1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Melburn’dan iki göçmen Kıbrıslı kadının hikayesi...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Melburn’dan iki göçmen Kıbrıslı kadının hikayesi...”

A+A-

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, araştırmacı-yazar, akademisyen ve grafik sanatçısı, TALES OF CYPRUS yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” internet sayfasının yaratıcısı Konstantinos Emmanuelle, Melburn’da yaşayan iki göçmen Kıbrıslı kadını bir araya getirmiş ve öyküsünü kaleme almıştı... Bu öyküyü okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik... Konstantinos Emmanuelle şöyle yazıyor:

***  Bu, 60 yıl boyunca Melburn’da yaşamış ancak hiç tanışmamış iki Kıbrıslı kadının hikayesidir. Onların izniyle geçtiğimiz hafta (2017’de) onları bir araya getirmeye çalıştım. İki kadın benim teyzelerimdir, biri Frossa (Frosso) diğeri de Kloe ve ikisi de annemin akrabasıdır. Birbirlerinin varlığından haberdar olsalar da, yüzyüze buluşma fırsatı hiç bulmamışlardı. Frossa teyzeyi Kloe teyzeyle tanıştırmaya götürmek üzere arabamı sürerken, hayatının çoğunu Melburn’da yaşayıp da evinden 40 dakika uzaklıkta başka bir Kıbrıslı’yla tanışmamış olmanın ne kadar tuhaf olduğunu düşünmeden edemedim. Neden bunca senedir buluşamadıkları konusunda bazı nedenler düşünebiliyorum.

***  Öncelikle her ikisi de Kıbrıs’tan göçmen olarak 1950’li yıllarda geldiklerinde evde kalarak çocuk yetitirmek bekleniyordu onlardan, eşleri işe giderken... O günlerde Kıbrıs diyasporasından çoğu kadına erkeklerin sahip olduğu hareket serbestisi pek az tanınıyordu. İkincisi, Kloe ve Frossa, pek az İngilizce biliyordu, böylece Melburn gibi yabancı bir metropolde dolaşmak (kamu aracı kullanarak dahi) neredeyse imkansızdı. Üçüncüsü, araba süremedikleri için bir yere gitmek için eşlerine bağlıydılar ancak kocalarının belki de eşlerini uzak akrabalarıyla buluşturmak üzere varoşlarda araba sürmekten daha acil işleri vardı.

***  Batılı dünyanın pek çok büyük şehri gibi Melburn da, Frossa ve Kloe gibi göçmen kadınlara göre çok büyük ve ürkütücüydü... Kıbrıs’ta geride bıraktıkları köylerine hiç benzemiyordu, dışarı çıkıp yeni arkadaş edinmek veya komşularla tanışmak bile zordu. Frossa ve Kloe için Kıbrıs’ın bir köyünde yaşamanın güzelliği oydu ki, herkes herkesi tanırdı. Aslında aynı anda yüzlerce insanı tanımak da mümkündü, komşu köylerde yaşayanları bile çünkü belki de evlilik ya da iş yoluyla bir bağ kurulmuştu. Pek çok durumda pek çok kadın, Kıbrıs’ta kalmış olanlara kıyasla, daha yalnız ve daha izole birer yaşam sürdürmek durumundaydı sanıyorum.

***  2017’de onları biraraya getirdiğimde Frossa 83 yaşındaydı, Kloe ise ondan iki yaş büyüktü. Frossa’nın eşi 18 sene önce vefat etmişti, Kloe’nin eşi ise demansla boğuşuyor ve araba süremiyordu artık. Her iki kadın da evde kalıyor ve bir yere gitmek için aile bireylerinin kendilerine iyilik yapmasını bekliyorlardı. Bugünlerde ise dışarıya çıktıklarında ya doktora, ya eczaneye, ya da markete gidiyorlardı.

