“Meclis’in arkasında bir kuyuya bazı “kayıplar”ın gömüldüğü anlatılmaktaydı…”
OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…
Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:
“Şimdiki Meclis binası, bildiğiniz gibi bir zamanlar Dianellos sigara fabrikası idi… Sanırım 1963’lere kadar faaliyetlerini sürdürdüydü… Dianeollos sigara fabrikası 1963 çatışmaları ardından Kıbrıslıtürkler’in eline geçince, bir süre mücahitlerin sigara ihtiyacı buradan giderildiydi…
Meclis binası yani Dianellos sigara fabrikasının arkasında bir kuyuya bazı “kayıplar”ın gömüldüğü anlatılmaktaydı. Ben bunu işittim fakat 1963’te mi yoksa 1974’te mi, onu öğrenemedim. Onu da Kayıplar Komitesi araştırsın diye önermekteyim…
Meclis binasının bittiği noktadan – yüzünüz kuzeye bakarsa – hemen sola dar bir yolcuk vardır…
O yolcuktan ilerlerseniz, Meclis binasına bitişik ama arkasında bir alana çıkarsınız… Buradaki bir kuyudan söz edilmekte ve bu kuyuya üç “kayıp” Kıbrıslırum’un gömüldüğü anlatılmaktadır… Bu konuda benim söyleyebileceklerim bu kadardır… Gerisini getirmek için siz bunu yazınca, belki bu konuda bilgi sahibi olanlar insafa gelir ve konuşurlar ve hepimiz de bunun doğruluk derecesini öğreniriz…
1963’lerden sonra Dianellos sigara fabrikası ne olarak kullanıldı? Karargah mıydı? Bir dönem burada mücahitler için bir tür yatılı yer yapıldığını hayal meyal hatırlarım ama ayrıntı bilmem… Bu binanın geçmişini araştırırsanız, belki 1963’ten 1974 sonrasına kadar kimlerin komutasında bulunduğuna bulabilirse Kayıplar Komitesi, belki bu da araştırmalara yardımcı olabilir…”
Bu okurumuza gösterdiği bu insani duyarlılık ve paylaştığı bu bilgiler nedeniyle çok teşekkür ederiz.
Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi okurlarımızı, isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı cep telefonumdan beni veya 181 ihbar hattından Kayıplar Komitesi yetkililerini aramaya davet ediyorum…
MAĞUSA’DAN 1980’Lİ YILLARDAN BİR HATIRA…
“Araplar’ın savaşı…”
Ulus IRKAD
Kuzey Kıbrıs’ta 1977 yıllarından itibaren turist rehberlik kursundan sonra rehberlik yapmaktaydım. Bu konuda başta Türkiyeli olmak üzere İtalyan, Amerikan ve İngiliz turistlere de rehberlik yaptım. Arap turistler 1980’li yılların başlarında Suriye tarikiyle adaya gelmeye başladılar. Arapların gelişi daha fazla İtalyan turistlerin adaya gelişlerinin durmasından sonra başlamıştı. İtalyan turist piyasasını Yeşilköy Havaalanındaki sorunlardan ve saatlerce aynı havaalanında rötarlı beklemelerden sonra kaybetmiştik. Söylemek gerekirse her grubun adaya gelişinde bagajların kaybolması da cabasıydı… Doğrusu Araplar yaptıkları alışverişler ve döktükleri parayla göz doldurmaktaydılar. Türkiye’deki 12 Eylül Cuntası’nın serbest piyasa önlemleri almasıyla oradan gelen turist sayısı o dönemlerde oldukça düşmüştü. Bilhassa 1982 ve 1983 yılları Kıbrıs Türk Turizmi için bir duraklama dönemidir. 1975’lerden turizm faaliyetlerinin başlamasıyla Kıbrıs adeta Türkiyeli turistlerin bavul turizmine sahne olmakta, onbinlerce turist hem Lefkoşa, Girne ve hem de Mağusa çarşılarından Kıbrıslı tüccarların Avrupa’dan hiç vergi ödemeden getirdikleri ve adına “Bedelsiz İthalat Rejimi” denilen bir haktan dolayı ucuza alışveriş yapma imkanını kazanıyordu. Ama olan da Kıbrıslıtürklerin daha fazla vergi vermelerinden ceplerine oluyordu. 12 Eylül darbesiyle Türkiye serbest piyasa rejimine geçer geçmez, hükümete gelen Özal kabineleri, Türkiye’de uygulanan ithalat kısıtlamalarına son vererek, artık Kuzey Kıbrıs’ın getirdiği eşyaların aynilerini Türkiye’ye ithal etmeye başlayarak Kıbrıs’taki turizm kaynağını da kurutmuş oluyorlardı. Yani böylece 1982-83 yıllarına geldiğimizde otellerin sinek avlamaya başlamalarındaki sebep de esasında bundan kaynaklanmaktaydı.
