir… Nissu (Dizdarköy), karma bir köydü, Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar birlikte yaşardı bu köyde. Ve annemin ailesi pek çok Kıbrıslıtürk tanırdı. Annem onları şahsen tanırdı… Pek çok kereler annem bana şu öyküyü anlatmıştı: Annem evleneceğinde ve başka köye gideceğinde – yani Tseri’ye – köylüler bunu annem sanki de yurtdışına gidecekmiş gibi karşılamıştı… Buna “ksenigya” diyorlar. “Ksenigya” sözcüğünü Avustralya’ya, İngiltere’ye falan gideceğinizde kullanırsınız. Ve annemin arkadaşı küçük Kıbrıslıtürk kızlar ona gidip “Annesinin bu kadar güzel bir kızı Ksenigya’ya (“yurtdışına”) göndereceği için ne kadar üzüldüklerini” söylüyorlardı! Annem bana onların neler söylediklerini aktarıyordu, yarı-Türkçe, yarı-Rumca konuşuyorlardı belli ki…
Bu benim ilk deneyimimdi…
Sonraları Perahoryo Nissu’ya giderdik babamla… Ancak Perahoryo Nissu’ya gidebilmek için traktörümüzle giderdik, Marki ve Koççat’tan geçerek… Babamın arabası yoktu.
Marki ve Koççatlılar babamı iyi tanırdı çünkü onların kombayı yoktu ve babam biçerdi tarlalarını… Bir de zeytinlerini babamın zeytinyağı değirmenine getirirlerdi… Bu çok normaldi, çok doğaldı çünkü bölgede başka kombay veya başka zeytinyağı değirmeni yoktu… Onu ismen tanıyorlardı… Ve her geçtiğimizde köyün ortasından, kahvehanedekiler seslenirdi ona! Ve bizi hep durdururlardı! “Be Konstantinos dur be!” diye seslenirlerdi… “Gel bir gave içesin!”
SORU: “Çocuğa da lokum getirin!” derlerdi herhalde!
SPİRO KONSTANTİNU: Evet! Ve ben de lokumları toplardım! Bir çanta dolusu lokumum olurdu! Ben de onları isim isim tanıyordum… Mesela Ali diye birisi vardı, babam bana onun oğlunun orduda olduğunu söylüyordu – ben bundan o kadar etkilenmiştim ki! O zamanlar ordu benim için çok etkileyici birşeydi ve orduda subay olmak! Koççatlı Ali’nin oğlu orduda askerdi… Başka kısa boylu bir adamcık vardı, onu gerçekten sevmiştim, çok masum bir insandı – ona “Mavri” diyorduk çünkü çok esmerdi… Adını bile bilmiyordum adamın. Çok zeytini vardı – topladığı zeytinlerini eşeciğine yükler, kızıyla birlikte bizim köye gelirdi. Çok sessiz bir kızı vardı, çok hafif bir engeli vardı bu kızın… Çok tatlı bir adamdı…
Marki çok daha küçük bir köydü, o kadar küçüktü ki bir kahvehanesi bile yoktu… Esas olan Koççat’tı orada… Mustafa’yı hatırlıyorum, köyün tüm ana karakterlerini tanıyordum… Toprak sahibiydiler, topraklarında ürettikleriyle geçiniyorlardı yani… Kombay gelince ve aniden artık bu işleri kendi elleriyle yapmaları gerekmediğinde, bu tam bir devrim olmuştu onlar için… Babam onlara bu yeni teknolojiyi tanıtan kişiydi… Yani bugünün bilgisayarları gibi! Ağır işlerin çoğu bitmişti, böylece daha iyi bir hayat sürebilecektiler… Babamı sevme nedenlerinden biri buydu.
SORU: Peki ya Matyat?
