Memleketi terk et, insan ol!
Crans Montana’da 9 günlük süreçten sonra ortaya çıkan başarısızlık ve sonuçsuzluk, öncesinde 10 üzerinden 3-4 olan morallerin ve geleceğe dönük umutların artık 1-2 düzeyine inmesine neden oldu.
Henüz ‘0’ vermiyorum çünkü ‘0’ın olması durumunda yaşamanın da bir anlamı kalmaz diye düşünüyorum.
Umutsuz bir yaşam; Olur mu!
Çok mümkün değil.
O zaman insan değil, ot gibi yaşamaktan öte bir tanımlama da mümkün olmaz.
Gerçi otun bile umutları ve ihtiyaçları vardır; Güneşin doğmasını, çiğde ıslanmayı, yağmurun tazeliğini, toprağın vitaminine ihtiyaç duyar ve bunları umut eder.
Biz insan olarak ‘ot’tan ayrılabilecek bir düzeydeyiz daha diyorum ama bunu söylerken bile şüphe içindeyim…
Acaba öyle mi?
‘Ot’tan farklı bir düzeyde miyiz?
Bu soruya yanıt verebilmek için 18 yaşındaki kızımın sosyoloji bilgilerini sordum…
Okuduğu sosyoloji kitaplarında uzmanların, sosyologların, bu konuda dünyaca ünlü isimlerin bu konuda ne düşündüklerini, ne söylediklerini, ne paylaştıklarını öğrenmek istedim.
Yani bir bireyin kendini insan gibi hissetmesi için nelere sahip olması gerektiğini sordum… “Ben insanım” demek için nasıl bir ihtiyaçlar dizilimi vardır;
Öncelikle o bireyin özgür olması gerekiyormuş…
Bir birey özgür iradesiyle hareket edebilmeli, kendi kararlarını kendinin vermesi gerekiyor…
Kendi çevresini de kendisinin seçebilmesi gibi bir birey hakkı varmış,
Huzursuz eden bir ortamdan kaçabilmeli o birey, istediği zaman yerini değiştirebilmeli…
Bunun gibi gereksinimler ve dahaları bir bireyin veya bir kişinin ‘insan’ olması için gerekli özellikler…
‘Özgür olmak’…
Belki bu olgu, yani özgür olmak yine kişiden kişiye değişebilen, belki kişinin felsefesine göre özgürlüğü tanımlayabileceği bir kavram ama genel kabul edilebilir tanımlamalara göre bizim özgür olup olmadığımızı kendimizce tanımlayabilmek yine bizim elimizde…
Özgür iradeyle hareket edebilmek… Kendi kararlarını kendisinin verebilmesi… Bunları açıklamaya gerek yok herhalde…
Evet, bazen kişisel kararlar alınabiliyor ama alınan bu kararların da yine özgür irademiz değil, toplumun ve ülkenin içinde bulunduğu şartların bizi kararlarımızı alırken önemli oranda etkilediğini kabul etmek de yanlış olmaz herhalde…
Kendi çevresini de kendi seçebilmeli bireyin insan olması için… Peki öyle mi?
Kendi çevremizi seçebiliyor muyuz yoksa gelişen şartlara uyum sağlamak zorunda mı kalıyoruz!..
Ha, seçebiliriz belki, memleketten kaçarak nerede, nasıl, kimlerle yaşayacağımıza karar verebiliriz.
Ama memleketi bırakmadan olmuyor gibi görünüyor…
Huzursuz bir ortamdan da kaçabilmeli kendisine ‘insan’ demek için… Bunun da çözümü memleketi terk etmek gibi görünüyor…
Kabaca sonuç;
İnsan olmak için memleketi terk etmek gerek!..
Güzelse alıyorum…
Ataerkil toplumun yerine anaerkil bir toplum… Hem de nasıl anaerkil!.. Paylaşmak istedim; Nijer'de yaşayan Wodaabe kabilesi geleneksel erkek güzellik yarışması ile modern dünyadaki alışılmış normları altüst ediyor. Sahra çölünün sıra dışı topluluğu Wodaabe, yaklaşık 50 bin kişiden oluşan bir kabile. 17. yüzyılda Batı Afrika'da İslam'ı ilk kabul eden topluluk olan Wodaabe'ler, geleneklerinden de vazgeçmemiş ve ritüellerini yüzyıllar boyunca sürdürmüş. Kadınların dominant olduğu Wodaabe toplumunda kadın erkek fark etmeksizin çok önemli olan bir konu var; Güzellik. Güzellik onlar için o kadar önemli ki, bir kadın evli olmasına rağmen kocasından daha güzel bir erkekten çocuk sahibi olabiliyor. Güzelliğe bu kadar önem veren kabile, bu anlayışlarını her yıl düzenlenen geleneksel erkek güzellik yarışması ile taçlandırıyor. Yarışmanın jürisi tabii ki kabilenin kadınlarından oluşuyor. Kadınlar en güzel yüzlü, en uzun boylu ve en iyi giyinmiş tek bir erkek seçmek için tüm yarışmacıları inceliyorlar. Kabilenin bekâr kadınları da bu yarışma sırasında kendilerine bir eş seçmeye çalışıyor. Evli kadınlar da kendilerine daha yakışıklı bir eş seçebiliyor. Henüz bebekken ilk evliliklerini bir akrabaları ile yapmak zorunda olan kabile kadınları, bu yarışma aracılığı ile ikinci evliliklerini yapıyor. Bu ikinci evliliğe de "aşk evliliği" adı veriliyor. Demek ki İslam, farklı yerlerde farklı yorumlanabiliyor!
Tercih ihtiyacımız yok!
Geçmişlerden bir şarkı dinliyordum; “Ne bir kürk ister bu şen gönlüm/Ne bir han ne de saray/Ye iç eğlen çok kısa ömrün/Sev çünkü sevmek en kolay.” Bu sözlere bizi yerleştirdim, hangisini yapıyoruz diye… Baktım, HEPSİNİ. Tercihe ihtiyacımız yok yani!.. Hanımız da var sarayımız da… Havuzlu villalarda yaşıyoruz, Mercedes sürüyoruz… Yemeyi içmeyi ihmal etmiyoruz, hem de hep bunu yapıyoruz gibi… Sevmek!... Bunu da yapıyoruz, aşksız meşksiz kalmıyoruz çok şükür!.. Hep bunları yapıyoruz da neyle, nasıl? Bir taraflarımız açık ama olsun yaşıyoruz ya!...
İltica istekleri
Fark ettim; Bu sene daha denize girmemişim… Denizime girerken para vermek istemiyorum. Ben de bir Girneli olarak denize girebilmek için Hasan Sarpten hoca gibi Mağusa Cumhuriyeti’ne iltica etmek istiyorum. Ulaş hoca, iltica komitesini çalıştır lütfen!..
Bir insanın görünüşte birtakım şeyleri özgürce seçtiğini sandığı şeyler, aslında yaşantısındaki deneyimleri tarafından zorunlu kılındığını anlamadan yaptığı seçimlerdir.
Voltaire