“Milliyetçiler, Hırvatlar’la Sırplar’ı, asla birlikte yaşayamayacaklarına ikna etmek istiyor!”
Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı’ndan Anya Vladisavlyeviç’in “Milliyetçiler, Hırvatlar’la Sırplar’ı, asla birlikte yaşayamayacaklarına ikna etmek istiyor” başlıklı incelemesi BALKAN INSIGHT tarafından 4 Ağustos 2021’de yayımlandı. Bu yazıyı okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Anya Vladısavlyeviç şöyle yazıyor:
*** “Bu hafta Hırvatistan 1995 yılında gerçekleştirilen “Fırtına Harekatı”nı kutlarken, Sırbistan ise bu operasyonda öldürülen kurbanlar için yas tutuyor, her iki taraftan milliyetçiler ise savaşın en travmatik olaylarından birinden siyasi olarak nasıl kazanç sağlayacaklarını hesaplıyor” diye konuşuyor sosyolog Mariyana Stoyçiç.
*** Her Ağustos ayında Hırvatistan ile Sırbistan arasında ilişkiler soğur ve yetkililer 1995’te neler olduğu hakkında birbirlerine sert sözler söylerler – Hırvatistan Ordusu’nun “Fırtına Harekatı”, isyancı Hırvatistan Sırpları’nın kontrolü altındaki toprağı ele geçirerek etkili biçimde Hırvatistan’daki savaşı sona erdirmişti...
*** Belgrad’da bulunan Kamu Tarihi İçin Merkez’de bir araştırmacı olan sosylog Mariyana Stoyçiç, iki ülkede “Fırtına Harekatı”na ilişkin birbirine rakip resmi söylemlerin milliyetçiler tarafından yaratılıp desteklendiğini ve bunların siyasi hedeflere ulaşmak maksadıyla kullanıldığını anlatıyor.
*** Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı’na bir röportaj veren Mariyana Stoyçiç, “Fırtına Harekatı’ndan söz ettiğimizde aslında aynı olayın her bir ülkede farklı fonksiyonları vardır” diyor.
*** Hırvatistan her sene 5 Ağustos’ta Sırp Krayina Cumhuriyeti olarak ilan edilen isyancı Sırplar’a karşı zafer kazandıkları bir gün olarak kutluyor, bu gün ülkenin bağımsız bir devlet olarak varlığını sağlama alan anahtar faktör olarak kutlanıyor.
*** Ancak bu harekat esnasında ve harekat sonrasında da 600 kadar çoğunlukla yaşlı Sırp siviller öldürülmüştü, Hırvatistan Helsinki Komitesi’ne göre... Ağustos 1995’te bu bölge kurtarılırken, 200 bin Sırp göçmen de buradan ayrılmak durumunda kalmıştı...
*** İşte bu yüzden ülkenin geriye kalan Sırpları için bu yıldönümü acılı bir yıldönümüdür, Sırbistan’da ise 5 Ağustos günü öldürülenler ve o topraklardan kovulanlar için hüzünlü bir Anma Günü olarak anılıyor...
*** Her iki ülkedeki anma törenleri genellikle milliyetçi söylemlerle yapılıyor ve Stoyçiç’in de belirttiği gibi, bu genellikle yerli ve çoğunlukla karma toplumlara büyük zarar veriyor.
*** Stoyçiç, “Sırp milliyetçiliğinin ana düşüncesi ki buna Hırvat milliyetçiliği de dahildir, Sırplar’la Hırvatlar’ın asla birlikte yaşayamayacakları şeklindedir, hiçbir zaman birlikte yaşayamamışlar ve asla da gelecekte birlikte yaşayamayacakları şeklindedir” diye konuşuyor.
*** Geçen sene, “Fırtına Harekatı”nın 25nci yıldönümü, COVID-19 pandemisi nedeniyle daha düşük düzeyde bir törenle anılmıştı Sırbistan’da ve Bosna-Hersek’in Sırp ağırlıklı Sırp Cumhuriyeti’nde... Sırbistan ile Bosna-Hersek sınırında, Sava Nehri üzerindeki Sremska Raca Köprüsü’nde yapılmıştı bu anma toplantısı – Fırtına Harekatı’ndan kaçan Sırp göçmenler, işte bu köprüden geçmişlerdi konvoylar halinde. Nitekim, medyaya yönelik bir tablo hazırlanmış ve köprüde aktörler göçmen olarak giydirilip Yugoslavya dönemi araçlar ve traktörlere bindirilerek bu köprüden geçirilmişti törende...
