Mithat Bayraktar, esir olarak ellerinden kaçtığı Kıbrıslırumlar’ı arıyor... (2)
1974’te Bilelle’de Kulaklı Tepe’de (Kalambaki) esir alınan Mithat Bayraktar’ın inanılmaz kaçış hikayesini hem kendinden, hem de sevgili oğlu, çok değerli arkadaşımız Ali Bayraktar’dan dinledik... Mithat Bayraktar, savaş karşıtı, içi barış özlemiyle dolu bir insan... 1974’te kendini esir alan ve onların elinde esir iken kaçışına tanık olmuş olan Kıbrıslırumlar’ı arıyor... Onlarla tanışmak, konuşmak, yaşanmış olanları yadetmek istiyor... Biz de bu süreçte kendisine yardımcı olmaya çalıştık, sevgili Ali Bayraktar bu konuda bizden yardım isteyince, o bölgede görev yapmış olan Kıbrıslırumlar’ı bulmak üzere bir diğer çok değerli arkadaşımız olan Mihalis Yangu Savva’dan yardım istedik. Ali Bayraktar bize yazdığı notta, “Babam hep esirlikten kaçtığı gece orada, özellikle yanında olan ve silahlarını savurarak kaçtığı Rumlar’la karşılaşmak, buluşmak istedi ama pek de bir şey yapamadık. Aklıma siz geldiniz” demişti. Biz de bu konuda Mihalis Yangu Savva’dan sözkonusu Kıbrıslırumlar’ı bulmasını istedik ki onları Mithat Bey’le bir araya getirebilelim...
Ali Bayraktar, babasının öyküsünü anlatmayı sürdürüyor ve şöyle yazıyor:
“SAKIN YAPMA...”
“Kayaların arasından çağıran Rum’u gören babam elindeki piyadeyi doldurup kayanın arasından Rum’a doğrultur “Zaten 13 -14 metre vardı aramızda, mermi Rum’u delip geçerdi” der. Silahı dorultan babamın koluna sarılan Şükrü titreyerek “Sakın yapma yoksa öldürüller bizi” deyerek babamı engeller.
“Bunun üzerine kendime geldim ve ‘Şükrü sen kal ben çıkıp teslim olacağım’ diyen babam çıkıp ellerini kaldırarak Rumlar’ın olduğu yere gider…. Rum babama “Silahın varmış, git al getir, hem senin ile biri daha vardır o nerede?” der. Rum’u Şükrü’nün kaçtığına ikna eden babam aşağıya silahı almaya indiğinde Şükrü’nün kayaların içinde küçük bir kovuğa nasıl sokulduğunu ancak da büyük bir karpuzun sığacağı bir kovuğa büzülüp girdiğini hayretler içinde anlatır. “Be Şükrü iyimin” deyip “üstüne değdiğimde hiç tepki vermeyince, vuruldu mu bu acaba? Ama ateş falan da edilmedi’ deyip yorum yaptığını anlatır. Şükrü’yü olduğu yerde bırakıp yukarıya çıkar… Yukarı çıkınca malum itme kakma, dipçikle vurma….”
“GALİBA BİZİ ÖLDÜRECEKLER...”
Babam sonrasını şöyle anlatır: “Öğlene doğru kısa boylu bir komutan gelip, belinden çıkardığı tabancayı karnıma sokarak bağırarak bişeyler sorar. Ben o sırada korkudan kendimden geçip baygınlık geçiririm ve çocuklarım, bütün hayatım gözümün önünden bir şerit gibi geçtiğini hatırlarım, bir ara kendime gelmeye başlayınca acaba öldüm de öbür dünyadayım herhalde diye de düşündüydüm. Bir müddet sonra kendime geldim.
Bu arada benim ve Ali’nin ellerini sırma gibi birşeyle arkadan bağlarlar…. Ali Baflı olduğundan Rumcası da iyiydi, ara ara Ali’ye sorarım “Ne deller be Ali” derim. Ali da “Galiba bizi öldürecekler” der, hade başlarık ağlamaya… Rum’un biri bize kızarak bişeyler söyler. Ali’ye sorarım ne der be Ali. Ali der “Neyimiş o ağlama, çocuk muymuşuz da ağlarmışık” der...”
George Poli, Mithat Bayraktar, Ali Bayraktar ve Andreas Bafidis...
“BİZİM MEVZİLERE SALDIRACAKLARDI...”
