MEKTUP 46
“Etrafını temizlemek elzem oluyor bazen.
Hani politik söylemlerde bile yer alır ya ‘önce evinin önünü temiz tutmalısın’ diye, işte öyle birşeydir çevrendeki insan kitlesi için de.
Ruhuna mancınıkla savrulan kocaman taşların açtığı her delik, gitgide savunmanı kırmaya başlasa da, mutlaka inancın ve gücün yer aldığı duvar örücüleriyle her delik kapanmakta, bir öncekiden daha sağlam olabilmektedir.
Ama tarih boyunca hiçbir kale sonsuza dek böylesi saldırılar karşısında direnemediği, gün gelir duvarlarının yıkıldığı da bir gerçektir.
Tıpkı ruhumuz, kalbimiz, düşüncelerimiz, ideallerimiz ve yaşama sevincimizin yerle bir olabileceği gibi.”
Sabahleyin gelen mektubunu ancak gecenin bu saati okumaya fırsat bulabiliyorum.
Yok hayır umursamadığımdan değil, aceleyle evden çıkmam gerektiğinden böyle erteleme oldu. Yoksa merakımı biliyorsundur.
Bir hastalık gibi benimkisi.
Mektupsuz kalmak, bir boşlukta yaşamak sanki benim için.
Ve elbette senden gelen mektuplardan behsediyorum.
Ne ilginçtir ki, bu düşüncelerimi günlüğüme yazarken seninle hep konuşur gibi oluyorum. Halbuki nerede olduğunu, nasıl yaşadığını bile bilmiyorum.
Kısacık ayak üstü bir görüşmeydi bizimkisi, ardını mektuplara bağlayan monolog bir tiyatro gösterisi gibi.
Hani sana cevap yazayım desem, adresini bilmiyorum.
Mektubun damgasına bakıp nerede yaşadığını öğrenmeye kalktığımda da, her mektubun farklı postahanelerden postalandığını görür, sanki “bilinmez” olmayı özenle koruduğun hissini bende yaratıyorsun.
Pencere kenarındaki koltuğumda bu kez aydınlık bir sokağa değil, sisli, karanlık, yer yer ruhsuz sokak ışıklarının bırak yolu, kendini bile aydınlatmayan sönük halleri bir umut misali yanmakta.
Diyeceğim; mektubundan ilk algıladığım karanlık ruhunla, sokaklar aynı...
“Etrafınızdaki insanlar, düşmanlarınız olmayabilir.
Hatta düşmanınız bile değil.
Ne ki insanın insana düşmanlığı?
Ancak dostluk, arkadaşlık, tanıdık ya da tanımadık halleriyle değer bulur etrafındaki tüm insanlar.
Niye her birinin farklı bir tanımı ve değeri var diye düşünüldüğünde, işte o zaman anlıyorsun; insanoğlunun birbirini katagorize etmesinin nedeninin; karşındakinin sana olan yakınlığı ve uzaklığıyla alakalı olduğunu.
Elbette mesafe anlamında bir yakınlık-uzaklıktan değildir bahsedişim; ruhumuzdan, kalbimizden, inanmışlığımızdan, güven duygumuzdan, paylaşımımızdan... kısacası tertemiz bir dostluktandır bahsedişim.
Bir başka dostluğuyla dostluğunu ortadan kaldırmayan, yok saymayan, dışlamayan, her dostluğun ve dostun birbirine karışmayan yerlerinin, yüreğinde farklı yerlerde tutabilmeyi beceren dostluklardan bahsediyorum.
Bir başkası tarafından silinenin, senin tarafından da silinmesi gerektiği inancı ve davranışı olmayan bir dostluktur benimkisi.
Çorap söküğü gibi birbiri ardına düşmüş, seçilmiş, birbirinden habersiz ama öyle olması gerektiği yanılgısıyla ortak tepkisel hareketlere giren bir dostluk güruhu değildir geçekliğiyle bağdaşmayan.
Belki de gerçeklik bu’dur.
Dost-yakın-içini dökeceğin insan sayısı bir parmaktan öteye gitmeyendir.
İşte bundandır ruhunu acıtanları temizlmenin elzem olduğu.
Kolay mı? Kimisine göre evet, kimisine göre hayır.
Ama ‘yapılamaz’ değildir.
Ruhunu parçalayanlar, sana mutsuzluk, huzursuzluk verenler; tanımadıklarından çok tanıdıklarından, ‘dost’ dediklerinden gelir.
Beklentiler; ancak onlarla, onlardan gelmesini beklediklerinle oluşur yüreğinde ve bunu da ‘dost’ olarak algılar insan.
İşte insanın ruhunun ağırına giden de budur.
Acıları verenleri ortadan kaldırmak, huzur, mutluluk ve paylaşımıyla yüreğindeki delikleri sıvayanlarla yol almaya de