“Mihalis Hristofidis ile 20 yıl sonra şiirlerle yeniden buluşmam...”
Ulus IRKAD
Mihalis’le, 2003 yılında, ilk defa barikatlar yeni açıldığında buluşmuştuk. Daha önce buluştuk mu? Olabilir… Ortak arkadaşlarımız çoktu. Öncelikle Mihail Kirliçça… Mihail’le (Kirliçça) ilk buluşmamız, 1994 yılında, iki toplumlu bir öğretmenler buluşmasında olmuştu. ABD’den yeni dönmüş ve o yıllarda hem BM, hem de Fulbright’tan bir mektup alıp, Ledra Palace’ta, Kıbrıslırum öğretmenlerle, iki toplumlu bir yakınlaşma grubu oluşturmak için bir davet gelmişti. O oldu…Mihail’le (Kirliçça) o görüşmeden sonra, ölünceye, yani 2010 yılına kadar buluşup, birçok iki toplumlu ziyaret, toplantı, hatta iki toplumdan öğretmenlerin çıkardığı bir ortak dergiye kadar, birlikte imza atmıştık. “HADE” adlı dergiyi Pile’de, 1997 yılından 2003 yılına kadar, diğer arkadaşlarla birlikte çıkarmıştık. Bu arada hemen hemen her hafta Pile’de, dergi için de toplantılar yapıp, derginin mizanpajını hazırlamaktaydık. Bu işler tamamlanınca dergimiz çıkmaktaydı. Birçok ortak, iki toplumlu festivalden tutun, barikatlar açılmadan, toplantı ve etkinliklere, diğer Kıbrıslı Türk arkadaşlarla birlikte katılmıştık. Tabi ki yalnız değildik ve yanımızda yüzlerce öğretmen arkadaşımız, gerek katılımcı, gerekse etkin kişiler olarak bulunmuşlardı. Ne yazık ki Mihail’i, 2010 yılında yitirmiştik. Fakat çok iyi hatırlıyorum, 2003 yılında, barikatlar açılır açılmaz, Mihail Kirliçça, beni arayarak, Kuzey’de köyü Lefkonuk’ta dağ ötesi “Filiku”ya gitmek istediğini, bir arkadaşıyla birlikte geleceğini bildirmişti. Mağusa’da İki Buçuk Mil Barikatı’nda onları karşılamıştım. Yanındaki arkadaşı, engelli Kıbrıslırum şair ve yazar Mihalis P. Hristofidis’ti…
O gün gelmişler, Mihail Kirliçça’nın köyüne gitmiş, sonra Mağusa’da da dolaşmış ve öğleden sonra her ikisini de, iki Buçuk Mil Barikatı’na bırakarak, tekrar birlikte buluşmak için söz vererek ayrılmıştık. Gene günler hep yoğun aktivitelerle geçmişti. 2004 sonrası referandum, başka sorunlar, çocukların problemleri, kültürel ve sanatsal faaliyetler, Ledra Palace Bölgesi’nde etkinlikler derken, zaman geçmiş, bu arada Mihail Kirliçça’yı da kaybetmiştik.
Göz açıp kapayıncaya kadar, aradan bir anda 20 yıl geçmişti. Mağusa’da, Bandabuliya Kültür Merkezi sorumlusu Hüseyin Bahça’nın, bir şiir-sanat ve kitap tanıtım etkinliğine daveti üzerine, şair ve yazar Mihalis Hristofidis’in “Kenardaki Notlar” adlı kitap tanıtımına davet edilmiştim geçen akşam. Evet, Mihalis, 20 yıl önce, Mihail Kirliçça ile kuzeye geçip Mihail’in köyüne birlikte gittiğim Mihail’di ve beni görünce de sevindi. Bana Kirliçça ile o günkü anımızı hatırlayıp hatırlamadığımı sordu. Her şeyi, Mihail’i ve kendisini hatırladığımı söyledim. Gecenin moderatörlüğünü de eski Dışişleri Bakanı, Baf’tan küçükten tanıdığım Özdil Nami (Tesadüf bu ya!), çevirmenliği ise Çağdaş Polili yaptı. Çok güzel bir gece oldu. Birçok olumlu olay oldu ve o gece bu etkinlik için, 50 yıldır Avusturya’da yaşayan, Baf’tan arkadaşım İrfan Kamil de oradaydı, tesadüfen birçok tanıdığa da o gece orada rastladım.