*** Bosna-Hersek’ün üçlü başkanlığındaki Sırp üye Milorad Dodik, “Fırtına Harekatı’nın kötülük mozaiğinin bir parçası olduğunu, bu harekatın Sırplar’ı ortadan kaldırmayı hedeflediğini ve son yüzyıldan bu yana bunun uygulanmakta olduğunu” duyurdu. Sırp Cumhurbaikanı Aleksandr Vuçiç de İkinci Dünya Savaşı’nda Sırplar’ın öldürülmesiyle bu harekat arasında paralellik kuran bir konuşma yapmıştı.
*** Sosyolog Stoyçiç, Hırvatistan’da “Fırtına Harekatı”nın “bir zafer söyleminin parçası” olduğuna dikkat çekerken, kendi ülkesi olan Sırbistan’da ise bunun tarih boyunca ülkenin eşitsizliğin bir kurbanı olduğu yönündeki “mit”in bir parçası olduğuna dikkat çekiyor.
*** “Bu söylem 1990’lı yıllarda, eski Yugoslavya’daki savaş yıllarında oluşturuldu... Bu söylem tarih boyunca şehit ve kurban olmakla, tehlike içerisinde olmakla alakalıdır – bu söyleme göre Sırplar tarihleri boyunca adaletsizliklerin kurbanları olmuşlardır ve tüm diğerleri Sırplar’ı yok etmeye çalışmıştır” diye anlatıyor Stoyçiç. Yugoslavya henüz dağılmadan önce Sırp politikacılar daha 1980’li yıllardan başlayarak İkinci Dünya Savaşı döneminde falist bir kukla devlet olan ve Ustasa hareketinin önderliğinde kurulan Bağımsız Hırvatistan Devleti altında Sırplar’ın çektiği acılardan söz etmeye başlamışlar – bu faşist devlet o dönem ırkçı yasalar geçirerek Sırpları, Yahudileri ve Romanları hedef almış ve toplama kampları sistemi oluşturup yürütmüş...
*** “Ancak kısa süre içerisinde faşist Ustasa hareketi, Hırvatlar’la özdeşleştirilmeye başlandı ve buna göre Hırvat halkı Sırplar’a karşı patolojik bir nefret besleyen homojen, düşman bir kollektifti! Şimdi Sırbistan’da siyasi liderler, “Fırtına Harekatı”nda Sırplar’ın yaşadığı acıları, Bağımsız Hırvatistan Devleti esnasında yaşadıklarıyla eşit tutmaya çalışıyor” diyor.
*** Sırp yetkililerinin söylemleri “seçici” bir söylem imiş diye anlatıyor Stoyçiç – çünkü Sırp önderliğinde savaşın başlarında Hırvatlar’a karşı yapılan saldırılar tümüyle görmezden geliniyormuş... Örneğin üç ay boyunca Hırvat kenti Vukovar’ın Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter güçler tarafından kuşatma altında tutulup sonra da şiddet yoluyla ele geçirilmesinden hiç söz etmiyorlarmış.
*** “Fırtına Harekati, 1995 yılında Sırplar’a yönelik bir soykırım olarak takdim ediliyor, bu operasyon sonucu Hırvatistan’daki Sırp nüfusun en büyük bölümü Sırbistan'a gön’erilmişti zorla ve bunun da bir nedeni yoktu bu söyleme göre... Çünkü bu söylem 1991 ile 1995 yılları arasında yaşananlarla hiçbir bağ kurmuyor... Sanki de Vukovar hiç olmamıştı, sanki de Sırp kuvvetleri Dalmaçya kentlerini hiç bombalamamıştı, sanki de Hırvatlar’a yönelik esir kampları olmamış, sanki de Hırvatlar’a karşı etnik temizlik yapılmamıştı” diye konuşuyor Stoyçiç...