Tam o sıralarda kendi kurdukları bir acentede rehberlik ve yöneticilik yapmakta olan iki arkadaş Şam’da bulunan bir Arap Acentesi ile ilişkiye geçerek, Irak, Ürdün ve Suriye’den toplama birkaç grubu Salamis Otel’e tatile getirmişti. Başlarında Şaffer adlı, Suriye’nin başşehri Şam’da parfüm fabrikaları olan esmer ve şişman bir adamla, yine yardımcısı Muhammed adlı bir kişi vardı. Esasında Arapların alışverişleri ve şöförlerle rehberlere verdikleri bahşişler oldukça yüksekti. Piyasa biraz olsun ferahlıyordu. Hele hele Lefkoşa’da Adem Kanerler’deki alışverişleri ise oldukça hareketli geçmekte ve halılara kadar bütün bir alışveriş merkezinin tüm mallarını neredeyse alma noktasına da gelmekteydiler. Yani Araplarda para oldukça boldu. Pek tabi ki bu gelen turistler belli ki kalburüstü elit kesimlerden insanlardı.
Mağusa’ya gelen feribot Lazkiye’den gelen Arap kafilesini alıp limana getirmişti. Onları pasaport işleri oldukça zor olduğundan ötürü acenteyi kuran arkadaşlar limandan alıp otele getirmişler ve tur işi de bana kalmıştı. Grup birkaç Arap ülkesinden olduğu için aralarındaki farkları çok iyi gözlemlemekteydiniz. Örneğin Avrupai giyinenler genelde Ürdünlü, türbanlı kadınların bulunduğu ailelerin bir kısmı da Iraklı ve bir kısmı da Suriyeli’ydi. Ertesi gün sabahleyin onları Lefkoşa’daki tura götürecek olan bendim. Bu arada Arapça yerine onların rehberi Abdullah’a İngilizce söylemekte Abdullah da onlara Arapça çevirmenlik yapmaktaydı. Abdullah da tipik iri yarı bir Araptı. Yol yorgunluğundan olacak tur günü ne Muhammed ne de Şaffer onlarla beraber bu tura gelecekti. Grup benim kontrolüme verilmişti. Muhammed gruptakilerin İngilizce anladıklarını söylemişti. Bu arada otobüse kadar bana refakat etmişti:
-Bütün yolcular otobüse !
-Kulli seyyare il el bas
-Bütün yolcular otobüse!
-Kulli seyyare il el bas...
-Ehlen ve sehlen
-Ehlen ve sehlen (Arapça bir selamlaşma)
Gördüğünüz gibi Arapçamı da ilerletiyordum.
Tüm yolcular yavaş yavaş otobüse gelmeye başlamışlardı. Biraz sonra herkes otobüste hazırdı. Tabi ayrı ayrı kültürde Arap ülkelerinden geldikleri belli oluyordu. En öne, karısı güzel bir Süryani kadını olan, Ziyad adlı bir Ürdünlü modern işadamı oturmuştu. Hatta ara sıra genç ve güzel sarışın karısına sarılıp onu Avrupai tarzda dudaklarından da öpmekteydi. Öpücükler tur sırasında devamlı konmaktaydı. Şöförümüz Mesaryalı Fehim de bu güzel kadının bacaklarını arada sırada süzmez değildi. Bu arada ben onlara Kıbrıs hakkında bilgiler verirken Avrupai bu sevişmeden ötürü, otobüste pek anormal bir olay da meydana gelmemişti. Arada bir bu karma Arap grubu aşka gelip şarkı da söylemekteydi:
-İnte inte habibbek
Anaba hibbek ya habibi
Anabahibbek ya leyli
Anabahibbek ya Mustafa...
Neyse Lefkoşa’ya gidilmiş korkunç bir alışveriş yapılmış ve görünüşe göre neşe içinde tekrar Salamis Otel’e dönülmekteydi. Bu sırada Ürdünlü Ziyad Bey de Süryani güzel karısının dudağına öpücükler kondurmaya devam ediyordu. Grup içerisinde yaşı altmışlarda olan şişman ve tura birkaç kızı, torunu ve damatları ile katılan Suriyeli Kadriz Efendi, karısıyla turun başlangıcından beri öpüşüp sevişmekte olan Ziyad Bey’in tam arkasına oturmuştu. Birkaç öpüşme sahnesine şahit olan Kadriz Efendi’nin oldukça öfkelenerek kızları ve karısına birşeyler mırıldandığını görmüştüm. Ama Araplarda da Avrupai hoşgörü yerleşti, herhalde hoşgörüyle karşılamıştır, diye düşünmüştüm. Ama yanıldığımı anlayacaktım. Galiba grubun tura başlamasından beri bu konuda şikayetçiydi ama Kadriz Efendi de arada sırada şarkılara katılıp varolan şikayetini bazen erteliyordu. Tabi ki şunu da belirteyim, Kadriz Efendi ve ailesinin muhafazakar Müslüman olduklarını, hanımların başlarındaki türbanlarından anlayabilirdiniz.