Geceye renk veren Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum şiir okuyucular oldu. Başta Hüseyin Bahça, Dr. Cemal Mert ve Hüseyin Ağlamaz dahil (iki Kıbrıslırum Hanım arkadaşın isimlerini yoğunluk nedeniyle alamadım, özür dilerim, yoksa şiirleri onlar da güzel okudular), tüm katkı koyan arkadaşlarımıza teşekkür ederken, Mihalis’in kitabından bir şiirle, siz okuyuculara veda etmek istiyorum;
Birlikte yürüdüğümüz bu hayat
Bir oyun,
Senin günahkar düşüncen ben,
Dayanışmamın eksikliğini tamamlayan sen,
Mihalis’in gözlerini yaşartan ise
Senin sonsuz baharının kimliği...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...
“Tarihin azı karar, çoğu zarar!...”
Ohannes Kılıçdağı
Günümüzün etno-dinsel çatışmaları, siyasi sorunları hakkında konuşurken gerek o sorunun tarafları, gerek üçüncü kişi ve kesimler devamlı olarak tarihe atıfta bulunur, olayların, durumların geçmişte nasıl olduğunu anlatmaya çalışarak bugünkü pozisyonlarının haklılığını ispat etmeye çalışırlar. Sorunların bugünkü hâlini, olayların nasıl bu noktaya geldiğini anlamak ve bir hüküm vermek için şüphesiz ki geçmişe bakmak gerekir. Aksi, saçma olurdu. Örneğin, İsrail-Filistin meselesinin nasıl bu noktaya geldiğini kabaca son 150 seneye bakmadan anlayamazsınız. Yaşadığımız, o günden bugüne devam eden bir süreç; tarih içinde bu sekans henüz kapanmadı. Örnekleri başka bağlamlardan çoğaltabiliriz.
Fakat, tarihi bugün yapılması gerekenler, kurulması gereken barışçıl, adil bir düzen için koşulsuz ve mutlak bir referans olarak almak sorunlu bir yaklaşım. Herhangi bir şey, tarihte nasıl olmuşsa bugün de öyle olmak zorunda değil, hatta kimi örneklerde öyle olmamalı. Dolayısıyla, bir işin, eylemin, bir durumun, bir uygulamanın öncülünü göstermek onu her zaman meşru kılmaz.
Bu tür tartışmalarda sıkça başvurulan bir yol da tarihe atfı mümkün olduğu kadar eski bir zamana yapmak – atfını en eski zamana taşıyabilen kazanacakmış gibi... Hâlbuki belli bir yerden sonra eskiye atıf yapmak anlamsızlaşır. Zaten, zamanda geriye gittikçe iddianızın maddi temeli zayıflar. Atıflarını, örneklerini 1000 sene, 2000 sene öncesine yapanlar var. Bir coğrafyada 2000 sene evvel ne olduğu, bize bugün o coğrafyada ne olması gerektiğine dair bir şey söylemez. 2000 sene evvelki durumun bugünkü sorunlarımızın çözümüne katkısı sıfırdır. 1000-2000 sene öncesine referans vermek absürttür. 2000 seneye iki sene, hatta 200 sene muamelesi yapılamaz. Zaten insan zihni belli bir zaman diliminden ötesini kavrayamaz, anlamlandıramaz. Bir sene, beş sene, elli sene, yüz sene nedir, neye karşılık gelir az çok kestirebiliriz fakat 2000 senenin manasını kavrayamayız. 1000 sene evvel olmuş olan ile 2000 sene evvel olmuş olan arasında 1000 senelik fark vardır ama bugünden bakan bizler için neredeyse ikisi de birdir. Ayrıca, bu kadar uzun bir zaman dilimi içinde herhangi bir grubu kesintisiz, düz bir çizgiyle 2000 sene evvelsinden günümüze bağlamak çok zordur. Başka bir deyişle, 1000 sene, 2000 sene evvelki bir gruptan “biz” diye bahsetmek afakidir. Hele, birey düzeyine indiğinizde durum iyice saçma bir hâl alır. Zira soyacağınızda 2000 sene evvel geriye gitmek mümkün olsaydı “atalarım” diyeceğiniz binlerce kişi olacaktı ve muhtemelen birbirlerinden habersiz, çok farklı gruplara mensup biçimde yaşıyor olacaklardı.