SPİRO KONSTANTİNU: Matyat biraz daha uzaktaydı… Derenin öbür tarafındaydı Matyat. Yalya deresi… Dereyi geçmek zorundaydık ve oradaki tek köprü de Perahoryo’daydı… Başka köylere gitmek için geçebileceğimiz başka bir köprü yoktu. Dere boyunca gidiyorduk, Marki’ye gidiyorduk, sonra dere boyunca Koççat’a, oradan Perahoryo’ya… Nissu’da köprüden geçip Perahoryo’ya gidiyorduk. Tabii dere akmıyorsaydı… O yıllarda dere hep akardı, çoğunlukla akardı yani… Ve dereyi tam olarak nereden geçeceğinizi bilmeniz gerekirdi… Bazan dereyi suların içinden traktör ve treylerle geçerdik – ancak babam tam olarak nereden geçmesi gerektiğini bilirdi… Biz çocuklar için bu o kadar heyecan verici birşeydi ki! Dereyi geçecektik! Bir kutlama günüydü bu sanki de! Sydney’deki Opera House’ı görmek gibi birşeydi! Çok heyecan verici bir olaydı biz çocuklar için dereyi geçmek! Çocukluğumdan bunları hatırlıyorum işte…
SORU: Köylülerin babanızı sevmelerinin ikinci nedenini anlatacaktınız…
SPİRO KONSTANTİNU: Babam kendisine nasıl ödeme yapılacağı konusunda çok merhametliydi… Çünkü o yıllarda da, şimdi olduğu gibi her zaman bereketli geçmezdi yıl… Tarlalardan neredeyse hiç ürün alınamadığı yıllar da olurdu. Ancak bir torba buğday üretseniz de, on torba buğday üretseniz de, buğdayı biçmenin dönüm başı fiyatı aynıydı… Babam oturur ve şu kadar dönüm biçtim diye fiyat biçmek yerine, üretimlerine bakardı. “Beş torba buğday ürettiyseler ve ben onlardan dönüm başına 10 şilin alırsam bana 5 Kıbrıs Lirası ödeyecekler… Ellerinde hiçbirşey kalmayacak” derdi… “Durup tohum için ödeme yapacaklar, gübre için ödeme yapacaklar, tarlanın biçilmesine de para ödeyecekler ve ellerinde bir şey kalmayacak” derdi…
Büyük, kalın bir defteri vardı – ne biçmişse, buraya yazardı…
Kaç dönüm biçtiğini yazardı ancak bunun yanına da üretim miktarını da yazardı.
O günlerde hemen ödeme yapmazlardı – üreticiler, ürünlerini hükümete teslim ettikten sonra ödeme yaparlardı.
Buğday biçildikten birkaç hafta veya bir süre sonra bunu hükümete teslim ederler, ödenirlerdi. Ondan sonra babamla traktöre biner, Koççat’a gider, kahvehanede otururduk. Babam hiçbir zaman oraya gidip para istemezdi.
Babama sorardım, “Baba, paraları nasıl toplayacağız?” – çünkü görürdüm, o büyük defterine yazardı…
O zaman bana döner ve şöyle derdi:
“Oğlum gidip para istemezsin… Eğer insanlarda para varsa, zaten gelip bizi ödeyecekler… Eğer paraları yoksa, onlardan para istemeyiz…”
Kahvehaneye gidip otururduk. Ben de lokumları toplamakla meşgul olurdum! Büyük bir çanta dolusu lokumum olurdu!
Bu kahve ziyaretlerinden çoğu kez para almadan dönerdik… Çünkü bunlar çok zor yıllardı… Ama babam onlardan asla para istemezdi, hiçbir zaman… Ve eğer ödeme yapmaya gelirlerse ve “Sana 10 Lira borcumuz var” derlerse, defterini açıp ne üretmiş olduklarına bakardı.