***  Kloe’nin evine gittiğimizde, mutfaktaki masaya Kıbrıs’ın geleneksel tatlı ve tuzlu yiyeceklerinin konmuş olduğunu gördüm. Kloe, her zamanki gibi misafirperverdi. Yıllar içinde öğrenmiştim ki, Kloe teyzeye gitmeden önce biraz aç kalmalıyım! Tüm teyzelerimle durum böyleydi. Hiçbir şekilde hızlı bir ziyaret sözkonusu olamazdı ve zaten yediğinizi söylemeniz de nafileydi. Tümüyle manasızdı bu ve hatta hakaretamiz bir davranış olarak da algılanabilirdi. Onca emek harcandığını bildiğim bu tabaklardan tatmamak da kendimi suçlu hissetmeme yeterdi.

***  Kloe ve Frossa sarılıp öpüştüler, sanki birbirlerini kaybetmiş iki eski sınıf arkadaşı gibi. Oturup izledim onları, bilinçli olarak sessiz kaldım ve iki kadının sohbet etmelerinin ne kadar kolay olduğunu hayretle gördüm. Dört saat boyunca konuştular... Babaları Kıbrıs’ta birkaç kez bir araya gelmiş olsa da, Frossa ve Kloe birbirini tanımıyordu. Frossa Muzere köyündendi, Kloe ise Anoyira köyündendi. İki köyün arasındaki mesafe 10 kilometre kadardı.

***  Zaman zaman sohbet sanki de bir oyunmuş gibi, “filan köyden kimi tanıyorsun”a doğru kayıyordu. Başka anlarda ise kadınlar hastalıklarından ve ağrılarından söz ediyordu. Gülüyorlardı, sonra ağlıyorlardı... Frossa, annesinin kendisini Leymosun’dan Avustralya’ya yolcu ettiğinde ne kadar ağladığını anlatırken kendisi de ağlıyordu. Kloe ise bir sevdiğinin ölümünü hatırlayınca ağlamaya başlamıştı. “Trahipedulla’dan akrabalarınız var mıydı?” diye soruyordu Frossa Kloe’ye. “Tabii ki” diyordu Kloe... “Annemin annesi yani ninem Trahipedulla’dandı. İsmi de Fiyenu idi.”

***  “Dinle” diyordu Frossa, “Benim küçük kızkardeşim Trahipedulla’ya dikiş öğrenmeye gittiydi. Ferru’nun kızı meşhur bir terziydi, kızkardeşim de onun yanına çırak gittiydi...” İki teyzemin konuşmalarını dinlerken, ailelerinin köklerinin köylerinin çok ötesine uzandığını kavrıyordum. Frossa Konnaris ailesinden geliyordu, Kloe ise Kurtelli ailesindendi. İsimleri sıralarken, ne kadar çok aile ilişkisi kurabildiklerine şaşırıyordum. Bir keresinde Kloe bana bir köyden bir oğlanın, komşu köyden bir kızla evlendiğinde, o zaman evlatlarının her iki köyden akrabaları olduğunu anlatmıştı. Bu durum kuşaklar boyunca devam edince, Kıbrıs’ın yarısıyla akraba olurdunuz. Frossa ve Kloe de bu şekilde sekiz ya da dokuz yakın köyden akrabalara sahipti.

***  “Bak göresin, mutlaka akrabayız, herhalde üçüncü yeğeniz” diyordu Kloe... “Söyle bakayım” diyordu. “Anoyira’ya gittiğinde kimin evinde kaldın bakayım?”

Frossa da “Dareszeus’un Kosti’nin evinde kaldık” diyordu.

“Ah!” diyordu Kloe, “Kosti ile dedem birinci yeğen idi!”

Frossa ise “Babanın erkek kardeşi Temistokleus’u hatırlarım, onu çoğu Kayser olarak bilirdi. Dedemin birinci yeğeniyle evliydi...”

“Evet, evet” diye araya giriyordu Kloe, “Adı Elengu idi...”

“Evet, Elengu. Dedemin birinci yeğeniydi, Pefkarili Harilaos... Annesi kimdi? Yani Elengu’nun annesi?”

