Mesarya’nın tozlu, rüzgarlı ovalarında…
Kayıplar Komitesi Kazılar Koordinatörü Okan Oktay ve Kayıplar Komitesi fotoğrafçısı Turgut Vehbi’yle birlikte Düzova (Eksomedoş) ile Abohor’un (Cihangir-Ebiho) buluştuğu kavşak yakınlarına giderek buradan ayrılan toprak yolu buluyoruz... Topra
Kayıplar Komitesi Kazılar Koordinatörü Okan Oktay ve Kayıplar Komitesi fotoğrafçısı Turgut Vehbi’yle birlikte Düzova (Eksomedoş) ile Abohor’un (Cihangir-Ebiho) buluştuğu kavşak yakınlarına giderek buradan ayrılan toprak yolu buluyoruz... Toprak yol bizi Çelebi Yem Fabrikası’nın arkasında kalan tarlalardaki kazı bölgesine götürüyor...
Bu fabrika yolun yakınına, kazı yerine yakın bir noktaya, 1974 sonrası yapılmış - yani 74 öncesi burada bir fabrika yokmuş... Okurlarımdan biri 1974’te henüz 10-11 yaşlarında bir çocuktu ve Beyköy-Cihangir yöresinden alınan havaranın bu bölgeye getirilişini izlemişti... Havaranın içinde insan kemikleri vardı... “Beyaz Kıraç’tan alınan bu havara, fabrika yapılırken temeline dökülmüştü - kemikleri görmüştük, bisikletle gitmiştik fabrikanın yapılacağı yere ve buraya dökülen havaranın içindeki insan kemiklerini görmüştük... Sanırım bunlar Voni’de (Gökhan) tutuklandıktan sonra Beyköy-Cihangir yöresinde öldürülenlerin bir kısmının gömüldüğü bir havara çukurundan alınmıştı...” diye anlatmıştı bu okurum ve ben de onun söylediklerine bu sayfalarda yer vermiştim...
Çelebi Yem Fabrikası’nın arkasında kazıların yürütülmekte olduğu olası gömü yerini buluyoruz, kazı ekibinin lideri olan arkeolog Demet Karşılı karşılıyor bizi... Yemekten sonra atıştırmaları için onlara bir kutu baklava getirdim, bize kahve yapmakta ısrar ediyorlar. Ancak önce kazı yerini incelemeye gidiyoruz. Burada arkeologlarımız Demet, Çınar, Andreas ve Liana çok geniş bir tarlayı kazıyorlar ve ikili veya üçlü gruplar halinde gömüldüğü iddia edilen yedi Kıbrıslı Rum “kayıp”tan geride kalanları arıyorlar...
Burada toprak tozşeker kıvamında ve gün boyu bu açık arazide o kadar çok rüzgar ve toz toprak var ki kimi zaman arkeologlarımızın kendilerini bu toz-topraktan koruyabilmek için koruyucu maskeler ve gözlükler taktığını öğreniyoruz. Arkeolog Andreas bize maskesini ve gözlüklerini gösteriyor...
Bir yandan Çınar küçük bir piknik ocacığında bize kahve pişirirken, altın saçlı Demet de piknik buzluğunun üstüne oturuyor çünkü onlara ait birkaç açılıp kapanan sandalyeye biz oturduk! Şirocu Ahmet Dayı da geliyor...
Kahvelerimizi içerken, bu bölgeyle ilgili bilgisi olabilecek olan bir okurumu arıyorum... Belki bu bölgeyle ilgili bilgisi vardır...
Kıbrıslı Türk okurum telefonda bana “Orada pek bir şey bulamazlar” diyor...
“Neden bulamasınlar ki?”
“Çünkü o bölgede savaşta ölen insanlar hiçbir zaman gömülmemişti. Eğer onlardan artakalanlara ulaşırlarsa, bu bir mucize olur... 1974’te bu tarlalarda ortalığa saçılı ölü insanlar vardı... Birkaç kişi orada, tek bir kişi burada, üç kişi orada yatıyorlardı tarlanın içinde. Ama kimse onları gömmeye gitmedi. Bir keresinde köyümüzden bir şahsın, traktörüyle buradan geçerken yol kenarında durup, orada ölü olarak yatan bir Kıbrıslı Rum’un kolundan saatini aldığını gördüydüm...”
