Modern Türkiye’de Irk ve Irkçılık
Modern Türkiye’de Irk ve Irkçılık
Bülent Gökay
İngilizce aslından tercüme: Şevki Kıralp.
(Not: Bu yazının aslı 5 Kasım 2014 tarihinde www.opendemocracy.net sitesinde İngilizce yayınlanmış olup yazar Bülent Gökay’ın rızası ve onayı ile tercüme edilerek Gaile dergisinde yayınlanmıştır.)
“Her ırkın gücünü ve önyargılarını şekillendiren bir ırk hiyerarşisi vardır. Bu hiyerarşinin başında beyazlar gelmektedir. Bunun çok derin sebepleri vardır. Beyaz toplumlar yarım binyıldır, Çin kültürü düşüşe geçti geçeli küresel anlamda zirvededir. Küresel hakimiyetleri sayesinde beyazlar diğer ırklara korku aşılayarak saygı kazanmayı başarmışlardır. Beyaz olmak imtiyazlı olmak ve özel bir hürmet görmek anlamına gelmektedir. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Kingston’dan Hon Kong’a, Delhi’den Lagos’a hatta İngiltere’de daha farklı yansıtılmasına rağmen Harare’ye kadar durum budur. Dünya’nın hiçbir yerinde sistematik bir ırkçılığa maruz kalmayan tek ırk Beyazlardır. Beyaz ırkçılığının etkileri bütün ırkçılıklardan daha derin ve yıkıcı boyutlara ulaşmış ve küresel ulaşımı olan tek ırkçılık olarak kalmıştır” (Martin Jacques, “The global hierarchy of race”, The Guardian, 20 September 2003).
Türkiye halkına “Türkiye’de ırkçılık var mı?” diye sorduğunuz zaman çoğunluğu, “hayır, zerresi bile yok. Ben de Türküm ve bu memlekette ırkçılığı ne gördüm ne duydum” diye cevap verecektir. Ancak ırkçılık her yerdedir. Bu sadece Türkiye’nin en büyük etnik azınlığı olan Kürtlere karşı bir ırkçılık değil, bütün etnik ve dini azınlıklara yönelik, hatta teniniz Türkiye halkının ortalamasından daha siyahsa karşılaşabileceğiniz bir ırkçılıktır. Media neredeyse her gün İstanbul sokaklarında siyahi insanların ve Romanların uğradığı ırkçılıktan bahsediyor ve bu ırkçılık niteliğindeki davranışların failleri arasında Türk polisi olduğunu bile duyuyoruz.
Modern Türk Kimliğinin İnşası
General İlker Başbuğ, birkaç yıl öncesinin Türkiye’deki en üst rütbeli subayı, bazı yurttaşları tanımlarken “damarlarında Türk kanını gerçekten taşımayan” insanlardan bahsetmekteydi. Kendisinin bu tabiri çirkin bir buz dağının sadece tepesini yansıtmaktaydı. General Başbuğ, modern Türkiye’nin babası Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan “seküler” Türk kimliğinin en önemli yapı taşlarından birine değinmekteydi. 15 Eylül 1922 günü son Yunan askerlerinin de Anadolu topraklarını terk etmesi, 11 Ekim’de ateşkes ilan edilmesi ve Trakya’nın doğusundaki Yunan ordusunun çekilmesi ertesinde Lozan Barış Konferansı başlamıştı.
1923 yılı yeni Türkiye’nin temel kurum ve temel siyasetinin de şekillenmeye başladığı tarihti. Mustafa Kemal ülkesinin ekonomik geri kalmışlığı ve İslami kimliği üzerine değerlendirmeler yapmış ve temel amacını iktisadi ve siyasal alanda Batı standartlarına erişmek, yani “Türkiye’yi Avrupalılaştırmak” olarak açıklamıştı.
Atatürk yeni Türkiye’nin “Doğulu/Müslüman” kökenleriyle tüm bağlarının kesilmesi ve “Beyaz/Batılı” medeniyetin bir parçası olarak tanımlanması gerektiğine içtenlikle inanıyordu. Bunu hayatının geri kalan kısmında pek çok kez ispatlamaya çalıştı. Lozan’daki Türk delegasyonu İngiliz, Fransız ve İtalyan delegeleri Ankara hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu’nun temsil ettiği “eski”, “doğulu” ve “Müslüman” Türk imajıyla bir ilgisi bulunmadığına ikna etmeye çalışıyordu.