“Maritsu’yu mu söylen?”

“Evet, Maritsu. Üç kızı vardı...”

“Hatırlarım. Leymosun’da yaşarlardı... Elengu vardı...”

“Zinoka”

“Evet, Zinoka...”

“Ve Badu...”

Ve böylece devam ediyordu sohbetleri...

***  Frossa ve Kloe, daha önce hiç duymamış olduğum Kıbrıslı isimlerden bahsediyorlardı (mesela Zinoka) ve bir süreliğine sanki de akıl oyunu oynuyorlarmış gibi geldi bana. Avustralya’da 60 yıldan fazla bir süredir kalmış olsalar dahi bu isimleri ve yerleri söylemeleri, gerçekten şoke ediciydi... Kloe’nin evinde geçirdiğimiz dört saat boyunca zamanda geriye gittim, bu iki teyzemin hatıralarıyla... Buraya çoğu hatıralarının pozitif ve mutlu olduğu beklentisiyle gelmiştim. Katlanmak zorunda kaldıkları zorluklara karşın, geçmişi sevecenlikle ve sevgiyle hatırlıyorlardı. En güçlü biçimde paylaştıkları şey, ailelerine ve topluma bağlılıklarıydı. Maddi zenginlik ve maddi kazancın çok ötesindeydi bu bağlılık...

***  Frossa ve Kloe, bağlarını koparmamaya söz verdiler. En azından özel şöförleri olarak onlara yardım etmekten mutluluk duyacaktım...  Mümkün olduğunca çok şey öğrenmek istiyordum bu kuşak hakkında... Yaşlılarımızın sohbetlerini dinlediğimizde, geçmişte hayatın ne kadar sade olduğunu takdir ediyorduk. Aile herşeydi. Hayat mükemmel değildi, tam tersine fakat aile herşeydi. Frossa ve Kloe’nin hatırladığı dünyada insanlar birbirine saygı duyuyorlardı ki toplumuzda bu hızla ortadan kalkıyor... Ana-babalarına ve köyün yaşlılarına yönelik sorgulanmaz ve sarsılmaz bir saygıdan ve sadakatten söz ediyorlardı.

***  Yaşlı ana-babalarımızdan, nine-dedelerimizden ve diğer atalarımızdan öğrenecek çok şeyimiz vardır. “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler”de pek çok kez belirttiğim gibi ana-babalarımızın kuşağı, bizden çok daha az şeye sahiptiler ancak bizden çok daha mutlu ve çok daha müteşekkirdiler ellerindekiler için. Bizden önceki kuşakların sahip olduklarından çok daha fazla şeye sahip olsak da çoğumuz her zamankinden daha yalnızdır. Yalnızlığın yeni dünya salgını olduğuna dair birşeyler okumuştum...

***  Geçmişte yaşayamayız – bunu biliyorum. Köylerdeki yaşama da geri dönemeyiz. Ancak yapabileceğimiz şey, ana-babalarımızın kuşağının sade felsefesiyle yaşamak, daha mütevazı, daha az bencil olmak ve ailemizle bağ kurmak... Bunu yapabiliriz. Bugünlük bu kadar. Laptopumu kapatıp gidip eşimi ve evlatlarımı kucaklayacağım. Eğer söylediklerimi pratiğe dökmezsem, bu makale de boşuna olurdu...

sayfa-17-frosso-ve-kloe-kloe-vefat-etmis.jpg
Frosso ve Kloe... Kloe vefat etmiş...

(Not: Konstantinos Emmanuelle’in söylediğine göre, Kloe Hanım geçen yıl vefat etmiş ancak Frosso Hanım halen hayattadır... S.U.)

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

Murathan Mungan: “Türkiye, unutarak ayakta kalan insanların ülkesi...”

