
Müfredatın Aynası: Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği
Kadınların ev içi sorumluluklarla sınırlandırılması ve erkeklerin kamusal alanda güç sahibi olarak konumlandırılması, yalnızca bir pedagojik eksiklik değil, toplumsal hiyerarşinin sürekliliğini sağlayan bir araçtır.
Yasemin Taneri
yasemintaneri091@gmail.com
Eğitim, yalnızca bilgi aktarma süreci değildir; aynı zamanda toplumun değerlerini, normlarını, beklentilerini de bireylere işler. Daha çocuk yaşta, okullarda kimlerin hangi rolleri üstlenmesi gerektiği belirlenir. Ders kitapları, öğretmenlerin sözleri, okul kuralları ve görünmez sınırlar, öğrencilerin nasıl bir geleceğe yönlendirileceğini belirler. Eğitim, toplumsal eşitsizlikleri yok edebilir; ancak aynı şekilde onları pekiştirebilir de. İşte tam da bu noktada, eğitim sisteminin tarafsız olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Devletin belirlediği müfredat, yalnızca bilgi aktarmak için değil, aynı zamanda belirli bir toplumsal düzeni yeniden üretmek için kurgulanır. Bu nedenle, eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliği ve LGBTİ+ kapsayıcılığı sadece pedagojik bir mesele değil, aynı zamanda doğrudan politik bir meseledir.
Kuir Kıbrıs Derneği’nin yürüttüğü Gökkuşağı Projesi kapsamında hazırlanan LGBTİ+ Kapsayıcılık bağlamında Müfredat Boşluk Analizi raporu, Kıbrıs’taki ders kitaplarının ve eğitim sisteminin toplumsal cinsiyet eşitsizliğini nasıl yeniden ürettiğini gözler önüne seriyor. İlkokul düzeyindeki okullarda kullanılan kitaplarda kadınların büyük oranda ev içi işlerle ve bakım emeğiyle ilişkilendirildiği tespit edilirken, erkeklerin kamusal alanda aktif roller üstlendiği görülüyor. Çocuk bakımının %80 oranında kadınlara atfedildiğini, erkeklerin ise %90 oranında ekmek kazanan bireyler olarak gösterildiğini görüyoruz. Tamirat, araba yıkama ve bahçe işleri gibi fiziksel güç gerektiren aktiviteler %95 oranında erkeklere atfedilirken, ev işleri ve temizlik tamamen kadın figürlere atfediliyor. Ders kitaplarında yer alan doktorların %82.35’inin erkek, öğretmenlerin ise %88.13’ünün kadın olduğu görülüyor. Toplamda 45 mesleğin yalnızca 15 tanesinde kadın temsili var. Bu istatistikler, toplumsal cinsiyet kalıplarının eğitim materyallerine ne kadar derinlemesine gömüldüğünü ortaya koyuyor.
Bu veriler, eğitim sisteminin sadece taraflı değil, aynı zamanda sistematik olarak iktidarın ideolojisini yeniden üreten bir mekanizma olduğunu teyit ediyor. Kadınların ev içi sorumluluklarla sınırlandırılması ve erkeklerin kamusal alanda güç sahibi olarak konumlandırılması, yalnızca bir pedagojik eksiklik değil, toplumsal hiyerarşinin sürekliliğini sağlayan bir araçtır. Bu durum, öğrencilerin beklentilerini şekillendirerek, kadınların ekonomik ve politik hayata katılımını engelleyen daha geniş toplumsal eşitsizlikleri besliyor. Bunun bir sonucu olarak, kadınların belirli mesleklerden dışlanması, onları ekonomik bağımlılığa ve güvencesizliğe iten bir süreç yaratır. Çocuk yaşta kitaplardan öğrendikleri bu roller, iş gücü piyasasında ve siyasal temsiliyette eşitsizliği artıran yapısal faktörler haline gelir. Üstelik, bu durum yalnızca bireysel kariyer yollarını değil, toplumsal güç dengelerini de belirler. Ekonomik bağımlılık, aynı zamanda politik bağımlılığı ve karar alma mekanizmalarından dışlanmayı da beraberinde getirir.
Anılan sebepler ışığında diyebiliriz ki, eğitim mücadelesi yalnızca pedagojik bir mesele değil, doğrudan politik bir mücadeledir. Müfredatın eşitsizlikleri üretmek için nasıl bilinçli bir şekilde tasarlandığını görmek, bize yalnızca akademik bir bilgi sunmaz; aynı zamanda bu sistemle nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair bir yol haritası çizer. Bize biçilen her kalıp, aslında iş bölümünü, ekonomik eşitsizliği ve toplumsal hiyerarşiyi üretmeye devam eden araçlardır. Bizden istenen, yalnızca bilgiyi ezberleyen bireyler olmamızdır; çünkü sorgulayan bireyler, sistemin meşruiyetini tehdit eder.
Tüm bunların yanı sıra, ders kitapları yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmekle kalmıyor, aynı zamanda heteronormatif bir dünya kurguluyor. Kitaplarda LGBTİ+’lara yönelik herhangi bir temsil yok. Özellikle ilkokul çağındaki çocuklar için, kimlerin var olduğuna ve kimlerin görünmez olduğuna dair algılar, kişisel kimlik gelişimini doğrudan etkiler. Hem çocukların çeşitliliği kabul algısının gelişmesini engelleyen, hem de LGBTİ+’ların yok sayılmasına sebep olan bu durum yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve akademik boyutları olan derin bir eşitsizlik yaratır. Araştırmalar, LGBTİ+ kapsayıcı müfredatlara sahip okullarda öğrencilerin aidiyet duygularının daha yüksek olduğunu ve okulu terk etme oranlarının düştüğünü gösteriyor. Bu veriler, kapsayıcı politikaların önemini vurgular.
Paulo Freire, eğitim sisteminin ya özgürleştirici ya da baskılayıcı bir mekanizma olduğunu söyler. Henry Giroux, okulların sadece bilgi öğreten kurumlar değil, toplumsal düzeni devam ettiren yapılar olduğunu vurgular. Eğer bir eğitim sistemi sormaya ya da konuşmaya değil ezberlemeye teşvik ediyorsa, bilgilerle birlikte öğretilen inançların, rollerin, sınırların topluma yansıması kaçınılmazdır. Eğitim sadece bir araçtır. Bu aracın hangi amaçla kullanıldığı, kimin elinde olduğu ve nasıl yönlendirildiği, toplumun geleceğini belirler. Eğer bugün sınıflarımızda, evlerimizde, sokakta, mecliste cinsiyetçilik, ayrımcılık homofobi ve şiddet varsa, bunun temelinde eğitim yoluyla yaratılan kalıplar vardır. Bilgiyi sorgulayan, analiz eden ve kendi gerçekliğini inşa eden bireyler yetiştirebilirsek, özgür bir toplumun temellerini atabiliriz.
Eğer eğitim mevcut toplumsal düzenin devamlılığını sağlamak için kullanılıyorsa, bu düzenin sorgulanmasını engelleyen bir mekanizma olarak da işlev görmektedir. Ancak bu, eğitim yoluyla değişimin mümkün olmadığı anlamına gelmez. Freire’nin vurguladığı gibi, eğitim aynı zamanda bir direniş aracı olabilir. Öğrenciler, kendilerine dayatılan kalıpları sorgulamaya teşvik edildiğinde ve eleştirel düşünme becerileri kazandığında, eğitim baskının değil özgürlüğün aracı haline gelebilir. Bugün eğitim sistemindeki eşitsizlikleri görmek ve bunları değiştirmek isteyen herkesin eleştirel pedagojiye yönelmesi kaçınılmazdır. Çünkü ancak bu şekilde eğitim, toplumda yalnızca belirli grupların değil, herkesin eşit fırsatlara sahip olmasını sağlayan bir süreç haline gelebilir.
Bu noktada öğretmenlere büyük sorumluluk düşüyor. Müfredat ne kadar katı ve sınırlayıcı olursa olsun, sınıf içinde nasıl bir yaklaşım benimseneceği öğretmenin elindedir. Öğretmenler, öğrencilerin yalnızca bilgiyi ezberlemelerini değil, bu bilgiyi sorgulamalarını, analiz etmelerini ve kendi deneyimleriyle ilişkilendirmelerini teşvik etmeliler. Paulo Freire’nin eleştirel eğitim modelinde, sorgulamak, diyalog, düşünme, dönüştürme vardır. Tüm bu eğitim ve dönüşüm sürecinde öğretmen ve öğrenci birbirinden öğrenerek değişen kişilerdir. Sürekli eşitsizlik üreten bu yapının değişmesi için, diyalog yoluyla farkındalığı artırmak ve eğitim sürecini yalnızca bilgi aktarımından çıkarmak, keza öğrencilerin kendi deneyimlerinden hareketle anlam üretmelerini sağlamak gerekir. Bu noktada öğretmenin rolü, yalnızca bilgiyi aktaran değil, aynı zamanda öğrenme ortamı kolaylaştırıcısı olmaktır.
Peki, bu diyalog nasıl şekillenebilir? Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri, deneyimlerini ve bakış açılarını paylaşabilecekleri alanlar yaratmak mümkün mü? Belki de geleneksel öğretmen-öğrenci hiyerarşisini sorgulayarak, eğitimi birlikte inşa edilen bir süreç olarak görmek, bu eşitsizliklerin dönüşümünde kritik bir rol oynayabilir.
Eğitim sisteminde köklü bir dönüşüm sağlanması için yalnızca bireysel çabalar yeterli değildir. Eğitim, toplumun genel yapısından bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla toplumsal bir farkındalık yaratılmadıkça müfredatta ya da sınıf içinde yapılan değişiklikler sınırlı kalacaktır. Ailelerin, eğitimcilerin ve öğrencilerin de bu değişim sürecine dahil olmaları gerekmektedir.
Bugün mevcut eğitim sistemi toplumsal cinsiyet rollerini pekiştiriyor, ayrımcılığı sürdürüyor ve belirli kimlikleri görünmez kılıyor. Ancak bu, mevcut hâlin değiştirilemez olduğu anlamına gelmez. Eğitim sistemini dönüştürmek, bireyleri kalıplaşmış rollerin ötesine taşıyan, eleştirel düşünmeyi teşvik eden ve herkes için eşit fırsatlar sunan bir yapı inşa etmek mümkündür. Bu süreç, hem bireysel hem de kolektif çabalar gerektirir. Eğer eğitim yoluyla toplumsal adaletsizlikleri yeniden üretebiliyorsak, aynı şekilde eğitim yoluyla bunları yıkmak da mümkündür. Önemli olan, nasıl bir eğitim istediğimiz ve bunun için hangi mücadeleleri göze alabileceğimizdir.