Zamanda geriye gidişlerin çoğunun amacı “Bu toprak kimin?” sorusuna cevap bulmaktır. Bu sorunun amacı da o toprak parçasını kimin yöneteceğine, kimin buna hakkı olduğuna karar vermektir. Onun için de, bir toprak üzerindeki en eski varlığın ve devlet veya devlete benzer bir yapının “kendine ait” olduğunu ispatlayabilen grup/‘millet’ şimdiki zamandaki hâkimiyet hakkını da elde ettiğini düşünür.
Bu, tamamen yanlış bir bakış açısıdır. Bir topluluğun bir coğrafyada, başka gruba tabi olmadan, eşit ve özgür olarak yaşayabilmesi için geçmişte herhangi bir zamanda o topraklar üzerinde bir devlet kurmuş olmasına, hatta tarihin çok eski çağlarından beri orada yaşıyor olmasına gerek yoktur. Kaldı ki, devletler 19. yüzyıldan evvel, milletler adına kurulmazdı. Mesela, adam diyor ki “Kudüs yüzyıllarca bizim idaremizde kaldı.” Bunu söyleyen kişi Osmanlı hanedanının bir üyesi değilse, söylediği doğru olmaz. Kudüs’le onu bağlayan, Kudüs’ün onun idaresinde olması değil, Kudüs’ü yönetenlerin onu da yönetmesi.
Velhasıl, bir yerin kimin olduğu sorusu yanlış bir sorudur. Yanlış sorulara imkânsız cevaplar aramak, vakit kaybettirdiği gibi toplumlar arası barışı da tehdit eder. Aslolan, bir yerde yaşayan herkesin, haklarının ve özgürlüklerinin sahibi olarak, diğer herkesle eşit ve insan onuruna yakışan bir yaşam sürmesidir. Esas olan, bir devletin bir grup adına bütün gruplara hükmetmemesidir. Bu sağlandıktan sonra, kim ne zaman gelmiş olursa olsun bir önemi yok. Böyle bir siyasi ve toplumsal düzeni kurabilmek için öyle uzak geçmişe bakmaya gerek yok. Onun yerine, temel alınması gereken insan hakları ve özgürlükleri, azınlık hakları, demokrasi ve bunların dayandığı değerler var.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 25.11.2023)
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR DÜNYADA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILIYOR?
“Kartel ile nehir arasında bir “toplu mezar” hikayesi...”
Ayça SÖYLEMEZ
“Ituango Barajı binlerce bölge sakininin hayatını değiştirdi. Hatta ölü olanların da…”
Kolombiya’dan geçen hafta ajanslara düşen habere göre, Narcos dizisinden yakinen tanıdığımız Medellin kentindeki nehirde son 2 yılda 55 kişinin cesedi bulunmuştu. Medellin polisinden yapılan son açıklamaya göre, bu yıl gelen ihbarlar ve yapılan aramalar neticesinde Medellin Nehri’nde 29 ceset daha bulundu.
“Faili meçhul” cinayetlerin sorumlusunun, kenti uzun süre etkisi altına alan kokain baronu Pablo Escobar’ın karteli olduğu düşünülüyor. Medellin Nehri de Escobar'ın emriyle öldürülen kişilerin “toplu mezarı” olarak adlandırılıyordu.
Ülkede ayrıca birçok FARC gerillasına yönelik cinayet de “faili meçhul”. Barış anlaşmaları bu cinayetleri azaltsa da 50 yıllık çatışma ardından binlerce yargısız infaz, zorla kaybetme vakası ve faili meçhul cinayet bıraktı. İnsan hakları örgütleri, ülkede 4 bin 646 toplu mezar olduğunu düşünüyor.
Yakın tarihin gerçekleriyle yüzleşmek…
El Pais’te yayınlanan baraj haberi, ülkenin büyük bölümünün devlet ve kartel şiddetinden kaynaklı olarak toplu mezara dönüştüğünü bir kez daha hatırlattı.