Babam anılarını bize anlatırken de “Sanki da ... misafirliğe geldiler bizim tepeye, neticede öldürecekler bizi işte” deyerek de güler. Babam anlatmaya şöyle devam eder:
“Bu arada olduğumuz yerden paraşütçülerin atlayışlarını seyrederik. Rumlar’da bir telaş bir heyecan ve panik olduğunu açık açık görüyorduk.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken bu birlik, ben ve Ali’yi de yanlarına alarak tepenin doğu tarafında Bilelle köyüne doğru hareket eder. Bizi tutsak alan gurup ikiye bölünür, Ali’yi yanlarına alan gurup Kıral Kızı denilen bölgeye doğru (dağa doğru) hareket eder. Beni yanlarına alan gurup Kulaklı Tepe’den indikten sonra yaklaşık 400-500 metre sonra bir tepenin yamacına yüzleri Bilelle köyüne doğru dizililler tam karşımızda bizim mücahitlerin olduğu mevziler vardı…. O saat Rumlar’ın napacaklarını anladım, onlara rehberlik yapmam için beni da yanlarına alıp bizim mevzilere saldıracaklardı. Aklıma koyduydum, eğer böyle bir şey olursa ne zaman mevzilere yanaşacaklar, başlaycaktım banırmaya çağırmaya sırf bizimkilere haber vermek için, zaten beni bir şekilde öldürecekler, bari bizimkiler kurtulsun... Bu arada yolda giderken, ellerimin birtanesinin ellerimi bağladıkları ipten sıyrılıp çıkarabildiğini farkettim... Gün boyunca hiç durmadıydım sürekli elllerimi ipten kurtarmak için uğraştıydım... Olayı farketmesinler diye, beni yokladıklarında ellerimi geriyordum. Çünkü “Endaksi re endaksi” diyerek arada bir ellerimi yoklallardı.
“NE İSTERSE OLSUN, KAÇACAKTIM...”
Oturduğumuz tepenin yamacında, her iki yanımda beni ortalarına almış bir vaziyette iki Rum vardı. Çok yakınımda dirsek keyfi denilen bir şekilde silahlarıyla oturuyorlardı…. Diğerleri de dizili bir şekilde ve ufka düşmemek için, tepenin karnında oturuyorlardı.
Ben elimin ipten kurtulduğunu farkettiğim andan itibaren kaçmayı aklıma komuştum, ruhum gereği ben öyle tutsak olacak biri değildim, ne isterse olsun kaçacaktım...
Saat yaklaşık gece yarısına doğruydu, yavaş yavaş ellerimi ipten çıkardım ve düşünürüm, yanımdakilerin birinde Thomson birinde de hiç tanımadığım bir Çek silahı, acaba bunlar kurulu mu, kurulu değilse acaba o heyecanla kurabilir miyim çekip vurayım kendilerini, silahlar kurulu değillerse kesin bana müdahele edip yakalayacaklar çünkü ortalarında oturuyordum tek boşluk ön taraf, o da dik, aşağıya doğru bir meyil yani ayağa kalktığımda çok da ayakta durmak mümkün değil, sadece aşağıya doğru hızlıca kaçabilin... Bunları düşünürken kaçmaya karar verdim. Hazırlandım ve fırıladım, bu arada oturduğum yerden kalkarken zaman kazanmak için yanımdakilerin silahlarını kapar kapmaz öne doğru fırılattım, yanımda oturan Rum’un biri elini uzatmasıyle silahın bir tanesinin kolanından yakaladı. Biraz çektim gelmeyince bırakarak bulunduğumuz sırttan aşağıya doğru koşmaya başladım yaklaşık 15-20 metrelik yamaçtan aşağı inince düştüm tekrar kalktım ve sağa doğru koşmaya devam ettim, kaçarken bölgeyi çok iyi bildiğimden kafamda nasıl ve ne yöne hareket edeceğimi planladıydım… Hedefim bizim mevzilere doğru gidip Rumlar’ın çok yakında olduğunu bizimkilere haber vermekti. Düşüp kalktıktan sonra çok gitmedim, beni taramaya başladılar, mermiler çok yakınımdan “pıst pıst” geçiyordu, mermilerin rüzgarlarını hissedebiliyordum, kulaklarımın yanından geçiyorlardı, bazıları izli mermiydi, önüme tarlaya kakılıp yanıyorlardı. Bir müddet atışlar devam etti ve ansızın kendimi bir balluranın (konnara ağacı) içinde buldum, kaçarken içine düştüm… Atışlar durmuştu, onlardan uzaklaşmıştım...
12 Kasım 2009'da Kayıplar Komitesi kazı ekibi ve Mihalis Yangu ile Kulaklı Tepe'de...
“MÜCAHİT ARKADAŞLARA ULAŞTIM...”
Yavaş yavaş o balluranın içinden çıktım ve hemen aşağıdaki derenin içindeki sazlıkların içine girip dinlenmeye başladım nefes nefeseydim ve ağlamaya başladım, inanamadım, hayatta olmama inanamadım, tekrar hayata doğmuş gibiydim...
Mamırladıktan sonra yavaş yavaş bizim mevzilerin olduğu yöne gidip “Gelin alın beni yaralıyım” diye seslendim. Aslında içine düştüğüm balluradan dolayı her tarafım yanıyordu.. Bana sanki da vuruldum hissiyatı veriyordu.
Sesimi duyan mücahit arkadaşlar “Sen gel” diye ses verdiler… Bir şekilde sürünerek gittim ve Rumlar’ın hemen az ötede taaruz etmek için hazır olduğunu ve ellerinden kaçtığımı anlattım...
O gece ellerinden kaçtığım Rumlar, bilmiyorum benim kaçmamdan dolayı mı, o bölgede bizim mevzilere hiç saldıramadılardı...”
Bu olayda mucize eseri babam Rumlar’ın elinden kaçarak, Şükrü saklandığı yerden gece kaçarak, Ali ise savaştan sonra esir değişiminden sağ olarak kurtuldular…”
“Buldozer” lakaplı Ali Selim, bundan 20-25 yıl önce vefat etmiş... HAMUR’daki sohbetimizde bunu da öğreniyoruz... Nur içinde yatsın Ali Bey, onu da böylece anmış oluyoruz...
BİR GÜVERCİNİN GÖZYAŞLARI...
Bundan tam on yıl önce, 25 Ekim 2013’te Mithat Bey bizimle ve Kayıplar Komitesi yetkilileriyle Bilelle’ye giderek bize bazı olası gömü yerleri göstermişti... Mithat Bey’in göstermiş olduğu bu olası gömü yerlerinin tümünde de kazı yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz... Ancak barışsever bir insan olarak hem kendisi, hem de sevgili oğlu Ali Bayraktar bize her zaman yardım etmeye çalıştılar insani ve gönüllü bir görev olarak...
Mithat Bey, HAMUR’daki buluşmamızda bana kendisini çok etkilemiş olan bir olayı da aktarıyor... Şöle diyor:
“Sevgül Hanım, bak sana bir şey söyleyeyim... Ben avcılık da yaptım zamanında... Ustam bana dediydi avlarkana, onundu tüfek da, “at o güvercinlere” dediydi... Ben güvercine ateş edecek insan olamazdım, yerdeki güvercine... Kandırdı beni ustam, ‘hade be atayım’ dedim. Attım, yanına gittim, böyle seker yukarı yukarı... Başka bir güvercin da arkadaşı mıydı, geldi da dururdu yanında... Baktım o güvercine, gözlerinden yaş akar yahu... Duttum aldım, gözlerinden yaş akar böyle...”
Bu olay onu çok etkilemiş ve bir daha eline tüfek almamış...
“Ben o şeyden sonra her zevkten kesildim... Ovada vurdum ya güvercini, hiçbir zaman tüfek da almadım elime, o şey da her zaman gözümün önüne gelir... Yattıktan sonra da gözümün önüne gelir... Neydi be? İşte ustamın şeyiynan attım, vuruldu, gözünden yaşlar akar böyle...”
GEORGE POLİ’NİN SÖYLEDİKLERİ...
Yukarı Lefkaralı George Poli, 1974’te yeniz 19 yaşındaymış... 231’nci birlikte askerliğini yapmaktaymış. “Kalambaki”de yani “Kulaklı Tepe”de imiş Bilelle dışında... Mithat Bey’in esir alınışına ve sonra da geceleyin esirlikten kaçışına dair anlatılan hikayeyi hatırlıyor. Ancak Mithat Bey kaçarken, George Poli orada değilmiş, o “Kalambaki”de yani Kulaklı Tepe’de imiş... Fakat anlatılanları birliğinde duymuşmuş o günlerde...
ANDREAS BAFİDİS’İN SÖYLEDİKLERİ...
Andreas Bafidis ise Goççinodrimityalı...
“20 Temmuz 1974’te yani Cumartesi günü saat 12’de Kalambaki’deydik” diye anlatıyor bize... “Ancak ben Kalambaki’ye (Kulaklı Tepe) gitmediydim, ben Bilelle’ye gittiydim” diyor. “Bir tim Kalambaki’ye, bir tim de Bilelle’ye gittiydi. Biz Bilelle’nin dışındaydık. Bir başka esir olan Ali bizimleydi ve tepelerdeki Rum askeri birliğine götürdüydük onu. Lapta tepelerindeydi bu askeri birliğin karargahı, Lapta’ya giden yol üzerinde, “Gomaristra” dediğimiz yerdeydi. Çünkü bir komutan aradıydı ve Ali’yi oraya götürmemizi istediydi. Ali, esirdi, kaçan esir o değildi yani. Arkadaşım Paraskevas, Ali’yi alıp oraya götürdüydü. Ben Mithat Bey’i hiç görmedim, ilk kez burada görüyorum... Ancak kaçışına ilişkin o günlerde anlatılanları duyduydum..”