MEKTUP 42
“...Bir başkasının başarısı, bir diğerinin cahilliğini ortaya çıkarır.
Kıskançlığın bir modeli de bundan doğar...”
Diyerek başlıyordun mektubuna.
Konu belli.
İnsanoğlunun genel olarak değil belki ama, farklı coğrafyalarda yaşayan farklı insan toplulukları arasındaki “kıskançlık” duygusunun özellikle “başarı” alanında kendini göstermesinin, bunun bir “kin-nefret” reaksiyonuna dönüşmesinin elbette insan topluluklarının-halkların hayata bakış, kültür, görgü ve beklentileriyle paralel gelişmektedir. Bu konunu sevdim doğrusu.
Bakalım başka neler yazmışsın...
“cahillik; sadece eğitim almak ve almamakla sınırlandırılamaz.
Eğitim alıp kendinizi bir insan olarak törpülemediğiniz, kişilerarası diyaloglarda hoşgörü, takdir etme ve hata kabullenmeyi bir meziyet olarak değil; olması gerekenin bu olduğunu hissederek içinizde bunu yaşatmaz, yaşamınızın bir hâl durumu hâline getirememişseniz, o zaman adınız ‘okumuş cahil’ olmakta ki, kültürel anlamda geri kalmış ülkelerda bolca bulunan bir davranış şeklidir...”
“okumuş cahil” yakıştırmasını her zaman duymuşuzdur.
Yüksek öğrenim, masterler, doktoralar hatta profesörlük etiketi taşıyan bazı insanların bir davranışıyla karşılaşırsınız ki, işte o zaman böylesi bir yakıştırmayla onu anar olursunuz. Demek ki sadece “okumakla” olmuyor bu iş.
“kültür-davranış biçimi”; ne parayla ne de okumakla kazanılan birşeydir.
Bu aileden, çevreden etkilenerek ve dolayısıyla kendini insan olarak geliştirmenin bir getirisidir...
“bir an oturup düşünmeyi bile es geçer, gerçekten ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü ve nefes alıp biyolojik olarak yaşarken, insan ilişkilerimizdeki hallerimizi, hayata bakışımızı ve en önemlisi ‘takdir etmeyi-özür dilemeyi’ ne kadar içselleştirebildiğimizi düşünmeyiz.
İnsanın egolarının ve kıskançlık duygusunun törpülendiğini gösteren ilk şey; bir başkasının başarısını takdir etmesi ve yanlış yaptığı bir olay karşısında özür dilemeyi becerebilmesidir.
Bu iki davranış şekli, iç dünyanızın, ruh halinizin en güzel göstergesidir.
Ama ne yazık ki yaşamın hızlı dönen çarkı içerisinde gündelik davranış şekillerimizle özümüzü unutarak yol almakta, bir an bile iç dünyamıza dönüp bakmayı düşünmeden, düşünüp de erteleyerek zamanı tükettiğimizi ancak ya bir hastalık anında, ya ölüm döşeğinde hatırlarız. Ya da hiçbir zaman hatırlamadan ölüp gideriz.
Ve ölüp gidene kadar birçok kez ‘buraya kadar, artık hayatı içimden geldiği gibi yaşayacağım’ deyip de 24 saat’i bile doldurmadan, aynı sarmalın içerisinde yol almaya devam ederiz.
Nokta koymak işte bu kadar zor ve bu kadar kolaydır.
Zor’dur; çünkü karalılık ister.
Kolay’dır; çünkü kararlıysan yaparsın.
Ertelemek; zamanı tüketmekten başka bir şey değildir.”