Mektup 31
Akşam çökmeye başlamıştı.
Küçük penceremin yanında, sabaha inat farklı bir koşuşturma başlamıştı yine.
Bu kez herkes evine gitmek için hareketlenmiş.
Kimisinin elinde filelerden sarkan sebzeler, kimisinin bir somun ekmek, kimisinde laptop. Kimisi tüm bunlardan kendini arındırmış, sırtına astığı çantasıyla, elini tuttuğu sevgilisiyle yol alıyordu.
Bugün mektubun gelmedi.
Belki yarın. Belki yarından da yakın (gülüyorum). Slogan gibi oldu vesselam.
Bir önceki mektubunu alıyorum yine elime.
O kadar uzun yazıyorsun ki bazen, tümünü bir solukta okumak sanki “kim vurduya gitti” hissini veriyor bana.
Bundandır ki bazen iki-üç kezde bitiriyorum mektubunu.
Her cümlenin derinliğini ve anlamını çözmeye çalışıyorum: çölde yol alan bir Bedevi misali. Biliyorum ki her sözcüğün hatta koyduğun her noktanın adeti bile bir önem taşıyor.
Hani bir maksadın var diye inanıyorum.
Son mektubunun altında, şiirsel bir yazın vardı.
Bunu en sona saklamıştım.
Satırlar, satırların üzerine binmişti, daha önceki yan yana sıralananların inadına sanki.
Bu kez bir çizgi üzerinde cümlelerini yazmak yerine, bir piramit gibi duygularını üst üste koymayı yeğlemişsin.
Merak ediyorum... ve okuyorum karanlık çökerken sokaklardaki ayak seslerine...
“Hangisine yanasın.
Bir yanın; diğer yanına nisbet eksik, önün; ardına inat ikisi de yok.
Ne önünde yol almanı sevgisiyle, sıcaklığıyla gösterecek biri, ne de ardından seni destekleyecek güven verecek biri, ne solunda ne de sağında koluna girecek biri olmaksızın, karanlıkta yol almak.
El yordamıyla aramak geleceği, huzuru.
El yordamıyla sevmek, sevdiklerine güven vermek.
El yordamıyla yürümeye çalışmak tek başına, karanlığa inat, yaşamsızlığa inat, kadere inat, önündeki tüm engellere inat.
Hangisine yanasın ki: karanlığa mı, belirsizliğe mi, yalnızlığa mı, kadere mi, yoksa güvensizliğe mi...
Dört duvar arasına hapsederken kendini Dervişler, hapis olduklarını sanmanın sığlığında, anlayamıyor insan onları, neyi aradıklarını.
Halbuki iç muhasebenin, doğruya ulaşmanın, O’nu aramanın yolunun dört duvar arasından geçtiğini bilenlerdir onlar.
Dört duvar; dört dünyaydı aslında Derviş’i çevreleyen: iyi-kötü, uzak-yakın...
Derviş’ler biliyor iyinin ve kötünün; anlamının ve etkisinin; sana olan uzak ve yakınlığına bağlı olduğunu.
Ve biliyorlar yalnızlığın paylaşılmazlığını, Tanrı’yla bir olurken, zikrinde nefsini temizleyip kötülüklerden arınmanın, yani ‘insan’ olmanın yolunun burdan geçtiğini...”