Yazının başındaki ifade de haberin yazarı Catalina Oquendo’ya ait. Haberinde, Cauca nehrindeki barajın inşasıyla birlikte, ülkenin karanlık cinayet geçmişinin nasıl ortaya çıktığının izini sürüyor.
Barajın yapımına başlanmasıyla birlikte cesetler ortaya çıkınca, inşaya paralel olarak bir de zorla kaybedilenlerin aranması süreci başlıyor. Hatta işin içine, sualtı arkeologları da dahil oluyor…
Cauca nehri, Kolombiya’nın kuzeybatısındaki Antioquia bölgesinde, Puerto Valdivia köyünün yakınında. Haberde, bu süreç şöyle anlatılıyor:
“Bölgede yaşanan çeşitli silahlı çatışmalar sırasında kaybolan binlerce kişinin, 2014 yılında baraj inşaatı başlayan Cauca Nehri'nin çamurlu suları altında bir yere gömüldüğü tahmin ediliyor. Artık akrabaları onları bulmak istiyor ve Kolombiya'nın Barış için Özel Yekili Yargısı (JEP), sevdiklerinin kalıntılarını bulmakla görevlendiriliyor. JEP'in ilk görevi, rezervuarın sular altında bıraktığı bölgelerde su altı araştırmaları yapmak oluyor.
Bu çok büyük bir zorluk, ancak Kolombiyalı bir adli soruşturma kuruluşu olan Équitas tarafından JEP için hazırlanan bir rapora göre, aramayı yürütmenin birkaç yöntemi var. Kolombiya nehirleri genellikle cesetlerin gizlice atılması için çok sık kullanıldığından, daha önce de büyük su altı aramaları yapılmıştı.
Yetkililer, Cartagena Körfezi'ni kuzey Kolombiya'daki Magdalena Nehri'ne bağlayan yapay bir kanal olan Canal del Dique'nin altında bir yerlerde 9 bin cesedin yattığına inanıyor. Her iki su altı kurtarma çabasının da, yakın tarihteki acı gerçeklerle yüzleşilmesine yardımcı olacağını umuyorlar.”
Baraj bölgesinde toplam 2 bin 94 ceset
Devlet suçlarının kurbanlarının kurduğu MOVICE’in verdiği bilgiye göre Briceño, Cáceres, Ituango, Nechí, Peque, Sabanalarga, Tarazá, Toledo ve Valdivia bölgelerinden toplam 2 bin 94 kayıp kişinin cesedi Ituango Barajı civarında bulunuyor.
MOVICE, kayıp kişilerin gömüldüğüne inanılan 16 alanın hükümetten korunmasını talep etti. Şimdi JEP onları barajın yukarısındaki bölgelerde, su altında bulmaya çalışacak.
Équitas ve JEP'in araştırma biriminden adli antropologlar ve arkeologlar, baraj yakınındaki Cauca Nehri kıyısında ilk sualtı arkeolojik araştırmasını gerçekleştirdi. Kayıp kişi raporlarını, adli sistem veritabanlarını, insan hakları ihlali verilerini ve bireysel kaynakları referans alarak, 131 kayıp kişinin kalıntılarının bulunduğuna inanılan 282 su altı alanı tespit ettiler. Ancak bazı cesetlerin tespiti ve çıkarılması için Kolombiya’daki teknolojinin yeterliliği soru işareti olarak duruyor.
JEP, yazının başında bahsettiğim Medellin için de benzer bir araştırma yapılmasını emretti. Çünkü baraj inşaatı sırasında bulunan en az 140 kimliği belirsiz ceset, Medellin'deki El Universal mezarlığına defnedilmişti.
Cesetler nerede?
Zorla kaybedilenlerin cesetleri nehirlerde ancak, nasıl?
Daily Beast’ten Richard McColl imzalı, “Cesetler nerede?” başlıklı makaleye göre, hükümet Medellin’deki büyük bir toplu mezarın izini sürüyor ancak bu onarı başka bir karanlığa sürükledi.
