Misafir, ev sahibi yerine geçerse!
Hani kimi zaman misafire nezaketle denir ya, “kendi evin gibi davranabilirsin…”
Öyle de…
Bunun bir de ölçüsü olur galiba…
Ev sahibi, kendini “misafir” gibi hissetmeye başlarsa, ölçü kaçmıştır.
***
“Anayasa’ya yeni bir madde önerilebilir:
KKTC Anayasası ve tüm usulleri Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen talimatlar kapsamında geçersizdir.
Hiç abartmıyorum, samimi ve sahici olur böylesi bir öneri, demokrasi gösterisine, rol yapmaya, kılıfına uydurmaya, eğilip bükülmeye ve binbir dereden su getirmeye gerek kalmaz.”
İki yıl önce yazmıştım bu satırları, yeni değil…
Şimdi bu önerime ne der, Yüksek Mahkeme Başkanı, meraktayım.
Kendi binasının temel atma törenine “misafir” olarak gitmiştir çünkü…
Ev sahibine ait olması gereken organizasyonu, bir başka ülkeden, bir başka irade düzenlemiştir.
Böylesi şartlarda demokrasi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkeleri nasıl korunur? Nereye konumlanır kuvvetler ayrılığı ve laiklik?
***
Yüksek Mahkeme Başkanlığı yeni binasının içeriğini, bir başka ülkenin bakanı anlatıyor.
Sunucu bile dışarıdan geliyor…
Kendi ülkesinde misafir oluyor yerli aktörler, dışarıdan gelen misafirler de karar verici…
Örneğin, yeni hastane anlatılırken, Sağlık Bakanı’na söz bile verilmiyor.
***
Bir mizansen kuruluyor ve sahneye çağrılıyor makamlar…
Bir de imam…
Dualar okuyor.
Böyle bir geleneği yok bu ülkenin…
Dayatıyorlar.
Özellikle ana muhalefet başkanına tam bir tezgah kuruluyor…
Yüksek Mahkeme, din, devlet, külliye, laiklik, siyaset falan… Hepsi anlamsızlaşıyor.
***
“Bu memleket bizim…
Biz yöneteceğiz…”
Bağır bağır bağırıyoruz.
Yetmiyor.
Geleceği görmüyoruz.
Puslu, sisli, flu!
“Gitmek mi zor kalmak mı” çıkmazı içerisinde, kalanlar gidenlere bakıyor, gidemeyenler yoklukla yüzleşiyor.
Vazgeçmiyoruz elbette…
***
İki sene önce “El pençe divan eşit egemen uluslararası statü” demişim bu tabloya…
“Bu memleket bizim” dedikçe…
“Sizin değil bizim” diyorlar.
Besmeleyle, fatihayla, duayla, marşla…
“Siz yönetiniz ama talimatı biz vereceğiz.”
İtaat istiyorlar…
İtiraz değil…
Kendi yönetimlerini de kuruyorlar böylece…
***
Hani on bin kişi yürüdük ya Lefkoşa’da…
Umutlandık, gururlandık, özgüvenimizi kazandık yeniden…
Onbinler olmalı…
Yüzbinler…
Sözümüze, iradenize, değerlerimize, varlığımıza hoyratça saldıranlara karşı çok daha cesaretle, kararlılıkla, aidiyetle büyüyebilmeliyiz.
Çok daha akılla, sabırla, diyalogla çoğalabilmeliyiz.
Yetinebilmeliyiz kendi imkanlarımızla ve üretime odaklanırken, kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenebilmeliyiz.
Bu düzenin gerçek yaratıcılarını ve koruyucularını, bu yozlaşmış gidişten beslenenleri, haysiyet yoksunu menfaatçileri ve çapsız yaranmacıları iyi tanımalıyız. Ayırt etmeliyiz, iyiyle kötüyü… İllaki korumalıyız yeni bir ülke yaratacak, bu yalan düzeni değiştirecek ve onurlu bir geleceği inşa edecek insanları, kurumları, örgütleri…
Ve elbette…
Misafir de misafirliğini bilmeli…
Nezaket bir yere kadar…
Yolculuk var!
Siz bu satırları okurken, Manchester yolunda olacağım.
Evlatla biraz hasret gidermek zamanı…
Yine sekiz aylık bir özlem girdi araya…
O nedenle, bir haftalığına, buralarda görmezseniz, affola…. İmkan olursa yeniden yazarım, elbette…
Umarım, çok daha umutlu gündemlerle…