*** Sırbistan için bir diğer zor konu, 1995 yılında büyük kafileler halinde Hırvatistan’dan kaçıp Sırbistan’a gelen Sırp göçmenlere nasıl davranıldığı konusu imiş... Sivil toplum örgütü İnsancıl Hukuk Merkezi’ne göre bu Sırp göçmenlere Belgrad’a girmeleri için izin verilmemiş, çok kötü koşullarda eski otellerde veya kullanılmayan kamuya ait binalarda kalmak zorunda bırakılmışlar veya akrabalarının ve arkadaşlarının yanlarına yerleştirilmişler.
*** Stoyçiç de göçmenlerin Sırbiastan’da düzgün bir destek alamadıklarını, Sırp resmi söyleminin “Yugoslavya’nın başka bölgelerinden tehlike altındaki Sırplar’a yardım ediyoruz” olduğu halde bunun yapılmadığını anlatıyor.
*** Merkezi Belgrad’da bulunan İnsancıl Hukuk Merkezi’nin bir raporuna göre Hırvatistan ve Bosna’daki 1990’lı yıllardaki savaşlar esnasında binlerce Sırp göçmen Sırbistan’da tutuklanarak bunlar çatışma bölgelerine geri götürülmüş veya zorla asker yapılmışlar... Stoyçiç de “Bu tam bir insan avı idi” diye konuşuyor.
*** Stoyçiç, pek çok göçmenin standartların altında geçici konutlara konduğunu, bunların “kollektif merkezler” olduğunu fakat pek çoğunun buralarda yıllarca yaşadığını anımsatıyor. Örneğin 2015’te medyada bir röportaj yer almış, “Fırtına Harekatı”yla ilgili, röportaj yapılan şahıs Sırbistan’ın güneyinde bir kollektif merkezde yaşıyormuş hala... Stoyçiç, savaş sona erdikten 20 sene sonra bazı insanların hala kollektif merkezlerinde yaşıyor olmasının şoke edici olduğunu anlatıyor ve “Bu da, milliyetçi rejimlerin sıradan insanlara ne kadar değer verdiğinin çarpıcı bir örneğidir” diyor.
*** 2020 yılı bir istisna sayılırsa geçmiş yıllarda Hırvatistan’da Fırtına Harekatı anme törenleri her zaman milliyetçi söylemler ve nefret söylemleri içerisinde yapılmış. 2015 yılında Hırvat milliyetçisi şarkıcı Marko Perkoviç “Thompson”, Knin kentinde bir futbol sahasında bir konser vermiş ve bu konser, Fırtına Harekatı anma etkinliklerinin kapanış etkinliğiymiş, yerli yetkililer organize etmiş bunu. Ve futbol sahasında 80 bin kişi “Bir Sırp Öldürün” diye slogan atmışlar – bu da faşist Ustasa hareketinin sloganı imiş...
*** Stoyçiç’e göre “düşmanlar”, bölgedeki anma etkinliklerinin önemli bir konusu imiş genelde... “Bana göre zaferlerden ve kutlamalardan söz etmek, daha çok “başkalarının” bizler için ne kadar tehlikeli olduğu yönünde uyarılardır ve sürekli olarak bu yüzden uyanık olmamız telkin edilir” diye konuşuyor.
*** Stoyçiç, önemli olanın olup bitenlerin ne kadar karmaşık olduğu üzerinde düşünmek olduğunu aktarıyor, tüm bunları tek boyutlu bir “mit”e dönüştürmeden yapmalı bunu... “Örneğin Fırtına Harekatı’nın kusursuz olduğunu söylemek veya bu harekatı canice bir eylem olarak göstermek gibi...” diyor. Ona göre Hırvatistan nüfusunun önemli bir bölümü için bu harekat, sırf Hırvat oldukları için kovulmuş oldukları evlerine geri dönebilecekleri anı simgeliyormuş... Ancak Sırp kurbanların da görmezden gelinmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
*** Stoyçiç, Bağımsız Demokratik Sırp Partisi’nden Başbakan Vekili Boris Moloseviç’in Hırvatistan’daki Sırp azınlığı temsil ettiğini ve geçen yıl sosyal medyada kendi ailesinin savaşa ilişkin hatıralarını paylaştığını anlatıyor. “Babası Hırvat ordusunda bir askermiş fakat Fırtına Harekatı sırasında ninesi bir Hırvat asker tarafından öldürülmüş. Bence bu öykünün kendisi son derece kişisel ve tüm bu olayların ne kadar karmaşık olduğuna dikkat çekiyor” diyor.
