1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Michael Haneke
Michael Haneke

Michael Haneke

Michael Haneke

A+A-

Cansu Nazlı

[email protected]
 

• Amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. Bu filmde sizin yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?

Hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80 yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiç bir şey gelmiyor. Hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. Bunun gibi anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. Sonunda iyileşti gerçi ama 93 yaşında intihar etmek istedi. Onu baygın bir halde buldum. Hemen yardım çağırdım ve hastanede kendisine geldiğinde, bana “Bunu neden yaptın?” diye sordu. Bana kızmıştı. 2 yıl sonra, ben bir festivaldeyken, tekrar intiharı denedi ve o zaman vefat etti. Tahmin edebileceğiniz gibi o an bunu bir senaryoya dönüştürme gibi bir arzum yokru, ne var ki bir gün, aradan yıllar geçtikten sonra, bir fikir gelir, tam bir fikir değil de daha çok ifade etmek istediğiniz bir duygu…

• Sanki bir filminizde kendinizi bu kadar açık yüreklilikle ilk kez ortaya koyuyormuşsunuz gibi geliyor. Ne dersiniz?

Filmlerim, her zaman beni sinirlendiren, hatta öfkeden çıldırtan şeylerden doğar. Ancak, daha doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yazıp yönettiğim bütün filmler, tam anlamıyla anlamadığım bir şeylerden yola çıktı. Örneğin, Beyaz Bant, sarışın çocuklardan oluşan bir koro üzerine bir film yapma arzusundan doğdu. Bu fikre nerden kapıldığımı da bilmiyordum. Zamanla, fikirler ve olaylar kafamda birikmeye başladı, hikaye zenginleşti ve yavaş yavaş Stendhal’in aşk üzerine bir denemesinde de söylediği gibi, bir anlamda kristalleşme fenomeni dediğimiz şey ortaya çıktı ve her bir parça, bütündeki yerini bularak anlam kazanmaya başladı.

• Bu senaryoda sizi en çok zorlayan şey neydi?

Benim için, böyle bir senaryo karşısında iki büyük tehlike söz konusuydu : duygusallık ve acıma. Bu denli ciddi bir meseleyi eğer yanlış bir tarafa çekerseniz, bu denli önemli ve evrensel bir konuda çuvallarsınız.

Buradaki sınır çizgisi oldukça ince, çünkü ne de olsa duygu ve hislerin önemli yer edindiği bir mevzu…

Ancak duygusallık, tamamen farklı bir şey, duygusallık aslında sahip olmadığınız bir hassasiyetin varmış gibi yapılması demek. Kitsch gibi, yani yanlış bir çıkarım. Sonuçta her şey ölçülü olmaya bağlı. Duygusal olmanız bazı şeylere karşı hassas olduğunuz anlamına gelmiyor, bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir !

• Bu her şeyin söylendiği yahut açıkça gösterilmek istendiği bir film mi?

Umarım öyle değildir, her şeyin söylendiği bir film ölüdür. Olabilecek en güçlü şekilde sorular sormalıyız, ancak yanıtlar vermeye çalışmak yersiz, çünkü öncelikle böyle cevaplar yok. Kendi alanlarında, politikacılar ve bilim insanları bu türden cevaplara sahip olabilirler tabi ki, ancak sanatta soru ne olursa olsun cevabı bildiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Bir durumun birbiriyle çelişen karmaşık doğasına en uygun şekilde yaklaşmaya çalışmalıyız ve bunun ötesinde de yoruma alan açmalıyız, böylece film ekranda izlenip tüketilen bir şey olmaktan çıkar ve aklımızda, kalbimizde ve hatta içimizde serüvenine devam eder.

Ancak her şeye rağmen, uyguladığınız metodu değiştirmişe benziyorsunuz, ilk filmlerinizde olduğu gibi resmi bir aygıtın aracılığına başvurmadan yola devam ediyorsunuz bu kez…

Zamanında şüphe yok ki Bresson’dan çok fazla etkilenmiştim oysa ki bugün daha ziyade Çehov’dan yanayım. Bu bir çelişki değil, esasen bir çok ortak yanları var…

Bresson, Çehov… Gençken hayranı olduğunuz sanatçılara hala sadık mısınız peki ?

