Müdahaleye karşı irade
Kapanma günlerinde düzenli bir ritme oturtma imkanı yakaladığım kitap, dizi ve film üçgeni arasında, benim için en hoş sürprizlerden bir tanesi de Facebook’taki “İkibin” sayfasında yayınlanan üç bölümlük “KKTC” dizisi oldu. “Nasıl”, “Neden” ve “Statüko” başlıklı, her biri 10 – 15 dakika aralığındaki üç bölümle anlatılan KKTC gerçeğimiz, siyasi tarihimizde farklı roller oynamış figürlerin ağzından, çok başarılı bir şekilde aktarılmış.
Ekip bu mini belgeseli hazırlarken, farklı görüşlerdeki anlatıcıların gözünden, tarihe dair tanıklıkları ve bugünkü durumumuzu, kaliteli bir kurguyla yansıtma çabası gütmüş. En güzeli de sayfalar dolusu makaleye sığabilecek bir konunun özetini, bu kadar kısa sürede, sade bir üslupla aktarabilmiş olmaları.
Devlet ilanı sürecinde yaşananlar, muhalif partilere yapılan şantaj, daha sonraki süreçte Kıbrıslı Türkler’in adım adım uluslararası toplumdan izole edilmesi süreci. En önemli vurgulardan bir tanesi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin, koruması altındaki bu devlete bakış açısı.
Belgeseli izlediğinizde KKTC gerçeğiyle mi, yoksa illüzyonuyla mı karşılaştığınızı sorgulamanız kaçınılmaz. Hele Türkiye’ye bağımlı tecrit koşullarımızın Korona krizi ile birlikte yüzümüze tokat gibi vurmasıyla eş zamanlı olarak yayınlanmış olması, bu sorgulamayı daha da anlamlı hale getiriyor.
Türkiye’nin himayesi altında kurgulanan KKTC, bağımsızlık ve egemenlik iddiasıyla bugünlere geldi. Halbuki her fırsatta anladık ki, bu yol gün geçtikçe daha da bağımlı bir ilişkiye götüren, tahakküm menşeli taşlarla döşenmiş.
Şimdi büyük bir ekonomik kriz altında, Türkiye’ye olan bağımlı yapının ne kadar ölümcül sonuçları olduğunu görüyoruz. Tüm yanılsamalarımızdan mecburen arınıyoruz.
Diyalog Tv’nin Türk-Sat üzerinden yaptığı yayınların RTÜK kararıyla durdurulması da böyle bir örnek.
Kendi kurumlarınız, yasalarınız var ve bunlara uygun olarak verdiğiniz yayın lisanslarınız.
Haminiz tarafından televizyon kanallarınıza, maddi olarak çok uygun koşullarla uydu üzerinden yayın yapma olanağı sunulmuş. Karasal yayınları kaldırmış, bütün kanallarınızı bir paket halinde BRTK üzerinden Türk-Sat’a bağlamışsınız.
Ancak size bu lütfu sunan, güven duyduğunuz, koruyucunuz olan bir devletin, bir anda demokrasinize, basın ve ifade özgürlüğünüze müdahalesiyle karşılaşıyorsunuz. Başbakanınız ise, aslında bu anlaşmanın devletten devlete kurulan bir ilişki niteliğinde olduğunu göz ardı ederek, “tüm kuruluşlar RTÜK’ün kurallarına uymayı kabul etti” diyebiliyor. Kurumlarının otoritesinin hiçe sayılmasına, Yayın Yüksek Kurulu’yla bilgi bile paylaşılmamasına göz yumuyor.
Basın ve ifade özgürlüğünü savunan kesimler, Besim Tibuk’tan da, televizyonunun yayınlarından da pek hazzetmediklerini vurgulama ihtiyacını duymakla birlikte, bu müdahaleye tereddütsüz bir biçimde büyük tepki gösterdiler. Bu ilkesel duruşu göstermek elbette çok önemli.
Fakat bu müdahaleyle birlikte ortaya çıkan büyük bir tehdit var. Bundan sonra devreye girmesi muhtemel jurnalcilerle birlikte, buna benzer müdahalelerin daha bir çok yayın kuruluşumuzun başına gelme ihtimali söz konusu.
Bu yüzden yalnızca tepki göstermek ya da demeç vermek, bu tehdidi savuşturmaya yetmeyecek. Bu hastalıklı ilişki biçimini ortadan kaldırmak için nasıl bir irade ortaya koyulması gerektiğini tartışmaya başlamak lazım.
Ne “alt yönetim” acizliğini sürekli dile getirenler, ne de “bağımsızlık” yanılsamasına saplanıp kalanlar.
Ne “biz söylemiştikçiler”, ne de “anavatana şükrancılar.”
Bize muhatabının gözlerinin içine bakmaktan çekinmeyen, başka türlü bir siyaset lazım.
Her türlü müdahaleye kararlılıkla karşı çıkan, eşit ilişki talebini tutarlı bir şekilde savunan, bunu yaparken Sarayönü’nde bağırmakla yetinmeyen, başka türlü bir irade...