*** Miloseviç, geçen sene Hırvat devletinin Fırtına Harekatı kutlama törenlerine katılmış, Sırbistan’dan siyasi liderler ona katılmaması için çağrıda bulunduğu halde bunu yapmış. Ve Miloseviç, işlenmiş olan suçları affedemeyeceğini belirtmiş “ancak toplumumun konumunu iyileştireceğine inandığım herhangi bir jest için de hazırım” diye konuşmuş. Hırvat Başbakanı Andrey Plenkoviç ise muhafazakar Hırvat Demokratik Birliği lideri ve törende Fırtına Harekatı’nın “en büyük zafer” olduğunu söylemiş ancak tüm kurbanlara, “yalnızca Hırvat kurbanlara değil, Sırp kurbanlara da” sempatisini ifade etmiş.
*** Önce gelen devlet yetkilileri de ülkenin Sırp azınlığına katılarak Grubori ve Varivode’deki katliamların yıldönümünü anmışlar – Fırtına Harekatı esnasında en şiddetli olaylar buralarda yaşanmış... Stoyçiç, geçen sene Hırvatistan’da anma törenleri esnasında yeniden yakınlaşma sözcüklerinin duyulduğunu anlatıyor ve bunların “sembolik olarak çok önemli olduğuna” dikkat çekiyor.
*** Ancak ona göre Hırvat yetkililerin yapması gereken çok iş var – örneğin savaş sonrası geri dönen Sırplar’ın sorunlarına pratik çözümler getirmek gibi ama aynı zamanda 1990’lı yılların savaşlarında işlenmiş savaş suçlarını ele almanın yanısıra, kamuda Ustasa sembollerinin kullanılmasına ilişkin açık bir tavır almaları gibi... “Sembolik adımlar önemlidir ama yetersizdir – esas önemli olan, ondan sonra olacak olanlardır” diye konuşuyor.
(BALKAN INSIGHT’ta Anya Vladisavlyeviç’in 4.8.2021 tarihli yazısını derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Sosyolog Mariyana Stoyçiç
“Pozitif Direnç: Nefrete karşı müzikle direnenlerin öyküsü...”
Ferda Balancar
Renan Koen’in ‘Pozitif Direnç: Nefretin Tarihi, Theresienstadt, March of the Music’ başlıklı kitabı Türkçe ve İngilizce iki ayrı baskı olarak Gözlem Gazetecilik Yayınları’ndan çıktı. Piyanist, besteci ve soprano olan Renan Koen, aynı zamanda müzik terapisti ve yazar. Koen ile kitabından yola çıkarak, II. Dünya Savaşı’ndaki adıyla ‘Theresienstadt Gettosu ve Toplama Kampı’nda Holokost’a müzikle direnen sanatçıları ve ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ başlıklı eğitim programını konuştuk.
*** Öncelikle, ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ adlı eğitim programınızla başlayalım. Bu program çerçevesinde neler yapıyorsunuz?
‘Holokost Gerçekliği’ kısmından başlayayım bu soruya. Holokost tüm dünyada, hem halen farkındalığı çok düşük bir konu olmaya devam ediyor ve hem de çarpıtılarak anlatılıyor. Bu sebeple, 2015’ten beri Türkiye ve dünyada aktardığım bu eğitimin ilk bölümünde öğrencilerin mevcut bilgileri ışığında kısaca Holokost’a kadar olan dönemi anlattıktan sonra Holokost’u ayrıntılı olarak anlatıyorum. Daha sonra ‘Theresienstadt Getto ve Toplama Kampı’nı anlatarak orada bestelenmiş müzik eserlerini seslendiriyorum. Müzik eserlerini seslendirirken bunu bir konserden ziyade, öğrencilerin hislerini paylaşmasına müsaade ederek gerçekleştiriyorum. Eğitimin ‘Pozitif Direnç’ bölümünde ise, katılımcı öğrencilerin kendi yaşamlarındaki zorluklarla nasıl başa çıkacaklarına dair çalışmalarımız oluyor.
