1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. -Momus’un Penceresi ve Unutulan Varlığın Geri Dönüşü-          
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

-Momus’un Penceresi ve Unutulan Varlığın Geri Dönüşü-          

A+A-

Rivayet odur ki, diğer tanrıları ve yaratılmış gerçekliği eleştiren Yunan tanrısı Momus -ki hiciv tanrısı olarak da bilinir-, “balçıktan yaptığı insanın kalbine, tüm duygu ve düşünceler kolayca gün ışığına çıksın diye bir pencere koymadığı için Vulkan’ı -ki ateş tanrısı olarak da bilinir- suçlamış” durmuş. Diyesi şuymuş, insan denen muammanın kalbine (buna bilinçaltını da eklemek gerekecek) o pencere açılmış olsaymış, oradan içeriye bakıldığı zaman her şey ayan beyan görünür olur, bir bakıma o muammanın sırrı da çözülürmüş. Burada ‘içerisi’ denilen, daha çok, kendini kolayına ele vermeyen o puslu, hatta karanlık, iç dünyalarımız; hani hepimizde var olan ve her birimizi kendimizde biricik kıldığı kadar, aynı anda kendimizi hem kendimize hem de başkalarına yabancılaştırabilen, görünmeyen dünyalarımız. Momus’un dertlenmesi Vulkan’ın o pencereyi açmamakla bu puslu/karanlık dünyayı aydınlatma, bir başka ifadeyle insanın kendini(n)/ enine boyuna tanı(n)ma fırsatını heba etmiş olması. Ancak şu da var ki Vulkan’ın yapamadığını -belki de öyle olmak gerekirdi- yine de insanoğlu  kendi yapmaya çalışmış. Öyle ya, taa Antik Yunan’da, M.Ö 4-5.yüzyılda çıplak ayaklı Soktares’in çınlayıp duran “kendini tanı/bil” aforizması;  17.yüzyılda modernitenin kurucu isimlerinden Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım” cogitosu; 18.yüzyılda Aydınlama’nın babası Kant’ın “Separe Aude”si (“aklını kullanma cesaret göster”) ve nihayet 19-20.yüzyılda o karanlık dünyayı açığa çıkarmak için çırpınıp duran Freud’un çalışmaları, hep bu çabaların ürünü değil miydi?  İnsanlık adına bunun heyecan verici, uygarlık temelli bir serüven olduğunu kim inkâr edebilir. Hepsi bu kadar değil kuşkusuz.

“Şeffaf Zihinler” (Ayrıntı Yayınları)  kitabında Dorrit Cohn, bunu (bu serüveni) bir başka gerçekleştiren olarak -kalbe (bilinçaltına) pencere açmak ve karanlıkta gizli her şeyi görebilmek/gösterebilmek- yaratılmış gerçeklik alanının şahikası edebiyatı/roman sanatını işaret eder. Buradan hareketle Goethe’nin “yaşamış en güzel ruh” dediği, L.Sterne’nin ‘Tristam Shandy’sini örnek gösterirken, onun amcası Toby karakterini tasvir edişinde bu mite göndermede bulunduğu bilgisini de aktarır. Momus’un penceresi’nden  mülhem, “bir adamın karakterini öğrenmek için bir iskemle alıp yavaşça, dışardan bakınca içi görünen bir arı kovanına yaklaşır gibi yaklaşmak ve bakmak yeterli olacaktı -çıplak ruhunu izlemek için-” der. Bu fırsatın kaçırılmış olmasını ise o “gerçekçi bir teslimiyet ruhuyla” kabul eder gibi görünse de, ağzındaki baklayı asıl şu cümle ile çıkarır:  “Bizim zihinlerimiz bedenlerimizden dışarı yansımaz, şeffaf olmayan bir derinin -ve kanın- karanlık kılıfını giyinmiş olduklarından onların özelliklerini başka yerlerde aramamız gerekir”. İşte o başka yer edebiyat/roman sanatı ve onun yaratılmış gerçekliğidir ve o andan itibaren oraya - deyim yerindeyse edebiyat/romanın gözbebeğine-, adeta çok yüzeyli bir ‘mercek’ yerleşecek ve içimiz sıra (dışımız sıra da) gizli kalan her şeyin üzerine ışıklar düşüren, bir bir daha yeni pencereler (işte Momus’un pencereleri) açılmış olacaktır. Nitekim D. Cohn da örneklemelerini Dostoyevski’den Henry James’e, T.Mann’dan Kafka’ya, Joyce’dan Proust’a ve Woolf’a kadar çeşitli yazarların eserlerinden ve de karakterlerinden hareketle zenginleştirecektir.  (Modern romanın ilk örneği olarak Cervantes’in Don Kişot’u kabul edilecek olursa, demek ki dört yüz yılı aşkın süredir edebiyat/roman sanatında insanın kendiliğine dair sırların çözülmesi/çözümlenmesi çabası devam etmektedir.)

