MEKTUP 35
Kapanmaz bir yaraydı sanki yüreğinde.
Kaşımadan kanayan, kabuklansa da dökülmeyen, üzerine her dokunuşunda canının orada attığının yangınlığında gözünü dolduran yaşlar.
Bu anlarda olurdu es geçmek istencin bu hayattan.
Es geçmek; dünyevi ihtirasları, kavgaları, söylemleri, kırgınlıkları, planları, hayalleri, beklentileri.
Hani yaşamınla ilgili proje kurmanın abestliğiyle iştikalin şamar gibi patladığı surat acısıyla aynıydı yüreğinin yarası.
Canın yandıkça bir muhasebeci gibi yatırırsın masaya o anki yaşamının her zerresini, sonra toplar çıkarır-böler çarparsın ne gibi anlamsızlıklarla uğraştığını bu hayatta.
Elinde “sıfır”dan başka birşey kalmaz her defasında.
“tamam” dersin “artık sıfırları 1 edeceğim”in kararıyla kalkarsın muhasebe masasından, 1 günü değil, 1 saati geçmeden çekilirsin yeniden abuk-subuk gündelik çekişmelere.
Yaran kanamaya devam eder, gözlerin anlamsızca anlam yükleyemediğin gündelik hayat çekişmelerinde.
Sol kulağında bir ses, sağ kulağında bir başkası.
Gözlerin boşlukta.
Bir uğultu gibi gelmeye başlar sana herşey, yüreğinin acısını ve yaşamın nasıl olması gerektiğinin kalp atışlarında.
Anlam yüklemek istemezsin “anlamsız” dediklerine.
Kaçmak, uzaklaşmak tek çare görünse de, kalmayı, etrafındakileri değiştirmeyi seçersin her defasında, hüsranla noktalamanın alışkanlığında.
Her fotoğrafa baktığında bir damla gözyaşının puslattığı görüntülerde, kapanmaz yaranın izdüşümleriyle tek başına yol alırsın o anda.
Belki de yalnız olduğun tek anlardı.
Dört duvar arasında yüreğinin yekesinde yol aldığın engin anı sularında.
Kapını pekilersin yüreğini pekilediğin gibi, sürgü kilidin ağır sesinden kaçmak istercesine.
Doyasıya ağlatırsın yüreğini, ağlama hakkının özgürlüğünde...