*** Bu programa katılan öğrencileri hangi kriterlere göre seçiyorsunuz? Programa katılmak isteyenler neler yapmalı?
Burada bir seçilmişlik, seçim veya eleme yok. 13-14 yaş üzeri kim isterse katılabilir. Zaten benim bakış açım ve yöntemim elemeden çok kapsayıcıdır. Bu eğitimi ben okullara gidip veriyorum ama önümüzdeki sezondan itibaren 500.Yıl Vakfı Müzemizde öğrencilerimizi çevrimiçi veya yüz yüze kabul etmeye başlayacağız. Pandemi süreci içerisinde de yurtiçi ve yurtdışı olmak üzere çevrimiçi eğitimlere devam ettim.
*** Eğitim programına katılanları ‘March of The Music’ projesi kapsamında Çek Cumhuriyeti’ndeki Terezin’e götürüyorsunuz. ‘March of The Music’ nedir? Ve neden Terezin? Kitabı henüz okumayanlar için Terezin’in öneminden söz eder misiniz?
Holokost müziği araştırmalarıma, Almanlaşmış adıyla Theresienstadt Getto ve Toplama Kampı ile başladım. Yapım itibariyle hangi konuda olursa olsun, bir şeyi araştırıp öğrenmek istiyorsam gerçekten dibine kadar, tüm detaylarıyla ve zamanın da bunu beslemesine izin vererek yaparım yolculuğumu. Hemen öğrenip tüketmektense, içimdeki bu tohumu defalarca beslemeyi tercih ederim.
Bundan seneler önce, Theresienstadt’a hapsedilen sanatçıların yasak olsa da eserler vermeye devam ettiklerini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Bu engellenemez merak dolu etkilenme beni hemen orada yaşamış ve eserler vermiş bestecileri araştırmaya yöneltti. İlk başlarda Theresienstadt için hissettiğim şey, çok derin bir üzüntü duyduğum kapatılmışlık hissiydi. Fakat eserler elime geçtikten sonra, onları inceleme ve yorumlama aşamasında anladım ki, bu ‘kapatılmışlık gerçekliği’nin içerisinde bestecilerin hayata olan bağlılıkları, hayata bağlılıklarının da ötesinde, orada yaşadıklarını gelecek nesillere müzik yolu ile aktarmak, müzik yolu ile belgelemek arzusu ve başarısı, her türlü engelin önüne geçmişti.
Müzik eğitimleri sırasında aldıkları yüksek disiplin içeren formasyonları, Terezin Konsantrasyon Kampı’nda yaşadıkları süre boyunca benim deyimimle yüksek bir ‘Pozitif Dirence’ dönüşmüştü. Hayranı olduğum Zikmund Schul, Pavel Haas, Gideon Klein ve Viktor Ullmann’ın eserlerini derinlemesine incelediğim zaman gördüm ki, bu dört bestecinin her biri, kendilerini böylesine vahşet ve zorluklarla dolu bir ortamda tekrar tekrar her gün ve her dakika müzik yolu ile dönüştürebilmişlerdi. Hem yaşadıkları coğrafya itibariyle ailelerinden aldıkları disiplin, hem de her birinin ayrı ayrı aldığı; kendi dilini yaratmaya yönelik, aynı zamanda son derece katı ekollerin öğretilerini içeren eğitim ve bu eğitimin gerektirdiği disiplin, benim ‘pozitif direnç’ olarak tanımladığım şeyi daha güçlü bir şekilde ortaya çıkartmış, savaşın ve Nazi Almanyası’nın yok etme gücüne karşın, kendilerine, müziğe ve yaşadıkları Theresienstadt’a sahip çıkarak, aralarındaki işbirliği ve dayanışmayı da sürekli güçlendirmişler.