“Bana beş lira ver da tamamdır” derdi…
Veya bazan “Bana üç lira ver da tamamdır” derdi…
İşte bu nedenle onu çok severlerdi çünkü adil bir insandı…
Babam bazan ancak da masraflarını çıkarabilecek kadar para kazanırdı. Çünkü kendisinin de ödemesi gereken insanlar vardı, ona çalışan insanlar vardı…
Şunu çok iyi biliyorum ki üreticilerin hiç para kazanamadığı bazı yıllar, babam da para kazanamamıştı… Eline çok az bir para geçiyordu böylesi yıllarda. Bunu çok iyi hatırlıyorum – işte bu yüzden yalınayaktık…
Güya iş sahibi bir insanın çocuklarıydık ancak pek çok kereler, köydeki en sade yurttaştan daha fakir durumda olabiliyorduk… Bu, babamın mentalitesinden kaynaklanıyordu…
SORU: Kıbrıslıtürkler’in deyişiyle babanız “Gözü-göynü tok” bir insandı demek ki… Peki, 1963 olaylarıyla ilgili neler hatırlıyorsunuz?
SPİRO KONSTANTİNU: Babam Kıbrıslıtürkler arasında popüler bir insandı… 1963 olayları patlak verdiğinde ben babama “Baba, Perahoryo’ya nasıl gideceğiz?” demiştim.
“Tabii ki gideceğiz oraya” demişti.
Gitmeye devam etmek istiyordu…
1963 olayları Lefkoşa’da patlak verdiğinde bizlere “Eğer Kıbrıslıtürk köylerinden geçerseniz, sizi öldürecekler” demişlerdi. “Ama’sı, eğer’i falan yok bu işin, öldürecekler sizi” demişlerdi.
Ama babam, “Biz gideceğiz” demişti.
O köylerden geçmek üzere traktöre bindiğimiz zaman çok gergin olduğumuzu hatırlıyorum… Babam değil, biz çocuklar çok gergindik… Böyle bir şey yapmaya kalkışan bir babanın çocukları olduğumuz için neredeyse saklanıyorduk! 1963 olaylarından sonra kısa bir süre o köylerden gene de geçip gittik…
1963’le ilgili ilk hikayeyi hatırlıyorum…
Oğlu orduda olan Ali babamı durdurmuş ve “Büyük bir bela geliyor” demişti… “Kara bulutlar toplandı” diye anlatmıştı ve bunu sanki kehanette bulunur gibi söylemişti… Bu sözcükler bize bir kehanet gibi geliyordu. Ancak Ali, oğlundan ötürü biliyordu herhalde bunları. Babama “Be Konstantino, dikkatli olman lazım” demişti. Babama köye gelip giderken ve köydeki davranışları hakkında dikkatli olması için gerçekten uyarıda bulunuyordu çünkü babam çok rahattı, herhangi birisinin kendisine zarar verebileceğine hiç ihtimal vermiyordu. Ancak arkadaşı Ali onu uyarıyor ve “Çok ama çok dikkatli olmalısın, büyük bir bela geliyor” diyordu… “Öldürmeler olacak” diyordu. Kullandığı sözcükleri bile hatırlıyorum bunları söylerken babama – “Turça büyük, çok büyük olaylara hazırlanıyor” demişti. “Turça” dediği Türkiye’ydi… Neden bu şekilde ifade etmişti bilmiyorum ancak bu sözcükleri babam bize de, babamla aynı şekilde davranan ve bu köylere alışverişe giden başka birkaç insana da tekrarlamıştı… Marki ve Koççat’takilerin hayvanları vardı – keçileri, koyunları vardı. Bizim köyden insanlara bu iki köyden hayvan satın almaya giderdi… Sıkı alışverişleri vardı… Babam kaygılanmıştı…
“Tamam, bizi uyardılar da diğerleri ne olacak?” demişti. Onlara da bu duyduklarını tekrarlamıştı…
Bundan birkaç hafta sonra Marki ve Koççat’a doğru gidip davarlarını otlatan çobanlar çok korkmuş bir halde koşarak köyümüze dönmüşlerdi. Gerçekten çok korkmuşlardı! Davarlarını ovalarda bırakıp canlarını kurtarmak için koşturarak köye dönmüşlerdi, oflaya puflaya… O günü çok iyi hatırlıyorum. Kendilerine ateş açıldığını söylüyorlardı. “Aspro” dedikleri beyaz bir tepecik var, birisi orada durmuş ve kendilerine ateş etmişti… Beyaz toprağı olduğu için bu tepeye “Aspro” diyorlardı. Koççat yakınında bir tepecikti bu… “Aspro”nun diğer tarafında Koççat vardır. Tepenin bu tarafında da bizim köy Tseri vardır. Ancak ikisi arasında çok arazimiz vardı, tarlalarımız vardı.
