Milliyetçilik, Hınç ve Şiddet
Milliyetçilik, Hınç ve Şiddet
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
Milliyetçilik ve millet olguları şiddet ile sıkı bir ilişki içindedir ve bu “platonik” bir ilişki değildir. Bunu anlamak için Gellner’in dediği gibi, “dünya mezarlıklarını dolaşmak” yeter. Milliyetçi ideolojinin ürettiği, uyguladığı ve akladığı şiddetin sonucunda ölenlerin sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Milliyetçiliğin şiddetle iç içe olmasının birden fazla nedeni vardır. Öncelikle milliyetçiliğin modern bir olgu olarak ulusların ve ulus-devletlerin kurucu ideolojisi olduğunu hatırlayalım. Modern devlet ulusa dayanıyor, meşruiyetini ulustan alıyor. Ulus ise kültür bakımından homojen olduğu varsayılan veya homojenleştirilmek istenen bir nüfusa dayanıyor. Etnik, dinsel, dilsel, tarihsel vs. gibi gerçekte var olan veya icat edilen veriler uluslaşma sürecinde girdi olarak kullanılıyor ve sürecin sonunda ürün olarak ortaya ulus çıkıyor. Bu uzun sürece başından sonuna kadar gizli, açık, sembolik, yapısal veya fiziksel şiddet refakat ediyor. Başka türlü söylersek, şiddet uluslaşma sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ulusun iç sınırları (kültürel homojenleşme) ile dış sınırları (ulus-devletin teritöryal sınırları) çoğu zaman şiddetle çiziliyor. Bunun böyle olması neredeyse kaçınılmazdır. Çünkü milliyetçiliğin en temel özelliği olan siyasal olanla kültürel olanı birbirinde eritmek başka türlü mümkün değildir. Çünkü, milliyetçi ideolojinin iddia ettiğinin tersine, ulusların doğuşunda ne uluslar, ne uluslara ait olup da gelip yerleşmelerini bekleyen “tarihsel topraklar”, ne de aynı kültürü paylaşan “kaynaşmış bir yurttaşlar topluluğu” vardır. Kültürel sınırlarla siyasi sınırlar ulus-inşası ile ulus-devlet-inşası süreçlerinde çiziliyor. Başka türlü söylersek, Demos’tan (tarihsel nedenlerle aynı yerde yaşayan insanlar) Ethnos (millet) yaratmak, milliyetçiliğin şiddet ile iç içe olmasını beraberinde getiriyor. Modernite pre-modern yapıları yıkarak dünyayı milli egemenlik, self-determinasyon, kültürel homojenleşme, milli kültür gibi kavramlarla tanıştırıp ulus devlet inşasına yönelince ve siyaset meşruiyetini bu kavramlarda aramaya başlayınca, gündeme kaçınılmaz olarak baskı, asimilasyon, dışlama ve yok etme geliyor. Tam da bu yüzden, etnik şiddet ve etnik temizlik gibi olgular modern olgulardır. Çoğu zaman, Michael Mann’ın dediği gibi, demokrasinin “karanlık yüzü” olarak karşımıza çıkarlar. Yine bu yüzden, geleneksel toplumlarda “etnik şiddetten” söz edemeyiz. Şiddet veya “temizlik” olmadığından değil elbette. Fakat milliyetçilik-öncesi dünyada siyaset ve siyasa etnik veya kültürel referanslarla meşru kılınmıyordu. Devlet ulusal egemenlik icra eden bir halka/ulusa dayanmadığı gibi, milli egemenlik veya self-determinasyon gibi kavramlar bilinmiyordu. Kültürel homojenleşme bir durum olmadığı gibi, arzulanır bir değer de değildi. Pre-modern dünyada şiddet elbette yaygın bir olguydu fakat bu şiddet türü “etnik şiddet” olarak tanımlanamaz. Çünkü şiddetin etnisite merkezli ideolojik bir boyutu yoktu. Şiddet bir tahakküm aracı olarak