Yazıda konu edilen Kolombiya Olay Yeri Araştırmacıları (CTI) üyeleri, bir itirafçının, toplu mezar alanı olarak gösterdiği üst toprağın bir bölümünü kaldırdığında, kafatasları, kemikler ve giysi parçalarının ortaya çıkmasını bekliyordu. Bunun yerine, orta derinlikte çok sayıda yuvarlak delik ile karşı karşıya kaldılar. CTI memuru “Burada ne oldu? Onları ayakta mı gömdün?” diye sordu.
Gerçek bambaşkaydı: “Ölenlerin cesetleri parçalara ayrılmış, uzun süt kaplarına konmuş ve asitle ıslatılmıştı. İnsan içeriği eriyip sıvı hale geldikten sonra, kaplar çıkarılıp içindekiler yakındaki Magdalena Nehri'ne dökülmüştü. Hiçbir delil yok…”
Richard McColl, bu vakada, başkent Bogota'nın yaklaşık 77 mil kuzeybatısındaki sömürge kasabası Guaduas yakınlarında bu şekilde öldürülen insanlarla ilgili bilgilerin, Kolombiya'daki eski savaşçılardan toplanan bulanık anılara dayandığını yazdı: “Ne yazık ki bu hikayeler benzersiz olmaktan ziyade standart…”
Devletin kartelle ortak işlediği suçların yanı sıra çatışma alanlarında da çok sayıda ceset bulunuyor:
“Kolombiya'da işaretsiz mezarlar, toplu mezarlar ve ortak mezarlar çoktur. Bulmaca onların nerede olduğunu ve içerlerinde kimlerin bulunduğunu bilenleri bulmaktır. (Bunu söylemek, yapmaktan daha kolay.)”
Kartelin “korku evleri”
Escobar’ın kartelinin devri geçeli çok oldu ancak ülkede ne karteller ne de uyuşturucu ticareti bitmedi. Dolayısıyla buna bağlı şiddet de…
Colombia Reports, Medellin kentinde çetelerin kullandığı “korku evlerini” 2015 yılında yazmıştı:
“Şehrin belediye başkanı, Medellin'in merkezinin işkence ve “parçalama” için kullanılan “korku evlerine” ev sahipliği yaptığını itiraf ederek topluma yönelik kanlı bir tehdidi açığa çıkardı. Korkunç şiddet eylemlerinin gerçekleştiği bu alanlar, son zamanlarda şehirdeki parçalanmış cesetlerin ortaya çıkması nedeniyle insan hakları örgütü tarafından ihbar edilmişti, ancak şehir yetkilileri daha önce bu bağlantıyı şimdiye kadar reddetmişti.
Medellin Yönetim ve Güvenlikten Sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı Luis Fernando Suarez açıklamasında, “İnsanların parçalandığı yerler var. Bir insanı öldürüp parçaladıklarında bu, topluma ve sorumlu yapıların üyelerine bir mesaj gönderiyor” dedi. Eylül ayında renkli kurdelelerle bağlanmış plastik torbalara sarılmış dört parçalanmış ceset bulunmuştu; bu mezbahaların, artık bu tür uygulamalarla karakterize edilen ölümcül çetelerle bağlantılı oldukları düşünülüyor.
Medellin için İnsan Hakları adlı kuruluşun lideri Luis Fernando Quijano, “Çete üyelerinin, insanları terörize ederek susturmaya yönelik hesapları ve eylemleri var” dedi.
Kentsel çatışmalara odaklanan bir danışma grubu olan NGO C3’ün başkanı Luis Guillermo Pardo da, “Medellin'de korku evleri vardı ve varolmaya da devam ediyor. Kentin merkezi olan Comuna 10'da 15 adet 'korku evi' var. Kişiyi öldürüyorlar, parçalıyorlar, cesedi plastik poşetlere sarıp derelere veya Medellin Nehri'ne atıyorlar” dedi.”
Colombia Reports’un başka bir haberinde de yargıya yansıyan bir “korku evi”nden bahsediliyor: “Şu anda Kolombiya'nın üç büyük şehrinde parçalama evleri kurulu. Medellin Karteli ve onun halefi paramiliter AUC'den miras kalan bu uygulama, bir güvenlik mekanizmasının bulunmaması nedeniyle önemli sayıda faili meçhul cinayetin sorumlusu olmaya devam ediyor.”
(BİANET.ORG – Ayça SÖYLEMEZ – 25.11.2023)