Çobanlar “Bize ateş açtılar” diye anlattılar. Ve bütün köy altüst oldu bu haberle… Bütün köy paniğe kapılmıştı! Çünkü çobanlar “Bize ateş açtılar, canımızı kurtarmak için koşturup kaçtık” demişlerdi. Ateş edenin kim olduğunu bilmiyorlardı çünkü çok uzaktaydı bu tepe ancak kendilerine ateş açılmıştı. Bugüne kadar ateş açanın kim olduğunu bilmiyoruz.
Köydeki ilk panik buydu. Aralık 1963 sonrasıydı…
Hatırladığım ikinci şey şudur: Aralık 1963’ten kısa bir süre sonrasıydı… Köyde bir ev sahibinin Lefkoşa’da bir işyeri vardı.
Küçük bir kamyonla köye gelmişti – kamyonet askeri miğferlerle doluydu, ezik büzük miğferler… Bunlar İngiliz devrinden kalma, İngiliz askerlerinin eski demir şapkalarıydı, hepsi hasar görmüştü… Köyümüzden pek çok genç erkek ve genç kadın bu adamın evine giderek bunları çekiçle düzeltmeye ve kullanılabilir hale getirmeye çalışıyordu… Sonra da bu miğferlerin içine sünger parçaları yerleştiriyor, ipçikleri de iki yanına tutturuyorlardı ki insanlar bunları giyebilsin… Boyasızdı bu miğferler, paslanmışlardı… Bunlar hurda metal olarak atılmıştı bir zamanlar İngilizler tarafından ve köyden bu adam bunları alıp köye getirmişti… Kullanılabilecek durumda değildi bunlar ancak Lefkoşa’da bunlara ihtiyacı olan pek çok insan olduğunu, bunların düzeltilip kullanılır hale getirilmesi gerektiğini söylüyorlardı.
Olaylar başladığında Lefkoşa’da olan köyümüzden bazı gençler, köye döndüklerinde paniğe kapılmışlardı. Bunların okulumuza geldiğini hatırlıyorum.
Bu gençler öğretmene, “Daskale! (“Hoca!”) Ateş etme olayları çok fazladır!” diyorlardı.
Ermu Caddesi’nde bulunmuşlardı ki bu bölgede bazı çatışmalar olmuştu…
Biz hala tam olarak neler olup bittiğini anlayamıyorduk.
Bunun geçici bir şey olduğunu, bazı başbelalarının bela yarattığını sanıyorduk. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra hükümetin bu durumu düzelteceğine ve herşeyin normale döneceğine inanıyorduk.
Korkuyorduk ama… Kıbrıslıtürk köylerden ateş açılıncaya kadar, Ali’den babama “Daha büyük bir bela geliyor, bizim köylerin içinden geçmekten vazgeç” diye uyarı gelinceye kadar bunun geçici bir şey olduğunu sanıyorduk.
Ancak durum daha da çirkinleşmeye başlamıştı. 1964’te daha da büyük olaylar meydana geldi… Bu da Mansura olaylarıydı… Ağustos 1964’teydi, bunu hatırlıyorum. O zamana kadar işler gerçekten ciddileşmişti.
DEVAM EDECEK