kullanılıyordu. Merkezi otoriteye karşı yapılan isyanlar, imparatorluk savaşları, feodal beyliklerin kendi aralarındaki savaşlar etnik bir içerik veya boyut taşımıyordu. Benzer biçimde, geleneksel dönemde toprak kaybı “milli bir hadise” veya “travma” olarak yaşanmıyordu. Güçlü olan savaşı kazanıyor ve yenilen tarafın toprak kaybına uğraması doğal sayılıyordu. Bu algı modern zamanlarda değişti. Toprak kaybının “milli” veya “kolektif bir travma” olarak yaşanması ulus devletlerin kurulmasıyla karşılaştığımız bir olgudur. Fransız tarihçi Marc Ferro tam da bu noktanın altını çizmek için Fransa’dan şu örneği verir: Fransa’nın 1870 yılında Prusya’ya yenilmesi ve Elzas-Loren’i kaybetmesinden sonra eğitim bakanı Jules Ferry, Tunus ve Annam’ı ilhak ettiklerini Clemenceau’ya bildirdiğinde, derin bir üzüntü içinde olan Clemenceau şöyle der: “Ben iki evlat kaybettim, siz bana iki hizmetçi veriyorsunuz”. Gerçekten de tarihin bu yeni aşamasında toprak kaybı “evlat” kaybı kadar travmatik olmaya başlar. Oysa, Marc Ferro’nun da altını çizdiği gibi, prenslikler arası savaşlarda toprak kazanımı böyle yaşanmadığı gibi, toprak kaybı da travmatik bir deneyim değildi. Örneğin XIV dördüncü ve XV Louis dönemlerinde Savoi bölgesi Milanlılarla, Loren’in ise Hollanda ile takas edilmişti ama bu bir travma olarak yaşanmamıştı.
Milliyetçilik üzerine çalışmalarıyla tanınan Profesör Langewiesche de 18. yüzyılda hükümdarların “düello yapar gibi savaş yaptıklarını” ve yenilmeleri halinde toprak kaybını doğal saydıklarını belirtir. Ulus-devletlerin doğuşuyla bu durumun tamamen değiştiğini belirten Langewiesche, ulus-devletlerin yurttaşları harekete geçirebilmek için onların duygularına hitap etmek zorunda olduğunu, bunun da savaşı “kutsal bir mücadeleye” dönüştürdüğünü ileri sürer. Tarihçi Albert Sorel de benzer bir noktanın altını çizer: “ulusların peşinde koştukları şey, prensliklerinkinden daha acı, zaferleri daha kibirli ve başkalarını aşağılamaları daha hakaretamizdir. Daha fazla acıya ve zamana yayılan ressentiment (hınç) duygusuna yol açar. İnsanlar artık somut bir ilkeden ötürü -devlet veya krallık- yaralanmazlar, ırklarında ve kanlarında yaralanırlar. Başka zamanlarda sadece bir kaç kişiyi harekete geçiren duygular şimdi geniş halk yığınlarını harekete geçirir. Tutkular daha korkunç, insanlar daha inatçı olur.”
Açıkçası, etnik şiddet, “milli travma” ve hınç duygusu milliyetçiliğe ve milli devletlere dayanan modern dünyada rastladığımız temel olgulardandır. Milliyetçilik çağında dışlanmış, horlanmış, geri kalmış, aşağılanmış, yenilmiş, engellenmiş ulusların veya etnik grupların ressentiment duygusuna kapıldığı bir vakıadır. Hınç duygusu ise intikam duygusunu tetikler. Örneğin Adolf Hitler, Versay antlaşmasından “utanç anlaşması” olarak söz ediyordu ve bu da kendilerini aşağılanmış hisseden kitleleri harekete geçirmesini kolaylaştırıyordu. Başka bir örnek vermek için Balkan Savaşlarından sonra Jön-Türklerin “intikam, intikam, intikam” diye haykırdıklarını hatırlayalım. Rumeli’nden kovulmuş olmanın yarattığı hınç duygusu Anadolu’yu etnik temizliğe tabi tutmaya yol açan en önemli nedenlerden biriydi.