Yazar Murathan Mungan, faili meçhul cinayetleri anlattığı yeni romanı “995 km” kitabının ilk söyleşisi ve imza gününü hikayenin başladığı Diyarbakır’da yaptı. Kitaba dair konuşan Mungan, öğretmek için değil, hatırlatmak için yazdığını belirterek, “Türkiye'nin doğusu ile batısının hatırladığı şeyler aynı değil” dedi.

Mungan’a ilginin yoğun olduğu kentte, kitap imzalatmak isteyen yurttaşlar uzun kuyruklar oluşturdu. Önceki gün Yayınağacı’nda kitaplarını imzalayan Mungan, dün ise Wêjegeh Amed’de (Diyarbakır Edebiyat Evi) önce kitabı üzerine bir söyleşi yaptı, ardından kitaplarını imzaladı.

 

“Kitabı yazarken hep temkinliydim”

"995 km"yi yazarken hep temkinli olduğunu belirten Mungan, bu durumu çocukluğundan ve gençliğinden verdiği örnekle şöyle açıkladı:

“Elbette kalbimiz her zaman her durumda olduğu gibi tüm zulümlerin karşısında. Özellikle benim çocukluğuma damgasını vurmuş olan kan davası, aşiret kavgası ve benzeri olaylar babam avukat olduğu için de çok içinde olduğum davalardı. İhtilaflı davalar söz konusu olduğundan karşıt tarafın, karşı aşiretin sana, avukatına da düşman kesilmesi söz konusuydu. Ve çok ölüm tehdidi alırdık çocukluğum boyunca. Bu yüzden çocukluğumun önemli bir bölümünde kaçırılma korkusu yaşadım. Çünkü intikam almaları için yaptıkları şeylerden birisi buydu. Onların izlerini zaman zaman üniversitede artık adı konmuş bir solcu olarak, Halkın Kurtuluşu’nun bir sempatizanı olarak kendimce mücadele ettiğim yıllarda o korku yeniden depreşti. Aslında bu coğrafyaya hâkim olan temel duyguya bir kez daha temas etmiş oldum.”

 

“İklim hiç değişmiyor”

Ülkede insanların sürekli ölme ve öldürülme korkusuyla gözetim altında tutulduğunu ifade eden Mungan, “Türkiye zulüm eşitsizlik, adaletsizlik konusundaki istikrarını başka hiçbir alanda koruyamıyor ve sürdüremiyor, bunu koruyor. Roller, karakterler, kimlikler, oyunlar değişiyor fakat maruz kaldığımız iklim hiç değişmiyor” dedi.

 

“Anter cinayetini anlatıyorum, ama siz Elçi diye de okuyabilirsiniz"

"995 km" kitabının hikayesini anlatan Mungan şöyle devam etti:

“Musa Anter bizim hısmımızdır, akrabalık ilişkimiz vardır ve bu kitaba sembol cinayet olarak ölümünün arkasındaki perdeyi aralamak iddiasında asla olmadım. Sakın ha kitabımı Musa Anter cinayetini anlatıyor diye okumaya kalkmayın. O günden bugüne dek işlenmiş bütün cinayetler için bir sembol cinayettir. Bu, belgesel değil, belgesel bir roman değil. Çok belgeden yararlandım, çok okuma yaptım. Dönem gazetelerini taradım. Özellikle adı geçen İslami tarikatlar üstüne okumalar yaptım. Kitabı yazarken Diyarbakır'dan başlayarak kitabın bütün geçtiği yerlerde 2 kez yolculuk ettim. Kitabın ana kişisi olan katilin gezdiği yerleri gezdim. Bazı söyleşiler yaptım. Mesela okuyacağınız gar sahneleri, otobüs sahneleri için ya da okuduğunuz o dönemin otobüs şoförlerinden bilgiler topladım. Benim bilemeyeceğim detayları onlardan aldım.