Grup tekrar şarkılarına başlamıştı:
-Fatum fatum fatume...
Sirun sirun sirune
Ihla bukrap incilber yar gariptu yarune... (Yarı Arapça, yarı Ermenice ve yarı Türkçe olan 1970’lerin bir Arap şarkısı).
Şöför Fehim’in neşesine diyecek yoktu. Ama tılsım Lefkoşa dışında Aslanköy yakınlarında bozuldu. Kadriz Efendi galiba ailesi ve grup adına Ziyad Bey’in karısıyla öpüşmelerini şikayet etmek için ayağa kalkarak ateşli bir şekilde Arapça şunları söylemeye başladı:
-Vallahü’l azim, Mafi Tarbiyye (Vallahü’l azim, senin hiç terbiyen yoktur)
Mafi medeniyye (Senin medeniyetle de bir alakan yoktur)
Mafi mektebiyye (Senin eğitimle de bir alakan yoktur)
Mafi milliye (Senin milliyetin de yoktur)
Vallahü’l azim katli vacib (Senin katledilmen gerekir)...
Bu söz ortalığın savaş alanına dönmesine sebep oldu. Kadınlar kadınlarla saç saça, erkekler (bilhassa Ürdünlüler, Irak ve Suriyelilerle) otobüs içerisinde yumruk ve maalesef bıçaklarını da çıkarıp kavgaya başlamışlardı. Aradaki BM arabuluculuk görevini ben yapmaya çalışıyordum ama arada sırada havada uçan kadın ayakkabılarından nasibimi almazsam, tabii. Kendimi ayakkabı ve bıçak salvolarından kurtarmaya çalışıyordum. Zavallı şöför Fehim, biraz önce Ziyad Bey’in güzel hanımın dolgun göğüs ve bacaklarıyla harmanlanmış şuh öpüşmelerini seyrederken şu anda sağ salim Salamis’e dönüp otobüsünü kurtarmaya çalışıyordu. Arada sırada benim üzerimden atlayan kadın ayakkabıları şöför Fehim’in kafasında patlayarak otobüsün ön camına çarpıp yine kucağına düşüyordu. Bir aralık otobüs zik zak yapmaya başlamış ve karşıdan araba gelseydi her an çarpışma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı (O zamanlar daha Mağusa-Lefkoşa yolu genişletilmemişti). Ben bu arada çekilen bıçakların tekrar kınlarına sokulmasını sağlamak için telaş ve korkudan Kur’andan ayetler okuyarak (İngilizce), olayı sakinleştirmeye çalışıyordum. Evet, Müslümalığın bayram kutlamaları dışında hiçbir adetini yerine getirmeyen solcu ben, Kur’andan ayetler okuyarak (o sıralarda okumuş ve içerisinde neler yazıyor diye merak etmiştim, bu dinci ve muhafazakar Arapları yatıştırmam için elimdeki en büyük silahtı...) grubun sakinleşmesine çalışmaktaydım. Arada sırada Fehim’in imdat seslerini de duymaz değildim:
-Hocam sana sığınıyorum, kurtar beni bu kavgadan, söyle onlara yoksa araba biraz sonra yoldan çıkıp kaza yapacağız!
Otobüs allem kallemdi (Darma dağın olmuştu). Bereket bıçak salvolarından yaralanan ve ölen olmamıştı Yoksa kime anlatacaktık derdimizi!) Hediyelik olarak alınan eşyalar da silah diye kullanılmaya başlandı. Ama neyse ki biraz sonra BM arabuluculuğu görevini tam yaparak olayı sakinleştirmiş, herkesle bir bir muhatap olarak ve de Ziyad Bey’den de onların önünde karısını öpmeyeceği garantisini alarak, olayı sakinleştirmiştim. Ama Fehim’in şu sözleri de beni çok düşündürmüştü:
-Şimdi anladın mı hocam, şu İsrail bu Arapları savaşlarda niye hep yeniyor? Aha birbirleriyle böyle kavga ederler da onun için...
Neyse bu maceradan sonra otele geldik. Otele vardığımız anda bizim Araplar tekrar kavgaya başladılar. Onları otel müdürü Gültekin Bey ve polisler güç yatıştırdı. O gece saat 12.00’de Arap-İsrail savaşını bitirir gibi kavgayı da uzlaşmayla bitirdik. Ziyad Bey’le dinci Kadriz Efendi birbirlerine sarılıp tokalaştılar. Kadriz Bey Kıbrıs karpuzunu çok sevmişti ki garsonlara dönüp tüm gün boyu devam eden hararetini bastırmak için şöyle bağırmaya başladı:
-Karpuz, ya Efendi, karpuz...