MAYIS HEYECANI
Ah bu ben! Böyle diyesim var son günlerde… Hayatın rüzgârına kapılmış giderken hep kalbim sancıyor nedense… Çok insanla tanışmak, fazla sosyallik acayip yorucu… Bu beni yatağa düşürdü birkaç gün. Bir soğuk algınlığı sonuçta ama yollarda geçen zaman, geç vakitlere kadar süren içki sofraları, sohbetler filan direnç yitirmenin nedeni… Bavulumu boşaltıp kaldırmışken Gaziantep yolculuğu için yeniden hazırladım bugün. Siz bu yazıyı okurken oralarda olacağım. Yine bir yumurta kapıda yazısı itiraf etmek gerekirse… Kaç gün evde yatıyordun niye yazını yazmadın diyebilirsiniz tabii… Kafam öyle yoğundu ki okuyarak ve TV programları izleyerek dağıtmaya çalıştım biraz. Uzandığım kanepede yazabileceğim yazıların ilk cümlelerini kurup durdum ama sonra hepsini unuttum.
Cümlelerin bol olduğu zamanlardan geçmek insanın kendi iç cümlelerinin kalbini kırıyor sanki… Başkalarının cümlelerinin, hayatlarının, görüntülerinin işgali altındayım bu günlerde… Bu kadar çok insanı, onların hikâyelerini, bakışlarını, onlara dair ince suçluluk ve pişmanlıkları içinde taşımak ne kadar yorucu…
Dinginliği, çok zor ulaşılacak bir dinginliği özledim doğrusu… Önümüzdeki günlerdeki programıma ve kalabalık yapılacaklar listesine bakılırsa yakın zamanda pek de mümkün değil gibi görünüyor bu. Gerçi yaz kapıda ve tempoyu düşürmek de biraz insanın kendi elinde.
Çok gezenin anlatacak çok şeyi olur diye bilinir ya şu anda tasnif edilmemiş, üzerinde düşünülüp derinden kavranmamış bir hamlıkta, bir uğultu halinde yaşadıklarım. İçimdeki bu karmaşa, bu acı-tatlı akış belki şiire dönüşecek zamanla…
Beni en çok yoran başkalarının hikâyelerini kalbimde taşımam ve onlar için üzülüp kaygılanmam. Çok yakınım olması gerekmiyor bu insanların… Yeni tanıştığım biri ile paylaştığım birkaç cümle, küçük bir anı bile içime yerleşiyor; hep onu düşünmeye, bana anlattığının boşluklarını doldurmaya hikâyenin gidişatını kendi içimde kurgulamaya başlıyorum. Bu yüzden tekbaşınalık gibi bir tercihim oluyor hayatın belirli dönemlerinde…
Yalnızlık bazen katlanılmaz oluyor ama… Sevgi, onay ve şefkat arıyoruz hepimiz sonuçta. En güçlü görünenlerin bile içini kazığında kırılgan bir çocuk bulabiliyorsun orada. Bir de akıp giden zaman karşısındaki çaresizliğimiz var tabii…
Birbirine dokunup geçiyor artık yakın arkadaşlar bile… Herkesin bir koşuşturması, kendi özel programı var. Kısacık buluşmalara çok söz, çok anı sıkıştırmaya çalışıyoruz bu yüzden… Sonra kurulmamış cümleler, paylaşılamayanlar içinde bir burukluk olarak kalıyor insanın.
Yaz geliyor diye bu yüzden seviniyorum biraz da… Arkadaşların, sevgililerin birbirine daha fazla zaman ayırabildikleri tatil halleri, daha uzun günler gelecek yakında.
Mayıs da güzeldir ama… Bu yıl 1 Mayıs’ta İstanbul’da olmadığım için payıma düşen biber gazını almamış durumdayım. Çok daha neşeli ve coşkulu bir kalabalık arasındaydım Kıbrıs’ta. Ara Bölgedeki ortak kutlama moralimi düzeltti bir miktar. Böylesi kalabalıklar bir gün barış için de sokağa çıkar umarım.
Güzel başladı Mayıs ve hepimiz için güzel geçecektir umarım. Benim için bu taptaze Mayıs’ın ikinci mutluluğu dün gece adanın güneyindeki THOC Tiyatrosunda izlediğim Adonis Florides’in yönettiği Hep Gerçeği Söyleyen Yalanlar adlı oyundu. Bir Şiir Sirki oluşturmuş Adonis. Kıbrıslı şairlerin şiirleri çok yaratıcı, eğlenceli, derin ve çarpıcı bir biçimde bir sirke taşınmış. Akrobatlar, sihirbazlar, balerinler, palyaçolar canlandırıyor dizeleri. Temposu, sürprizleri harikaydı oyunun, oyunculuklar da oldukça iyiydi. Bu arada oyunun en erotik bölümü benim şiirimin canlandırıldığı bölümdü “Öpme beni/ zehirli dilin intiharım” kısmında öpüştüler mesela. İyi ki şiir var, iyi ki tiyatro var dedim dün akşam. Yaratıcılığın, özgürlüğün, sevgi ve kucaklamanın olduğu yerde güzel hayat…
Bugün, bu yazıyı okurken mutsuzsanız, enerjiniz düşükse bir şiir okuyun, sokağa çıkıp uzun bir yürüyüş yapın, bir oyun izleyin derim. Hayattaki kötülükleri, bize dayatılan mutsuzluğu, baskıyı ve zorbalığı yenmenin bir yolu da bu…