“Onları neden gömmemişler ki?”
“Onların nasıl olup da bu tarlada öldürülmüş olabilecekleri bile aklın almadığı bir şey. Çünkü “Toplu Ovası” diye de bilinen bu bölgeye insanlarımız savaşmaya da, ölenleri gömmeye de gitmemişti. Kıbrıslı Rumların bu tarlalara mayın yerleştirdikleri yönünde ciddi söylentiler vardı. Bu yüzden insanlar onları gömmeye gitmemişti, mayınlardan korkuyorlardı... Zaman zaman bu tarlalarda ezilmiş bazı cesetlere rastlıyorduk ama bu da benim için bir muamma çünkü hatırladığım kadarıyla bu bölgeye tanklar da gitmemişti...”
“Bir gün uygun bir zamanında buluşalım ve buraya gelelim... Böylece bana traktörlü şahsın bir “kayıp” Kıbrıslı Rum’un kolundan saatini aldığı noktayı gösterebilirsin. Belki o noktada bazı kalıntılar bulabilirler...”
“Elbette” diyor okurum, “ancak Abohorlu Kıbrıslı Türkler, çok uzun süre boyunca o tarlaya hiç gitmediler, mayınlandığı yönünde söylentiler vardı diye... Bunu da bilin...” diyor.
Bize verdiği bu değerli bilgiler için okuruma teşekkür ediyorum ve telefonu kapatıyoruz.
Mesarya’nın bu düzlük ovaları her zaman rüzgarlıdır: Zaman zaman bu bölgelerden geçerken uzaklardan küçük hortumcukların tarlalarda dolanıp durduğunu görürüm. Bu Mesarya’ya özgü bir şey: Aniden ortaya çıkarlar ve sonra da aniden kaybolurlar...
Demet’e ve ekibindeki arkeologlara ve de şirocu Ahmet Dayı’ya vedalaşıyoruz ve Demirhan’a (Trahoni) gidiyoruz… Burada da “Muluhiya Tarlası” denen bir noktada son beş aydır Kayıplar Komitesi kazı ekibi, kazı yürütüyor…
Burada iki ekip halinde arkeologlar kazı yürütüyor: Evren, Maria, Stelyo, Fatma, Mustafa, Marios, Neşe ve tam sekiz aylık hamile olan Andri… Andri beni hayretler içinde bırakıyor çünkü sekiz aylık hamile olmasına karşın gün boyu çappa çekiyor ve gıkı çıkmıyor… Gülümseyerek karşılıyor bizi Andri… Onlara da bir kutu baklava getirdim…
Burada da rüzgar ve toz-toprak nedeniyle arkeologlar koruyucu maskeler ve gözlükler takıyorlar zaman zaman… İki de şiro çalışıyor kazı yerinde: şiro operatörü Mustafa Tahsin ile oğlu Hasan Tahsin kazıları yürütüyor…
Son beş aydan bu yana arkeologlarımız bu alanda 9 kişilik “kayıp” bir Kıbrıslı Rum aileden geride kalanları aradıkları bir kazı yürütüyorlar.
