Masumiyetini kaybeden ada…8
Yaşamını Avustralya’da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1958, 1963 ve 1974’ten hatıralarını anlattı…
Spiro Konstantinu’nun, Masumiyetini kaybeden Kıbrıs’ın geçmişiyle ilgili röportajımızın devamı şöyle:
SPİRO KONSTANTİNU: Bir landrover önde, bir landrover arkada, Deftera’ya doğru yola koyulmuştuk… Aslında Deftera’ya gittiğimizi bilmiyorduk ancak tepeye tırmanışımızdan falan bunu tahmin etmiştim. Yakınımdaydı kardeşim, ona dönüp “Takis, bizi kurşuna dizmeye götürüyorlar” demiştim.
“Ne yapacağız?” demişti.
“Silahlarını ellerinden almaya çalışmamız lazım” demiştim kardeşime…
“Birinin üstüne ben atlayım, diğerinin üstüne da sen atla” demiştim. “Öleceksek ölürüz ama zaten öleceğiz” demiştim.
Beş dakika kadar yol aldıktan sonra başka birşeylerle meşgul olmaya başlamışlardı…
Bacaklarından birini çekmek o kadar da zor bir şey değildi.
Bacaklarından çekip onları düşürürsek, diğerlerinin ateş edemeyeceğini çünkü ateş ederlerse kendi adamlarını da vurabileceklerini hesaplıyordum… Ne olursa olsun bunu denemeliydik!
Kardeşime çok kızgındım o anda çünkü beni dinlememişti…
Ona “Gel köyden ayrılalım” demiştim ama o “Hayır, köyde kalacağız” demişti.
“İşte sonucu budur” demiştim kardeşime…
Çok ama çok öfkeliydim çünkü tam da böyle bir şeyin olmasını istememiştim, onların eline düşmeyi yani! Ama işte ellerine düşmüştüm! Ve ben sanki de hiçbirşeymişim gibi şimdi işte hayatımla oynuyorlardı bu adamlar…
Her neyse, “Bizi burada vuracaklar” diye düşünmüştüm. Yola devam ediyorlardı, ta ki Deftera’ya varıncaya kadar…
Deftera polis karakolunun dışında durduğumuz zaman aşağı yukarı 50 kişiden oluşan bir başka tim bekliyordu! Bizi bekliyorlardı yani! Bizi o kadar feci dövdüler ki ayaklarım yere değmiyordu bile! Üstümüze öyle bir çullanmışlardı! Ne dişlerim, ne yüzüm, ne dudaklarım, ne vücudum kalmıştı – kollarımla yüzümü korumaya çalışıyordum ama kollarımı tutup iki yana çekiyorlardı suratıma vurabilmek için… Kardeşimi de dövüyorlardı ama beni daha çok dövüyorlardı. Niçin bilir misiniz? Çünkü beni kardeşim sanıyorlardı! Kardeşim politikayla biraz ilgiliydi da ondan! Ama ben politikayla ilgili değildim… En büyük erkek evlat… Kardeşim benden üç yaş büyüktür ancak benim en büyük erkek evlat olduğumu sanmışlardı…
Bizi dövdükten sonra polis karakoluna koydular.
Polis karakolunun arkasında depo gibi bir yer vardı ve yerde kırık çakıl taşları vardı… Temmuz’du ve hava çok sıcaktı… Bizi güneşte yere oturttular, su olmaksızın, hiçbirşey olmaksızın öylece güneşe oturttular. Sonra da sorgulamaya başladılar. Bizi tek tek alıp sorguya çekiyorlardı.
Küçük bir hücre vardı insanları koymak için. Bizi hücreye koymadılar.
Bize “Bir otobüs bekliyoruz, otobüs gelip sizi alacak ve Lefkoşa’ya Ayios Pavlos’taki hapishaneye götürecek” demişlerdi. “Hapse gireceksiniz” demişlerdi.
Ancak ben bizi hapishaneye götürmeyeceklerini, kurşuna dizeceklerini düşünüyordum, kesindi bu…
Dövülmemizin üstünden iki saat kadar geçmişti ki polis karakolu neredeyse boşalmıştı, sadece on kişi kadar kalmıştı… Hepsi EOKA-B’ciydi ve bir tanesi de önümüzde oturuyordu elinde silahla, bize nöbetçilik ediyordu…
Bize dönerek “Ben EOKA-B’ciyim, hapishanede de bulundum, beni öyle dövdülerdi ki ayaklarımı yere basamıyordum. Yani dayağın ne olduğunu çok iyi bilirim” demişti. “Sizi dövmeyeceğim ama bana konuşmanızı istiyorum” demişti.
Kimse konuşmuyordu…
“Ne istiyorsun?” demiştim bu adama.
“Sizce şimdi ne olacak?” demişti bana.
Kimse ağzını açmıyordu…
Üç defa aynı soruyu sormuştu ama kimse konuşmuyordu.
Sonunda ona dönerek “Sana bir şey söyleyeceğim” demiştim, “ama söyleyince vurmayasın beni!”
“Yok, söz veririm, vurmayacam seni” demişti.
“Tamam, dinle” demiştim kendisine… “Ben İngilizce bilirim ve Deutsche Welle’yi de, Tel Aviv’i de dinlerim, siz gelip beni tutuklamadan önce BBC’yi de dinledim…” demiştim. “Bu radyoların hepsi de haftasonuna bir Türk işgali olacağını söylediler” demiştim.
“Bütün o yabancı insanların söylediklerine inandın yani?” demişti bana.
“Tabii ki inanırım çünkü yalan söylemeleri için bir nedenleri yoktur” demiştim kendisine. “Türk da değiller, Yunan da değiller… Yani bir işgal olacak” demiştim.
“Peki ya o zaman ne olacak?” demişti bana.
“Ölenlerimiz ölecek” demiştim kendisine, “geriye kalanlarımız da hayatlarını kurtarmak için ya bir zamanlar Kıbrıslılar’ın olduğu gibi Müslüman olacak ya da esir olacaklar” demiştim. “Ya öleceğiz, ya Müslüman olacağız, ya da esir olacağız” demiştim…
“Buna gerçekten inanın?” demişti bana.
“Tabii ki inanırım. Sen söyle bana, işgalin sonucu ne olabilir?” demiştim.
“Ama işgal olacağını nereden bilin?” demişti.
“Sana söyledim ya, tüm radyo istasyonlarını dinledim” demiştim.
Gömleğim kanlı olduğu için sinekler falan geliyordu üstüme… Bana dönerek “Bak orada çeşme var, git elini yüzünü yıka ama sakın su içeyim deme… Su içecek olursan, seni kusturacam” demişti.
Böylece gidip yüzümü yıkamıştım… Çok yorgunduk, açtık, susuzduk…
EOKA-B’ciler geri gelerek başka tutuklular getirmişlerdi. Meğer gitmelerinin nedeni, başkalarını tutuklayıp buraya getirmekmiş… Beni nasıl dövmüşlerseydi, onları da öyle dövdüklerini görüyordum şimdi… Benim yaşlarımdaki gençleri böyle dövüyorlardı… Bu gençlerden birisinin kafası demir parmaklıklar arasına sıkışmıştı gancellide ve onu ölesiye dövüyorlardı. Bu gence baktığımda, onun öleceğini anlamıştım. Normal bir dayak değildi bu çünkü, tüm hınçlarıyla vuruyorlardı. Bu genci tanıyordum, son derece sakin, kimseye bulaşmayan birisiydi…
“Bunlar size ne yaptı ki? Bulabileceğiniz en sakin insanları bulup getirdiniz!” demiştim bizi bekleyen EOKA-B’ciye…
Daha sonra öğrendik tutuklanma nedenlerini…
Bu genç ve kardeşi Lefkoşa’dan dönerken yolda iki polis bulmuşlar ve onları arabalarına alarak gitmek istedikleri yere götürmüşler… Neden Makarios polisini arabalarına almışlardı! Onları tutuklayıp ölesiye dövmelerinin gerekçesi buydu…
Bu insanları dayaktan geçirdikten sonra bana, kardeşime ve babama gelmişlerdi. Babam o günlerde 63 yaşındaydı…
“İhtiyar” demişlerdi babama, “oğlularından birini kurşuna dizeceğiz… Hangisini alalım?” demişlerdi babama…
O anda Yunanistan’dan bir Yunan subayı gelmiş ve karakolun kapısında duruyordu. Bizim hakkımızda konuşuyordu bu subay EOKA-B’cilerle ve bizi işaret ediyorlardı. Bizim hakkımızda konuşmakta oldukları açıkça anlaşılıyordu. Bu Yunan subayı kendisiyle birlikte askeri bir takım da getirmişti. Bunlar normal askerlerdi, EOKA-B falan değillerdi yani. Yakındaki Lakadamya askeri kampından gelmişti bu Yunan subay. Böylece bir idam mangası kurmuşlardı! Deftera polis karakolunun önünde bir duvar, altı tane asker, bu bir idam mangasıydı…
“Oğlularından birini kurşuna dizeceğiz” demişlerdi babama.
“Nedir söylediğiniz!” demişti babam…
“Bir tanesini seç” demişlerdi babama…
“Size hangi kolumu keseceğinizi mi söyleyecem?” demişti babam… “Sağ kolumu mu, sol kolumumu mu keseceksiniz? Size hangisini kurşuna dizeceğinizi söylemeyeceğim” demişti.
Kolumdan beni yakalamışlar ve “Hade bakalım, sen git” demişlerdi.
Beni polis karakolunun önüne götürmüşler, duvara dayamışlardı.
50li yaşlarda bir subay gelmişti önce. Genç subay benim yanımda duruyordu, bu gelen idamı organize eden daha yaşlıca olan Yunan subayıydı.