"Aksiyon kitabı olsun istedim. Daha önceki romanlarımın atmosferinden ve dünyasından daha uzak bir kitap okuyacaksanız. Çünkü ‘90’lı yıllarda Diyarbakır'da başlayan bir hikayeyi anlatıyor ama kitabın teması ‘90’ların ikliminin çok da değişmediğini, hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Yani ben Musa Anter cinayetini anlatıyorum demiş olabilirim. Ama siz isterseniz Tahir Elçi cinayeti diye de okuyabilirsiniz. Çünkü bu süre uzun bir zaman dilimini kapsayan kayıplar, ölümler, cinayetler zinciridir. Faili meçhul cinayetlerin olmadığını herkes biliyor.”

 

“İçişleri bakanları zinciri”

Kitapta katilin isminin olmadığını belirten Mungan bu konuyla ilgili olarak da şunları söyledi:

“Çünkü isimler önemli değil. İsimlerin değiştiğini görüyoruz. Türkiye'nin tarihini ve siyasi tarihini anlamak istiyorsanız eğer, Türkiye'deki İçişleri bakanları tarihini okumanız gerekir. İçişleri bakanları zinciri Türkiye hakkında her şeyi söyler aslında. Sistem aynı kaldıkça bu çark böyle işledikçe Ahmet gidiyor, Mehmet geliyor, bir şey değişmiyor.”

 

“Türkiye'nin doğusu ile batısının hatırladığı şeyler aynı değil”

Türkiye’nin zihnen bölündüğünü dile getiren Mungan, “Türkiye'nin doğusu ile batısının hatırladığı şeyler aynı değil. Aynı tarihten geçmediniz, aynı şeyleri görmediniz. İstanbul, İzmir, ‘90’lı yılları televizyonlardan ve sermaye sınıfının gazetelerinden dinledi, anladı, yönetildi. O kadarını biliyor, o kadarına inanıyor ya da inanmak istiyor. Yani 90'larda doğmuş insanları düşünün. Çoğu burada olup biten konusunda bilgi sahibi değil, özelde bir ilgisi, özel bir acısı, özel bir dikkat ve merakı yoksa bilmiyor. ‘90’lı yıllarda Diyarbakır'da ne oldu? Hakkari'de ne oldu? Silvan'da ne oldu, Lice’de ne oldu? Bir İngiliz ne kadar yabancıysa buradaki gerçeklere, Bursa'da doğmuş büyümüş herhangi bir genç de o kadar yabancı. Ben o yabancılığı bu kitapta çok gözettim" dedi.

 

“Türkiye unutmasın da ne yapsın!”

Türkiye’de artık kötülüğü gizlemeye gerek duyulmadığını söyleyen Mungan, “Ben bir şey öğretmek için yazmadım. Bir şeyleri hatırlatmak için yazdım. Zaten unutmak isteyen insan en çok ayıplarını unutmak ister. Mahcubiyetlerini unutmak ister, Türkiye zaten unutarak ayakta kalan insanların ülkesi. Yoksa Maraş katliamından, Madımak, Ermeni soykırımından, Dersim kırımına varana kadar Türkiye'nin yıllık ajandasına her güne en az 2 tane zulüm düşüyor, ajandası çok dolu, unutmasın da ne yapsın?" dedi.

 

“Sanatta hiçbir zaman kesin kurallar yoktur”

Kendi yazma süreciyle ilgili olarak ise Murathan Mungan şu bilgileri paylaştı:

“Ben kitapla konuşurum, kitabın malzemesiyle konuşurum. Bana gençler, ‘Bir şiirin bittiğini ne zaman anlarsınız?’ diye sorar. Ben anlamam o bana söyler diyorum, 'ben bittim' der. O içinizdeki çok temel bir iç sestir aslında. Yani o malzemeyle konuşmaktır. Onu becerebilmektir. Bütün sanat eserlerinin sabırla kotarıldığını inanırım ama bazı tesadüfler olmaz mı? Olur, sanatta hiçbir zaman kesin kurallar yoktur.”

sayfa-16-murathan-mungan-kitaplarini-imzalarken.jpeg
Murathan Mungan kitaplarını imzalarken...

(BİANET.ORG – İnanç YILDIZ - 9.10.2023)

Bu yazı toplam 933 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar