Mızır bebek - 2 -
Mızır bebek - 2 -
Tayfun Çağra
Doğmuştu ama ne doğuş…
Ağzını bir açmıştı ki bir daha kapanmadı sanki… Ne uyudu ne uyuttu. Suskun olduğu zamanlar sadece annesinin memesine ağzını dayadığı zamanlardı. O zamanlarda bile sesini duyurmak için arada bir ağzını memeden ayırıyor, “ağghh” diye saniye bile sürmeyen bir ağlayış aralığından sonra tekrar yumuluyordu memeye… Açtı ama sesini de duyurması gerektiği inancındaydı.
***
Annenin bir dinlendiği zamanlar o zamanlardı ama onun da yani o dinlenme dakikalarının sürekli gitmesi de mümkün değildi. Annenin sonsuz sütü yoktu, saatlerce süt içirecek de gücü yoktu. Süt zamanı geçer geçmez tekrar ağlamaya başlıyordu ‘Ahmet’ adını verdikleri mızır bebek… Ahmet, kadının babasının adıydı. Çok seviliyordu baba, ailesi tarafından ama mal varlığının, parasının az olduğunu söylemek de mümkün değildi. Yani mızır bebeğe ‘Ahmet’ adının verilmesinin tek sebebi dedenin çok sevilmesinden değildi ama belki de çok sevilmesinin nedeni de işte o çok mal varlığıydı ve paraydı.
***
Yıllar geçti, Ahmet adındaki mızır bebek artık bebeklikten çıkmış liseyi bitirecek yaşa gelmişti. Bu yaşa gelene kadar da anne karnındaki, ondan sonraki mızır hallerinden hiçbir şey kaybetmemişti. Her yaşa göre mızırlık yapacak halleri vardı. Ana okulda, ilkokulda hem arkadaşları hem öğretmenleri el aman çekmişlerdi ondan… Her gün kavga, her gün bir olay… İstekleri, talepleri bitmiyordu… Bu istekler de özellikle dede Ahmet tarafından yerine getiriliyordu. Küçük Ahmet ise hayatın böyle yaşanması gerektiği düşüncesindeydi. Yani sürekli hayata karşı çıkacak, kavga edecek, isteklerde bulunacak, yerine gelmezse bağıracak, çağıracak, küsecek, yerine gelirse de isteklerin seviyesini yükseltecekti.
***
Orta ve lisede de böyle gitti Ahmet’in hayatı… Başka bir kardeş de yapmamışlardı ona anne ve babası… Belki de Ahmet’in onlara beş çocuk gibi gelmesindendi bilinmez ama kardeş olmaması da ilginin sürekli onun üzerinde kalmasını getirdi. O da bu avantajını kullanabildiği kadar kullandı. Lisede aşık oldu, belki de öyle olduğunu sandı. Aşık olduğu kızı sahiplenmek istedi… ‘Sahiplenmek’ derken sevmek, korumak, paylaşmak anlamında değil… O onun olacaktı, istediği gibi sevecek, istediği gibi itecekti. Ahmet isterse gelecek, isterse gidecekti. Karşı çıktı buna kız, tepki gösterdi, “ben senin malın değilim” dedi.
O da ne? Biri ona böyle tepki koyabilir miydi? Mümkün değildi. Çekti onu kolundan, “gel buraya” dedi. Gelmedi, hırpaladı… Okuldaki başka gençler kızı korumaya çalıştı, Ahmet’le diğerleri arasında kavga çıktı, yaralanmalar oldu, polislik oldular… Mahkemeye gitmesin diye taraflar anlaştı (polis yapar ya; “uzatmaya gerek yok yahu, anlaşın da bitsin”), evlerine gittiler.
***
Bitirdi Ahmet liseyi… Bitirmese bile zorla bitirteceklerdi artık Ahmet’e okulu… Şimdi üniversite için sınava girmek, sonuç beklemek Ahmet için değildi. Dede verdi parayı yine, özel bir üniversiteye girdi. “Ekmek elden su golimbadan” hayatı yaşamaya devam etti. Para bu okulu da bitirmesini sağladı. İşe geldi sıra… Torpil işin kapısını da açtı. Bir dairede masa başı bir işe girdi. İşe gitti-geldi ama bişey de yapmadı. Ne soran vardı, ne de umursayan…
***
Böyle geçti birkaç yıl daha… Dede’nin ömrü yetmedi daha fazla… Torunu Ahmet’in peşinde koşturmak, bozduğu işleri onarmak, kırdığı insanları ikna etmek için epeyce yorulmuştu. Dedenin ardından anne-babası da ayrılmışlardı. Hayat onları da yormuştu. Bu yorgunluklar, bu ayrılıklar bu kez Ahmet’i olumsuz etkilemişti. Anne karnındayken başlayan agresiflik, olumsuzluk, bencillik, sabırsızlık dünyaya geldikten sonra da devam etmiş, onun hayatındaki herkesi yormuştu. İşte bu yorgunluk şimdi onu yalnız bıraktırmıştı.
Oysa ki Ahmet hayata henüz hazır değildi. Elinden hep başkaları tutmuş, işlerini hep başkaları yapmış, hep başkalarını kırmış, hırpalamış, şimdi yalnızdı.
Onu çekecek kimse yoktu artık. Ne de dayanacak birileri…
Anne karnına tekrar girse, hayata en baştan tekrar başlasa olur muydu!
Biri ‘hade’ dese onu da yapacaktı ama bunu diyen kimse olmadı.
-bitti-