Yeni Türkiye kendisini Batı dünyasının tarihi, kültürü ve algılarıyla özdeşleştirmeye ve Osmanlı’nın İslami geçmişinden topyekun bir kopuş iddiasında bulunmaya başladı. 1925 yılına kadar bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kendisini yeni ve batılı değerlere sahip kurumları ve laikliğin ideolojik militanlığını yapan ideolojisiyle yapılandırdı. Sayı bakımından son derece küçük olan askeri seçkinlerin yönetiminde tamamen yeni bir toplumsal düzen kuruluyordu. Bu yıllarda Türk devletinin ideolojisinin de temelleri atıldı. Bu ideoloji halen daha Türk devletini ve toplumunu pek çok boyutta egemenliği altında tutmaktadır.
1932 yılında Türk Tarih Kongresi gerçekleştirildi. Kongre’nin amacı Türklerin aslında “Batı Medeniyetinin” de kökenini oluşturduğuna inanılan Orta Asya menşeli Hint-Avrupalı bir ırktan geldiği teorisini doğrulamaktı. İkinci Tarih Kongresi 1937 yılında İstanbul’da toplandı ve yine Türklerin aslında Beyaz-Avrupalı ırktan geldiklerini doğrulamak üzerine umutsuz çabalar harcandı. İnsanlık üzerine ırkçı kabul edilen çalışmaları olan İsviçreli antropolog Eugene Pittard (1) hem kongreye katılmış, hem de kongrenin onursal başkanı ilan edilmişti.
Mustafa Kemal ülkesi için batılı bir algı üzerinden konuşmakta, ancak kendisinin de önde gelenlerinden biri olduğu Türk seçkinlerinin kimliğini tasvir etmekteydi. Batıya uyumlu olan Türk seçkinleri kendilerini halklarından üstün hissedecek bir durumdaydılar çünkü Batı’ya “Doğulu”lardan ve “Müslüman Türkler”den bahsedebilirlerdi.
Böyle de yaptılar. Batı dünyası ile ilişkilerinde her zaman “aydınlanmış yerliler” olarak kalabilirlerdi. Diğer bir değişle “modern” Türkiye Batı için kullanışlı bir yabancı ve Batıya entegre edilebilecek zayıf bir ortak olarak görülmekteydi. Şu ana kadar da bu yaklaşım değişmiş değildir. Bununla birlikte, ülkenin bireylerinin kendilerini algılayış şekilleri 1920li ve 30lu yılların kimlik oluşturma sürecine derinden bağlıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden 90 yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Günümüzde Türk milli kimliğinin karmaşıklığı, sınırları ve çelişkileri daha da belirgin bir hale gelmektedir. Türkiye 21. Yüzyıl’da ilerlerken etnisite, ulusallık, din, laiklik ve ülkenin dünyadaki rolü tartışılmaktadır.
Her Türk vatandaşı çocuk halen daha Atatürk’ün 1927 yılındaki Gençliğe Hitabesiyle, yani “muhtaç olunan kudretin” kaynağı olan “damarlardaki asil Türk kanı” söylemiyle büyümektedir. Bütün ilk ve orta okul öğretmenleri halen daha Orta Asya’da Hunlar ile başlayan ve yurttaşlık bilincini değil etnik milliyetçilik bilincini büyüten bir “Türk Tarihi” öğretmektedir. Milliyetçi demagoglar ise “saf Türkler” gibi bir kavramdan bahsederek ülkedeki Kürtleri, bütün gayri-Müslimleri ve ülkede sayıları son zamanda giderek artan Suriyeli göçmenleri sert biçimde dışlamaktadırlar.
Suriyeli Göçmenler ve Türk Irkçılığı
2014 Mayıs ayında bir vatandaşın Suriyeliler tarafından gasp edildiği haberi duyulunca yerli halk Suriyelilerin yaşadığı binayı taşlayarak ateşe vermişti. Yaşanan olaylarda şiddet büyüdü, pek çok kişi yaralandı, pek çok kişi de göz altına alındı. Suriyeliler her yerde rencide ediliyor, marjinalleştiriliyor ve saldırılara maruz kalıyorlar.
Gaziantep, Şanlıurfa ve Mardin gibi sınır kentlerinde Suriyelilere karşı linç girişimleri yapıldı. İlk başlarda sınır kasabaları ve kentlerinde yapılan Suriyeli karşıtı gösteriler şimdi İstanbul, Ankara ve Türkiye’nin batısındaki pek çok şehre ulaşmış durumdadır. Yüzlerce Türk vatandaşı ellerinde bıçaklar ve sopalarla Suriyeli göçmenlere, mülklerine ve iş yerlerine saldırmıştır. Sağ görüşlü milliyetçi gruplar, bazı yerel çetelerle birlikte Suriyeli göçmenleri şehir sokaklarında avlamakta, ellerine geçirdikleri yerde feci halde hırpalamaktadırlar. Her gün benzeri korkunç olaylar Türkiye gazetelerinin sayfalarını doldurmaktadır. Burada üzücü olan, bu tür faşist çetelerle ilgisi olmayan milyonlarca sıradan Türkiye vatandaşının bu tür olaylara seyirci kalarak gün geçtikçe daha da zorlaşan ve umutsuz hale gelen koşullarda sağ kalmaya çalışan Suriyeli komşuları için koruma talebinde bulunmuyor olmalarıdır.
Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin statüsü de son derece ilginçtir. Kendileri resmi olarak “mülteci” değil “ziyaretçi” olarak nitelendirilmektedir. Bunun sebebi, 1951 BM Mülteciler Konvansiyonu’nda imzası bulunan Türkiye’nin “coğrafi sınırlandırma” gibi teknik bir kavramla bağlanmış durumda olması ve sadece Avrupalılara “mülteci” statüsü verebiliyor oluşudur. Mülteci statüsünün eksikliği nedeniyle Suriyeliler uluslararası konvansiyonların garanti ettiği dış yardımdan mahrum kalmaktadırlar. Türkiye’deki Suriyeli göçmenler Avrupa dışından olan ülkelerden gelen sığınmacılar ile de aynı şartlara sahip değiller. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıt yaptırarak üçüncü bir ülkeye sığınma talebinde bulunma şansları yok. Netice itibariyle belirsizlik içerisinde, suyu olmayan ve hastalıkların kol gezdiği aşırı kalabalık ve düşük standartlı “ziyaretçi” kamplarında yaşıyorlar.
Bu nedenlerden ötürü, ırkçılık tartışmaları Türkiye’deki Suriyeli göçmen akını nedeniyle önemli bir boyut kazanmış durumdadır. Yeni bir araştırmaya göre Türkiye vatandaşları arasında, hatta Türkiye’nin batısındaki en gelişmiş şehirlerde bile ağırlık taşıyor. Bir davaya net bir görüş olmaksızın tamamen tek yanlı bir taahhüt şeklinde bağlılık göstermek şeklinde açıklayabileceğimiz “kör yurtseverlik”, “ülkem ne yaparsa yapsın desteklerim” yönünde bir düşünceyle hayata geçmektedir. Araştırmaya katılanların %69’u ülkelerinin tarihinde utanılacak hiçbir şey bulunmadığını söylediler. Bütün bunlar eli silahlı milliyetçilerin Kürt düşmanlarını kurşun yağmuruna tuttuğu bir televizyon dizisi ve sinema filmi olarak ekranlara taşınan “Kurtlar Vadisi” isimli yapımın tüm zamanların izlenme rekorları kırmasını açıklamaya yetmektedir. Türkiye’nin meclis sözcüsü Bülent Arıç bile Kurtlar Vadisi’ni “kesinlikle olağanüstü” olarak nitelendirmişti.
Not(1): Pittard Race and History adlı kitabını 1926 yılında yazmıştır. Kitabında ırk ve sosyal davranış arasında kesin bir ilişki olduğunu insan kafatasları ve beyinlerini inceleyen bir araştırmaya dayanarak ve farklı ırksal grupları entelektüel kapasitelerine göre sınıflandırarak öne sürmektedir
Not(2): “Türkiye’de ve Dünya’da Milliyetçilik” başlıklı rapor milliyetçilik, yurttaşlık ve milli kimlik gibi konular üzerinde çalışan International Social Survey Program’ın bir parçası olarak gerçekleştirilmiştir. Çalışma örgütü 64 ilde 1,666 yetişkin ile yüz-yüze görüşme yöntemini kullanarak röportajlar yapmış ve araştırmayı 2014 Mart ayında tamamlamıştır.