Hem evet hem de hayır. Gençken bütün klasikleri okumaya heveslenirsiniz, daha sonra anlayışınız yahut hassasiyetiniz gelişir. Geçtiğimiz yıl, Savaş ve Barış’ın yeni bir çevirisi yayınlandı. Romanı 25 yaşımdayken okumuştum, ancak o dönemde Dostoyevski hayranıydım, ve Tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik, ağır filan bir romancıydı. Kitabı aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip neredeyse nefes almadan okudum. Değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.

Genç bir adam olduğum günleri hatırlıyorum. 16 yaşımdayken Julien Duvivier’in Marianne De Ma Jeunesse filmini görmüş ve bir yatılı okulda geçen, şatonun birinde bir karşılaşmayla doğan aşk hikayesinin anlatıldığı bu romantik filme tam anlamıyla hayran olmuştum. Film hakkında her şeyi okudum, en ince ayrıntısına kadar… Yirmi yıl sonra, geçenlerde televizyonda karşıma çıktı ve nasıl olup da vaktiyle bu filmi o kadar çok sevdiğime akıl sır erdiremedim.

• Film dediğimiz bir sanat formu değil mi, imajların ortalığı istila ettiği bu çağda, yüz yaşını dolduran sinema miladını tamamlıyor yahut can çekişiyor olabilir mi?

Bu bir yorum. Eğer bugün Viyana Üniversitesi’nde ders veriyorsam, kendi sosyal çevremde, arkadaşlarım, aynı yaştan ve aynı zevkleri paylaşan diğer insanlarla birlikte paslanmaktan korktuğum içindir. Dünyanın geri kalanı ile ilişkimin sona ermesinden çekiniyorum ve benim açımdan genç insanlarla aynı ortamda olmak, eğer evimde olsam anlayamayacağım değişimleri anlama fırsatını yakalayabilmemi sağlıyor.

Filmdeki apartman dairesi, tam bir kültür halesiyle çevrilmiş, sanki kendisini saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmediliyor…

Hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü, hangi sosyal sınıfta yer aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. Bu arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir. Arkadaşlarımdan birisi, ki kendisi doktordur, yıllarca hasta annesinin evde bakımını sağlayabilmek için eve gelen 3 hemşireye ödeme yapmak zorunda kaldığını anlattı. Bu, ona ayda beş bin euroya mal oluyormuş. Tüm bunları karşılayabilmek için durumunuzun olması gerekir!

Bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. Öncesinde hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el vermedi. Nasıl doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara dayanabiliyorlar bilmiyorum.

Sıklıkla kötü bakıcılarla ilgili hikayeler duyuyoruz, hele ki yaşlılığın ileri aşamalarında güçten düşme gibi durumlarda…

Evet, hatta eski üniversite profesörlerine bile sanki embesilmiş gibi davranıldığı oluyor. Bu o kadar aşağılayıcı bir tutum ki… Bu denli çetin bir evren benim konum değildi. Tekrar ediyorum, belirgin bir nokta ile yüzleşmek istedim : sevdiğin birisini acı çekerken görmek nasıl bir duygudur? Oldukça mütevazi ancak her halükarda yeterli bir çıkış noktası. Biçim ve içerik arasında bir uyum yakalamaya ve filmde klasik (zaman, aksiyon ve mekan anlamında) bir bütünlük kurmaya çalıştım. Bu da konunun hassasiyetine olabildiğince yakınlaşmakla birlikte, samimi ve klasik bir bakış açısının yaratacağı forma ulaşmanın bir yolu idi.

• Filmlerinizin birçoğunda çıkış noktası olarak bir kızgınlığın varlığından bahsettiniz. Bu aynı zamanda bir katarsis anlamına da geliyor mu?

Öyle sanıyorum ki, bugün artık bir katarsis halinden bahsedemeyiz. Günümüzde artık trajedi diye bir şey yok, hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz ve başımıza gelen her şey, salt üzgün hikayelerden ibaret…

• Peki ya kurtuluş?

Ben Tanrı değilim. Evet, aşk diye bir şey var, ancak bayağılıktan başka bir şey değil, bunu söyleyen ben değilim, ve doğrusu aşk da bazı durumlarda bize çok yardımcı olamıyor. Bir yaşam öyküsünde tesadüfün o kadar büyük bir yeri var ki, düşünüyorum da hayat yolculuğunda bir ilerleme varsa, bu daha önce hayal bile etmediğimiz kaderin bir armağanı. Ben tesadüfen bir yönetmen oldum örneğin, aslına bakarsanız bir yazar yahut ne bileyim aktör olabilirdim, hatta belki de bir çoban (gülmekten kırılıyor). Bu tarz düşüncelere 14 yaşında sahip oldum, aynen bazılarının o yaşlarda bir lokomotifi kullanmayı hayal etmesi gibi…

Haneke par Haneke adlı kitapta, Amour’un çekimleri sırasında yaşadığınız gerilimlerden yola çıkarak dijital HD kamera seçimi konusunda eleştirilerinizi dile getiriyorsunuz…

Arri’nin Alexa adındaki şu yeni dijital kamerası ile filmi çekmeyi istemiyordum. (David Fincher ve birçok ünlü sinemacının da görüntü yönetmenliğini yapan) Darius Khondji bu kamerayı reklamlar için kullanmıştı, teknik konusunda emindi ve ben de tamam dedim. Ve sonuç br felaket oldu. Bütün çekim süresince aklım yerinden çıktı ve sinirden deliye döndüm. Aceleyle yapılan üç çekimin ardından, bu kamerayı bir daha setimde görmek istemediğimi belirttim, çünkü bu şekilde çalışmam artık mümkün değildi. Eğer bu saçmalığı görmeye devam edersem, her şeye güvenim sarsılacaktı, ben daha ziyade aktörler üzerine odaklanmalıydım. Bu filmle birlikte hayatımın en uzun post-production sürecini geçirdim, tam bir yıl. Bu durum Darius ile olan ilişkimi de kötü etkiledi.

Siyah-beyaz çekilmesi sebebiyle oldukça zorlayıcı olan Beyaz Bant‘ın ardından, yeni bir teknik deneye kalkışmak istemiyordum. Bu yüzden teknik olarak her şeyin yolunda olmasını istedim ama sonuç tam tersi oldu. Arri post-production masraflarının bir kısmını karşıladı, çünkü onlar da bunun kameranın yol açtığı bir sorun olduğunun farkındaydılar. Şimdi, artık bu sorunlar geçti ama yine de bu gibi deneylerde kobay olmak istemezdim.

Jean-Louis Trintignant’ın sağlık durumundan endişelendiğiniz oldu mu?

Evet, tabi, ama tuhaf bir şekilde, Trintignant için her şeyi kolaylaştırmak adına bir fizyoterapist ile birlikte çalıştık, derken bir gün çekim sırasında kolunu kırdı. Talihsiz bir durumdu. Ancak o yaştaki aktörlerle çalışmak her zaman için zor olmuştur, bir gün içinde 10 saatlik bir çalışmayı düşünemezsiniz bile. Trintignant ve Emmanuelle Riva ile her şey mükemmel şekilde ilerledi. Hiç bir zaman aramızda en küçük bir tartışma bile geçmedi.

• Filmin çekildiği apartman dairesi Viyana’da anne-babanızın yaşadığı evin bir kopyası gibi. Neden?

Çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar açtığını düşünüyorum. Örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.

 

 

* Not: 23 Ekim 2012 tarihinde, Libération gazetesinde Olivier Séguret ve Didier Péron imzalı bu röportaj «Nous vivons tous avec une mauvaise conscience» adı ile Fransızca olarak yayınlanmış, Soner Sezer tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.

Bu haber toplam 2447 defa okunmuştur
Gaile 230. Sayısı

Gaile 230. Sayısı