Kazı ekibinin başında arkeolog Evren var… Evren Korkmaz, Karpazlı olduğu halde, bu bölgenin de yabancısı değil çünkü bu bölgede pek çok kazıya katılmış: Aya’da öldürülüp sığ bir kuyuya atılan, ardından yakılan 14 “kayıp” Kıbrıslı Rum’un o kuyudan çıkarıldığı kazıda yer almış… Evren Angastina’da (Aslanköy) ve Çatoz’da da kazılar yürütmüş… Uzun boylu, güneş yanığı bir esmerliğe ve masmavi gözlere sahip bu genç arkeolog, şimdi Trahoni’deki (Tirfon-Demirhan) kazının ekip liderliğini yapıyor…
Bize son beş aydır kazmakta oldukları çok geniş alanı gösteriyor, bir de daha önce aynı bölgede kazılmış olan yerleri… 2007 yılında bu bölgede üç “kayıp” şahıstan geride kalanları buldukları bir kazı yürütmüşler - ancak bu üç “kayıp”tan geride kalanlar DNA testlerine gönderildiği zaman, bulunmuş olan kemiklerin üç değil, beş kişiye ait olduğu ortaya çıkmış, bu yüzden 2009 yılında bu bölgede tekrar bir kazı yürütülmüş… Ve son olarak da Mayıs 2011’den bu yana bu bölgeyi kazıyorlar… Bu bölgede toplam olarak bulunan “kayıp şahıs” sayısının sekiz olduğu sanılıyor. Ancak yine de DNA testleri yapılmadan bulunmuş olan kalıntıların sekiz mi yoksa dokuz kişiye mi ait olduğu bilinemez. Bu yüzden DNA testlerinin sonuçlarını beklemek gerekecek…
Bölgeye ilişkin bilgilere bakılacak olursa, buradan 11 Kıbrıslı Rum “kayıp” imiş, bunlar 1974’teki savaş nedeniyle köylerinden ayrılmaya çalışan bir aile imiş… Belki de bulunanlar bu ailenin elemanları olabilir, kimbilir? Bu da ancak DNA testleri sonunda ortaya çıkacak…
Ancak kesin olan bir şey var: “Muluhiya Tarlası” denen bu bölgede dokuz aylık bir erkek bebekten geride kalanlar bulunmuş…
Burada öldürülmüş olanların iki erkek, beş kadın, 11 yaşındaki bir kız çocuğu ve 9 aylık bir erkek bebek olduğu sanılıyor… Bu gruba tanklardan atılan bir mermi ya da bir bomba onları öldürmüş diye bilgiler de var…
Geriye döndükten sonra geceler boyunca bu dokuz aylık bebek aklımdan çıkmıyor, cellabiyasıyla bu tarlada gömülü olarak bulunan minicik, süt kokulu bir bebecik… Kıbrıs’ta bu tarlada masumiyetin nasıl da katledilmiş olduğunu, her iki taraftan da kadınların ve çocukların öldürülmesini ve katledilen bu masumiyetin bir daha geri getirilemeyeceğini düşünüp duruyorum… Arkeologlarımızın yürüttüğü bu kazılarda onlar için de en zoru bu olsa gerek: Masum bebekleri gömülmüş oldukları topraklardan kazıyıp çıkarmak… Eminim kazı yapılırken son derece profesyoneldir arkeologlarımız ama yine eminim ki, dokuz aylık masum bir bebeciğin cesedini çıkarmak, daha sonra, evlerine döndüklerinde, bir duş alıp toz topraktan arındıklarında, gecenin bir vakti ayaklarını uzatıp rahatlamaya çalıştıklarında yüreklerinde bir damla gözyaşı olup akıyordur içlerine… Eminim aradan çok uzun yıllar geçse dahi, kazıları yürüten arkeologlarımız buldukları bu çocuk “kayıplar”ı asla unutamayacaklardır… Cebinden oyuncakları çıkan küçük Suppuris’in unutulmayacağı gibi, beş çocuk, ana-baba, yedi kişilik Rahmi ailesinin Sadrazamköy’de bir kuyuda bunca yıldır bekleyişleri de unutulmayacak… Onlar da kurşuna dizilmişlerdi, kuyunun yerini bana bir Kıbrıslı Rum şahit gösterdi, Kayıplar Komitesi yetkililerine bu beş çocuklu ailenin olası gömü yerini birkaç kez gösterdik - bir gün bu kuyu da kazıldığında, eminim arkeologlarımız için bu da profesyonel ama duygusal bakımdan oldukça zorlu bir kazı olacaktır…
Arkeologlarımıza kocaman, yürek dolusu bir teşekkür edelim: Bu kadar acılı bir işi yürüttükleri için, bu kadar acılı bir işi etnik ayırım ya da düşmanlık yapmaksızın, birlikte, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum arkeologlar olarak birlikte yürüttükleri için onlara teşekkür edelim… Teşekkür beklediklerinden değil ama yapmakta oldukları işi toplumlar olarak takdir etmekte olduğumuzu onlara gösterelim… En azından bunu hakediyorlar…