*** 'March of the Music’ ne zaman kuruldu?
'March of the Music’ öğrenci hareketini 2016 yılında oluşturdum. ‘March of the Music’ yurtiçi ve yurtdışında ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ eğitimimi alan öğrencilerin katılmaya hak kazandıkları bir gezidir. Bu gezide, savaştaki ismi ile Theresienstadt, şimdiki ismi ile Terezin kentine gidiyoruz. Bu gezinin, öğrencilere koyduğum tek bir şartı var: Geziden sonra hissettikleri ve deneyimleri ile ilgili bir ürün vermeleri. Yetenekleri, aldıkları eğitim veya istekleri her ne yöndeyse bu ürünleri yaratıyorlar. Ortaya çıkardıkları bu ürünlerini tamamlamalarını takiben dünyada seslendirilmesini, yayınlanmasını, basılmasını sağlıyorum. Çünkü benim için, içimizdeki üretken ve yaratıcı ruh ile tanışmak ve onu canlı tutmak, kendi özgün tınımızı bulmak, barışın başlıca şartı. Gezi, aynı zamanda ortağı olduğum ‘Gustav Mahler: Everlasting Hope / Terezin Composers’ Vakfı’nın düzenlediği müzik festivalinin bünyesinde gerçekleşiyor. Aynı zamanda benim de konser verdiğim bu festival, birçok müzisyen ve müzikolog ağırlıyor.
Festival içinde hem konserlere hem de derslere katılıyoruz. Festival programının dışında, gençleri Terezin’de, bu şiddet dolu tarihin geçtiği yerlerde dolaştırıyorum. Gettoda kalan tutsakların tutuldukları ‘barak’larda kalıyoruz. Orada kalmak bile başlı başına bir deneyim. Ben şahsen orada kaldığım gecelerde hiçbir zaman uyuyamıyorum. Festival komitesi ve benim tarafımdan, sadece bu geziye katılan gençler için düzenlenen bölümü ise, Theresienstadt’tan savaş bittiği için kurtulabilen bir ‘survivor’ ile tanışma toplantısıdır. Gençlerle uzun uzun aramızda tartışıp sorular hazırlıyoruz ve bu soruları, ‘survivor’a sorma imkânı buluyorlar.
Fiziksel ve duygusal olarak yoğun bu program içerisinde, ürün yaratma sürecine de hep birlikte, Terezin’de başlıyoruz. Bir kişinin yaratacağı ürünün tartışılmasına, birlikte katıldığımız ‘Yaratım Süreci Paylaşımı’ toplantılarımız ile başlıyoruz. Tabii bu tartışmaların bazı kuralları var. Ancak şimdiye kadar öğrencilerle yaşadığım tecrübelerin hiçbirinde bu kuralları hatırlatma ihtiyacında olmadım. Şimdiki gençler bir harika. Onların sayesinde geleceğe, bir gün bırakacağım dünyaya çok daha umut dolu bakabiliyorum.
*** Nefret söylemi temelli ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir sorun olmayı sürdürüyor. Türkiye’de nefret söylemine karşı mücadele etmeyi amaçlayanlara dünyadaki örnekleri de yakından tanıyan birisi olarak neler önerirsiniz?
Nefretin temelinde haksızlığa uğramışlık, görülmemişlik, duyulmamışlık, özdeğer sorgulamaları, sorunları yatar. Nefret ile mücadele etmenin tek çaresini, bireyin kendini özdeğerinde hissetmesi olarak görüyorum. Ama kurtarılmış hissetmek ya da koşullara bağlı olarak değerli hissetmek değil kastettiğim. Çevresinde kimse olmasa da kendisini iç dünya olarak zengin hisseden insan, şartlara bağlı olmaksızın kendisiyle barışık olan insandır ve bu insan ister istemez zaten bu ışığını yaymak ister, kendiliğinden toplumsal görev bilincinde olur. Toplumsal görev bilinci içerisinde verirken, ne alacağını hesaplamaz.
*** Son olarak, kitabınızda Holokost kurbanı olan Türk Yahudilerinden ve hatta kimliğinde Müslüman yazmasına rağmen Holokost kurbanı olmaktan kurtulamayanlardan söz ediyorsunuz. Kitabınızı henüz okumamış olanlar için bu insanların yaşadıklarından söz eder misiniz?
Bahsi geçen Yahudi vatandaşları, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan evvel Avrupa’ya yerleşmiş ve Avrupa vatandaşı olan kimselerdir. Yoksa, II. Dünya Savaşı sırasında hiçbir Türk Yahudi vatandaşı Türkiye’den sınır dışı edilmedi ve kamplara gönderilmedi.
(AGOS – Ferda BALANCAR – 25.7.2021)