Mevcut Küresel Siyasi Ekonomide Sürdürülebilir Kalkınma
Kapitalizmin ve küreselleşmenin hüküm sürdüğü, Küresel Kuzey’in oyunun kurallarını kontrol ettiği bu yüzyılda, sürdürülebilir kalkınmayı, mevcut küresel siyasi ekonominin temel unsurlarını bozmadan gerçekleştirebileceğimizi sorgulamalıyız.
Turhan Hızlı
[email protected]
Küresel ısınma başta olmak üzere, doğal afetler ve gıda kıtlıkları, iklim değişikliğinin son yıllarda daha çok yaşama olumsuz yönde etki ettiğini gözler önüne serdi. İklim değişikliğinin yıkıcı sonuçları karşısında çanların çalması mevcut küresel siyasi ekonomi içinde bu sorunu çözmenin ne kadar güç olduğunu gösterir. Emisyonlarda önemli bir azalmaya gitmenin kaçınılmaz olması yaşam tarzlarımızda esaslı değişimleri elzem kılacaktır. Bu nedenle, dünya nüfusunun ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama kapasitelerini ortadan kaldırmadan karşılayan bir kalkınma yani sürdürülebilir kalkınma anlayışının benimsenmesi gerekmektedir. Kapitalizmin ve küreselleşmenin hüküm sürdüğü, Küresel Kuzey’in oyunun kurallarını kontrol ettiği bu yüzyılda, sürdürülebilir kalkınmayı, mevcut küresel siyasi ekonominin temel unsurlarını bozmadan gerçekleştirebileceğimizi sorgulamalıyız.
Bu konuyu ele almadan önce, ülkelerin kalkınma yolculuklarını ele almakta fayda vardır. Kolonyalizmin bu tarihsel süreç üzerindeki etkileri görmezden gelinmemelidir. Dünün sömürge güçleri, bugünün gelişmiş ülkelerinin sahip oldukları yüksek refah seviyesinin azımsanamaz bir bölümü kolonyal dönemde oluşan küresel değer zincirlerine (global value chains) kadar dayanır. Kolonileştirdikleri yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeleri, bu ülkelerin birinci derece ürünlerin (genellikle ham maddeler ve tarımsal ürünler) üretimine yoğunlaşmasını sağladı. Buna karşın, gelişmiş ülkeler ise getirisi daha yüksek olan imalat ve hizmet sektörüne odaklandı. Kurulan küresel değer zinciri ise ticaret yoluyla yoksul ülkelerin kalkınma yarışında sürekli benzer pozisyonlarda sıkışmasına yol açtı. Küresel Güney (genellikle Latin Amerika, Safra Altı Afrika ve Güneydoğu Asya), Küresel Kuzey’e (Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya), doğal kaynakları ihraç ederken, Küresel Kuzey de bu ürünleri fabrikalarda işleyip, ürünlere ekstra değer katarak, Küresel Güney’e bu ürünlerin son hâlini ihraç etmeye başladı. Adil olmayan ticaret ilişkileri postkolonyal dönemde de devam etti ve Küresel Güney’in ticari açığını kaçınılmaz hâle getirdi. Bu durum, Küresel Güney’in ticari açığını borçlar alarak kapamasına ve küresel siyasi ekonominin bekçileri olan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası finansal kuruluşlarına tutsak olmasıyla sonuçlandı.
1970’lerin sonunda durgunlaşan Keynesyen ekonomi paradigması yerini 1980’lerin başında başlayan neoliberal rüzgârlara bıraktı. Neoliberal ekonomik paradigmanın dayanak noktası olan Washington Mutabakatı, Küresel Güney’in borç krizinin reçetesi olarak özelleştirme, deregülasyon gibi serbest piyasa reformlarını temel alan yapısal uyum programlarının (structural adjustment programs) uygulanmasını teşvik etti. Ancak bu reçete Küresel Güney’in endemik sorunlarını şiddetlendirdi ve yoksulluk ve gelir eşitsizliği giderek yükseldi. 21. yüzyılda ise bu problemlere iklim değişikliği de eklendi. Gelişmiş ülkeler, küresel enerji kaynaklarının yüzde 75'ini tüketmesi ve ozon tabakasının yüzde 70’ini tahrip etmesiyle, iklim değişikliğinde büyük ölçüde sorumlu olsalar da, doğal afetler Küresel Güney’deki insanların hayatlarını çok büyük ölçüde tehlikeye altına aldı. Örneğin, Güneydoğu Asya ülkelerindeki deniz seviyesinin yükselmesine ve müteakip sel felaketlerine karşı savunmasızken, Sahra Altı Afrika ülkeleri kuraklık ve gıda kıtlığından mustariptir. Aynı zamanda, gelişmiş ülkelerdeki büyük kurumsal şirketler, iklim değişikliğiyle mücadele çabalarını baltalamak için bilimsel şüpheler yaymaya çalışıyor. Örneğin, ExxonMobil gibi kirli enerji yataklarından gelir elden eden şirketler, iklim değişikliğinin antropojeniklerle meydana gelmediğini savunan gazetecilerin ve bilim insanlarının çalışmalarına finansal destekte bulunmaktadır.
Büyük kurumsal şirketler, her zamanki gibi iş yapma yaklaşımını (business-as-usual) pekiştirmek ve iklim değişikliğiyle mücadele etme çağrılarını yatıştırmak için, piyasa yanlısı stratejileri temel alan yeşil kapitalizmi öne sürdü. Bu söylem ve ardılı kurumsal politikalar, emisyon düşüşlerinde ve kirlilik kontrolünde belli adımlar atsa da sürdürülebilir bir kalkınma için gerekli olan emisyonu en aza düşürme yenilenebilir stratejilere geçme ve işletmelerin uyumluluğunu izleme gibi konularda isteksiz ve etkisiz bir karneye sahiptir. Daha da önemlisi, yeşil kapitalizm söylemi özel sektörün sürdürebilir kalkınmada önemli bir rol oynayacağını vurgulayarak, birçok ulusal hükûmetin şirketlere ekonomik planlamada söz hakkı ve çeşitli ayrıcalıklar vermesiyle sonuçlandı. Örneğin, kurumsal şirketlerin baskısı Meksika hükûmetini daha önce kırsal çiftçiler tarafından mısır yetiştirmek için kullanılan tarım arazilerinde, Batılı hazır yemek şirketlerine et yetiştirmesi için hibe etmesine ikna etti. Diğer bir örnek ise uluslararası finans kuruluşlarının Brezilya hükûmetine verdiği borçlarla finanse edilen ve demir cevheri ve kereste gibi birinci derecede ürünlerin üretimini artıran projelerdir. İlk başta iyi niyetli bir yardım olarak gözükse de düşük değeri olan tarımsal ürünlere dayanan küresel değer zincirini devam ettirirken ve Amazon'daki yerli halkın yaşam alanlarını tahrip eden kapsamlı ormansızlaşma projelerini hızlandırdı. Öte yandan da Küresel Kuzey’in ithal hammaddelere daha ucuza erişmesini kolaylaştırdı. Dolayısıyla, Küresel Güney’in bölgesel elitleri ile uluslararası finansal organizasyonlar, çevresel ve sosyal boyutları göz ardı ederek, yerel halkın bağlı olduğu yaşam alanlarını tehlike altına alan kalkınma projelerini finanse etmektedir.
Uluslararası kuruluşların sürdürülebilir kalkınmaya girişimlerini değerlendirdiğimizde, BM'nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri gibi öne çıkan projelerinde çelişkiler olduğunu fark edebiliriz. Örneğin Hedef 12, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi ve verimli kullanımı ile Hedef 8 arasındaki birbirine tezat konular vardır. Hedef 12, kaynak kullanımı gösteren malzeme ayak iziyle (material footprint) ölçülebilir ve bu konuda fikir birliği 50 milyar ton olma eğilimindedir. Hedef 8 ise küresel ekonomik büyümeyi hedefler ve bu alandaki konsensüs yıllık yüzde 3'tür. Ancak bu ekonomik büyüme oranının, 2015’de 87 milyar ton olan malzeme ayak izini 2030'da, 50 ton yerine 167 milyar tona artırması beklenir. Ayrıca Hedef 8 ile Hedef 13 arasında da keskin bir çelişki vardır. Hedef 13, iklim değişikliğine karşı harekete geçmeyi savunurken, Paris Anlaşması’nı baz alarak, ortalama sıcaklıkların en fazla 2 derece artmasını talep eder. Ancak, emisyon üretimindeki artan gidişat devam ettiği sürece, ortalama sıcaklıkların 4,2 derece yükselmesi olasıdır. Maksimum 2 derece artış hedefini düşündüğümüzde, emisyonlarda yaklaşık yılda yüzde 4'lük düşüşler olması gerekir. Yıllık ekonomik büyümenin yüzde 3 (Hedef 8) ve yıllık emisyon düşüşlerinin yüzde 4 olması için, ise her yıl yüzde 7,29 dekarbonizasyon olması yani emisyonların normalden altı kat hızlı düşmesi gerekir. Dekarbonizasyon seviyesinin 21. yüzyılda hiç iyileşmemesi hem Hedef 13, hem de Hedef 8’in gerçekleşmesinin güç olduğunu belirtir. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Derneği’nin en iyimser raporları bile sıfır emisyonlu araçlar, et tüketiminde yüzde 80’lik azalma ve dünya nüfusundaki düşüş olsa bile küresel ısınmayı maksimum 2 derecede sınırlayacak bir dekarbonizasyonun mümkün olmayacağını gösterir.
Emisyon ve kaynak tüketimini azaltmak, aynı zamanda da ekonomik büyümeyi sürdürmek mümkün değildir. Bu nedenle Küresel Kuzey, yıkıcı endüstrileri kapatarak ve adil gelir dağılımını ve sağlığa yönelik sosyal harcamaları merkeze alan ekonomik küçülmeyi kabul etmelidir. Ancak bu taahhütler, neoklasik iktisadın yapıtaşı olan büyümeye ve bu büyümeyi Küresel Güney’e zarar vererek finanse eden mevcut küresel siyasi ekonomiyle uyuşmaz. Dolayısıyla, ekonomik küçülme, küresel siyasi ekonomide köklü bir değişimi gerektirecektir.
Washington Mutabakatı tarafından kurulan serbest piyasa uygulamaları ve küreselleşme, mevcut politik ekonomiye ve onun unsurlarına derinlemesine yerleşmiştir; özelleştirme, deregülasyon, eşitsizlik ve sömürü, iklim adaleti söylemini kısıtlarken, bu adaletsizlikten en çok zarar gören Küresel Güney ülkeleridir.
Bu nedenle, uluslararası organizasyonlarda Küresel Güney'i güçlendirecek ve kalkınma kararlarındaki sesini artıracak önemli demokratik reformlar, mevcut küresel politik ekonomide temel değişiklikler yaratacaktır. Ayrıca Küresel Güney’in çevresel felaketlere daha hazırlıklı olması için adaptasyon kapasitelerinin artırılması, bu doğrultuda bu ülkelerin uluslararası finansal kuruluşlara olan borçları silinmesi elzemdir.