Bana, “Birkaç dakika içinde kurşuna dizileceksin… Sana tavsiyem, silahların yerini söylemendir” demişti bu Yunan subayı.
Ona dönüp bakmış ve “İşte bu kadar” diye düşünmüştüm… Bu adam ciddiydi, genç bir EOKA-B’ci değildi. Beni gerçekten kurşuna dizeceklerdi…
Bu arada şunu da söyleyeyim: Diğer tutukluları getirirken yolda Kostas Mişaulis’i kurşuna dizmişlerdi! Bu, Derviş Ali Kavazoğlu’yla birlikte öldürülmüş olan Kostas Mişauli’nin yeğeniydi ve aynı ismi taşıyordu. İşte bu nedenle geldiklerinde üstleri başları kan içindeydi bu EOKA-B’cilerin… Yolda gelirken durmuşlar, Kostas Mişauli’yi öldürmüşlerdi – beş kişiydi bunlar, birisi itiraz etmişti –onu alıp tekrar kamyona koymuşlar ama kaldırırken, üstleri başları kan olmuştu. Mişauli’nin yanındaki genci benim yanıma oturtmuşlardı – henüz 15 yaşlarında bir gençti bu. Ona “Ne oldu?” diye sormuştum. Çünkü ağzında kan vardı bu gencin… “Mişauli’yi vurdular, bana da taşların üstündeki Mişauli’nin kanını yalattılar” demişti… Yoldaki taşlara bulanan kanını bu gence yalatmışlardı… Bu olay, beni kurşuna dizmek için götürmelerinden birkaç dakika önce olmuştu…
İdam mangasını ayarlayan adam bana “Silahların yerini söyle” dedikten sonra oradan ayrılmıştı.
Orada duran genç subay bana dönerek “Benim işim nedir bilir misin?” demişti.
“Nedir?” demiştim.
“Yere düştüğünde, alnının ortasına bir kurşun sıkmak benim işimdir” demişti. “Oyunu kaybettin” demişti. “O zaman neden silahları vermiyorsun?” demişti.
Ben de ona dönerek “Tek bir silahım olmuş olsaydı, bu durumda olmazdım” demiştim. “Sizin tarafınızdan kurşuna dizilmek yerine çarpışırdım ve son kurşunu da kendi kafama sıkardım” demiştim. “Üzgünüm ama bende silah yoktur” demiştim. Yüksek sesle konuşmuyordum, benden bir ayak kadar uzaklıkta duran bu subaya konuşuyordum sadece…
“Silahım yoktur ve silahım olmadığı için çok üzgünüm” demiştim kendisine. “Bu duruma bakılacak olursa, keşke olsaydı silahım” demiştim. “Ne yapmamı istiyorsunuz? Gidip çarşıdan silah mı satın alayım yani?” demiştim.
Bana, “Tamam” demişti, “yani silahları vermiyorsun…”
“Bende silah yoktur” demiştim.
“Tamam” demişti, “öyleyse arkanı dön…”
Ben de, “Neden arkamı döneyim ki?” demiştim.
“Arkanı dön dedim sana!” demişti, “Duvara doğru dön!”
Arkamda idam mangası olacaktı tabii ki!
Ben de kendisine “Ben sırtımdan vurulmak istemiyorum” demiştim.
“Neden sırtından vurulmak istemiyorsun?” demişti.
“Çünkü ben bir hain değilim” demiştim.
“Sen bir hainsin” demişti.
“Ben idam mangasına doğru durmak istiyorum” demiştim kendisine.
“Eğer idam mangasına doğru duracaksan, başına bir torba geçireyim” demişti.
“Neden kafama bir torba geçireceksin? Kurşunların bana doğru geldiğini görmek isterim” demiştim.
Üç gündür yeyip içmemiştim, çok yorgundum, vücudum çökmüştü… O nedenle üstüme etmedim çünkü üstüme edecek bir şey yoktu ki içimde!
O anda “İşte hayatın sonu bu” diye düşünmüştüm… “Ne yapabilirsin? Öleceksin” demiştim kendi kendime.
Bu yeryüzünde pek az insanın yaşadığı bir deneyimdir – ve bu sizi sonsuza dek değiştiren bir deneyimdir.
Bu deneyim beni değiştirdi, hayata bakışımı değiştirdi…
Kısacası arkamı dönmemi sağlamışlardı, ellerimi iki yana açtırmışlardı, duvara bakıyordum, duvar boyumdan pek az yüksek bir duvardı… Ellerimi duvara koydum, gözlerimi kapadım… Askerlere emir verdi bu subay ve askerler ateş açtılar… Gözlerimi kapamıştım, havada asılıydım sanki, bunun benim başıma geldiğine inanamıyordum… Bana anlatılan oydu ki bir kurşun göğsünüzü delip geçtiğinde hemen ölmezsiniz, aradan birkaç saniye geçtikten sonra yere yığılırsınız… Yere düştüğünüzde hala hayatta olduğunuz için, alnınızın ortasına bir kurşun sıkarlar…
DEVAM EDECEK