Peki ya sonra!? Amiyane tabirle, zurnanın zırt dediği yer de işte burası: Edebiyat/roman sanatı bu serüveni katman katman geliştire dursun, okurlar olarak bizler onları okurken karanlık dünyalarımıza sürekli yeni pencereler açıldığını kendi tecrübelerimizle yaşarız. Birçoklarında kendimizi bulduğumuz/bulacağımız roman kahramanlarının karanlık dünyalarımıza ışıklar düşürdüklerini hissederiz. Dahası o kahramanlarda kendimizden taşarak öteki’yle (ötekilerle) buluşur, ötekinin varlığında kendimizi adeta yeniden keşfeder, yeniden buluruz. Hele bu serüven istikrarlı bir süreç olarak yaşanmaya, bir başka ifadeyle edebiyat/sanat olarak hayat süreklilik olarak yaşanmaya başlandığı takdirde  -sürekli ‘yaşama sanatı’ndan dem vurulmuyor mu zaten-, kendimizde ötekiyle ötekinde kendimizle çoğalırız; giderek ötekini de gözeten, yani modern aklın en büyük günahı olan yargılamak ve hemencecik hüküm vermek kolaycılığına düşmeden, anlamaya çalışmak gibi bir olgunluk/erdem kazanır, adeta kendimizi yeniden inşa edecek bir güçle donanırız.  Buradan bakınca bir adım daha atarak, roman sanatının insanın varoluşuyla ilgili olduğunu söylemek, (felsefenin buradaki yerini ayrıca belirtmek gerekirken, eksik kalmamak bakımından, edebiyat-felsefe ilişkisini Derrida’nın “iyi edebiyat iyi felsefedir” deyişi ile bir kez daha hatırlamakta yarar var) mümkündür.

Milan Kundera örneğin bu konuda ısrarcıdır. Roman sanatının varoluşla ilişkisini, bir zorunluluk ilişkisi olarak kabul etmekte, romanın “varoluşu incelemesi” gerektiğine ayrıca vurgu yapmaktadır. Ona göre özellikle modern bilimlerin gelişmesi, beraberinde uzmanlaşma alanları yaratmış, bu da dikey anlamda derinleşen ama yatay anlamda daralan bir bilgilenme modeli (ve buna sahip insan tipolojisi) ortaya çıkarmıştır. Durum böyle olunca da “insan hem bütünlüğü içinde dünyayı, hem de kendisini gözden” kaçırmıştır. Kundera’nın modern dünyanın temel problematiği olarak kabul ettiği ve Heidegger’den mülhem “varlığın unutulması” olarak tanımladığı bu gerçeklik karşısında roman sanatına yüklediği varlığı inceleme zorunluluğu/sorumluluğu, bir bakıma insana unuttuğu varlığını yeniden hatırlatması, onu geri çağırması/getirmesidir. Asıl önemli, hatta mucizevi olan şudur ki -roman sanatının gücü de buradan kaynaklanmaktadır-, şimdiden sonra geri gelecek olan bu varlık olup bitenlerle sınırlı, tamamlanmış değil, tam aksine hayatın/dünyanın olanaklar çokluğunun zenginliğini içkin bir var oluş süreci olarak tecelli edecektir ve buraya insanın olabileceği her şey sığdırılabilecektir. Bir başka ifadeyle roman sanatında insan ve hayat -insanın, hayatın ve dünyanın gerçekleri olarak-, imkânları ve ihtimalleri içkin bir oluş süreci olarak yaşanacaktır. Daha açık bir ifadeyle gerçeklik ve hakikat insanın kendi dışında duran/durağan değil, kendisiyle birlikte inşa edilen bir mahiyet kazanacaktır. Ve nihayet bu serüven beraberinde bütün bunları anlatan, anlatarak çoğaltan, (işte burada görülmeyeni görebilmek açısından bir kez daha Momus’un pencereleri yine ardı sıra açılarak çoğalmaktadır) zengin ve doğurgan bir dille buluşacak, insan teki olarak bizler de öteki başta olmak üzere, hayat ve dünyayla o dilin sürekli genişleyen olanakları üzerinden ilişki kurmaya, bir başka ifadeyle bütünlüğü içinde dünyaya ve kendimize (ve ötekinde kendimize)  bakmaya başlayacağız. Bütün bunları niye yazıyorum.

Corona virüsünün insanlık tarihinde belki ilk kez aynı anda bütünü hedef alan bir felaket olarak yaşanıyor olması, hanidir göz ardı edilen bir gerçekliği de çok net olarak açığa çıkarmıştır. O da bu felaketten -kim bilir sırada daha başka neler var- çıkışın ancak bütüne şamil, bütüncül yaklaşım ve anlayışlarla mümkün olabileceğidir. Bu bir bakıma Heidegger’de ifadesini bulan “unutulan varlığın” geri çağrılması, dahası o varlığın, hayatın ve dünyanın imkânlarını içkin bir oluş süreci içinde kendini yeniden inşası için kolların sıvanması gerektiği uyarısıdır. Şudur: artık kendi üstüne kapanan, kendi doğrularının esiri insanın ve onun zihniyet dünyasının, bundan sonra kendi dışına çıkması, ötekiyle kuracağı ilişki üzerinden deneyim alanını genişletmesi, yetkinleşerek kendine dönmesi bir zorunluluk/ sorumluluk halini almaktadır. Keza, gündelik hayat içinde, neredeyse bütün alanlarda geçerli, yukardan aşağıya, sağdan sola, irili ufaklı odakların birbiriyle benzeşen buyurgan, otoriter, kendisiyle sınırlı ‘iktidar dili’nin, özgür ve özgün bir dille değişmesi bu yeni dönemin bir başka gerekliliği olarak öne çıkmaktadır.  

Günümüzde insana, onun görünmeyen dünyalarına ışık tutacak, düşünce ve zihniyet dünyasına geniş ufuklar açacak, bütünü kucaklamasına zemin teşkil edecek, kendini yeniden var edeceği çok katmanlı bir ‘oluş süreci’ne imkân tanıyacak pencerelere (işte Momus’un pencereleri), her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu aşikârdır. Hayatın bir sanat olarak yaşanması ise -edebiyat/roman sanatını ve felsefeyi burada bir kez daha anmak gerekmektedir- ancak böyle mümkün olabilecektir.

Bu yazı toplam 4034 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar